Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu Ankara Üniversitesi’nden 1986 yılında mezun oldu. 1989 yılında yüksek lisansını tamamladıktan sonra, 1996 yılında doktorasını yaptı. 1998 yılında doçentlik unvanını aldı, 2005 yılında ise profesör oldu. Şuan Lefke Avrupa Üniversitesi’nde Sosyal Hizmet Bölüm Başkanlığı görevini yürütmekte olan Şengül Hablemitoğlu, aynı zamanda “Hablemitoglu Ankara Entitüsü” kurucusu ve bireysel aile danışmanlığı görevini de yürütüyor. Bizde kedisiyle küreselleşme ortamının yarattığı değerlerin, aile kavramına etkisinin ne olacağını, kadın hareketi, kadına yönelik şiddeti, Hablemitoğlu Ankara Entitüsü’nün amaçlarını ve 2002 yılında bir suikast sonucu kaybettiğimiz eşi Necip Hablemitoğlu’nun dava sürecinin, işleyişi hakkında konuştuk.
Röportaj: Merve Gökhan
MERVE GÖKHAN (MG) : Küreselleşme sürecinin, yarattığı yeni değerler ölçeğinde aile kavramının Türkiye’deki geleceğini nasıl görüyorsunuz?
ŞENGÜL HABLEMİTOĞLU (ŞH) : Türkiye’de ailenin geleceği küreselleşmeden çok, ülkenin içinden geçtiği süreçten etkileniyor. Aile bugün Türkiye’de şiddetin, kadın cinayetlerinin, karşılıksız emeğin odağı, bir anlamda erkek egemenliğinin dokunulması yasaklanmış mahrem ve gizli mekanı haline geldi. Küreselleşmenin etkisi ise, dünyada ve Türkiye’de devletlerin son 20 yılda sosyal hizmetlerden çekilmesi ile görünür oldu. Artan bir ‘’aileye dönüş’’ eğilimi var. Bu eğilim, ülkemizdeki mevcut iktidarın dindarlık temelinde aileye müdahalesinin de çok kullanışlı bir bahanesi olmuştur. Aileyi sosyal devletin yerine koyan iktidar, kamusal yaşama ilişkin düzenlemeleri de aile üzerinden yapmış ve yapmaya devam etmektedir. Bütün bunlar, AKP iktidarının başladığı yıllardan bugüne ailenin toplum içindeki öneminden dem vurularak yapılmıştır. Hatta feminizm, ailenin önemini anlayamayan bir ideoloji, feministler neredeyse terörist ilan edilerek itibarsızlaştırılmıştır.
Son 15 yılda aileye dönüş, kadın bakanlığının aile bakanlığı olarak değiştirilmesiyle örgütlendirilmiştir. Özellikle üç çocuk baskısı, kürtaj ve sezaryen sınırlamaları, yaşlı, hasta ve engelli bireylerin bakımında aile ve ailede kadın emeğinin esas olmasına dair yasal düzenlemeler aileye dönüşü desteklemiştir. Aileyi koruma politikaları çerçevesinde aile elden gidiyor söylemleri ile boşanmanın azaltılmaya çalışılması, Diyanet İşleri kapsamındaki aile irşad büroları, kadına yönelik her türlü şiddetin faillerinin ataerkil bir yargı sistemi içinde yasaların esnekliğinden ve ceza indirimlerinden sanık lehine yararlandırılması, erkek egemenliğini güçlendirmeye hizmet etmiştir. Tayt giymenin geçtiğimiz gün yeniden tahrik unsuru sayılması, akraba tacizine maruz kalan 4 yaşındaki bir çocuğa yönelik bu suçun failine iyi hal indirimi uygulanması, aileye ve kadına hangi güç örüntüleri ile bakıldığını açıkça ortaya koymaktadır. Oysa, gelişmiş modernist politikalar güçlü kadın üzerinden güçlü aile ile güçlü bir demokratik devleti hedefler. Türkiye’de süreç tersine işlemektedir, aile yozlaştıkça kadın ve çocuklar, aile içindeki dezavantajlı bireyler güçsüzleşmektedir. Ben böyle okuyorum olup biteni.
MG: Türkiye’de “kadın hareketi” denildiği zaman akla gelen nedir sizce?
ŞH: Benim aklıma ilk gelen Kurtuluş Savaşı’ndaki kadındır. Daha sonra da Nezihe Muhittin’in mücadelesi gelir. Ancak üzücü olan Türkiye böyle bir kadın varlığının, yaşamının akıl hastanesinde son bulmasına da neden olmuş garip ülkedir. Geriye kalan kadın hareketi ve mücadele ise bu çabalar üzerinde yükselmiştir.
“Modern Mahrem” Hepimizin Elinde Patladı”
MG: Kadın hareketi” merkezli faaliyetlerin, siyasal projelerin, propaganda aracı olduğunu düşünüyor musunuz?
ŞH: Kadın hareketi merkezli faaliyetler, uzun bir zaman, bir yandan kadının güçlenmesine ilişkin uluslararası çalışmaları izleme ve Türk toplumuna aktarma, ilgili düzenlemeleri yapacak kurumlarla işbirliği yapma bağlamında oldukça yol alınmasına katkıda bulunmuştur. Ancak diğer yandan özellikle dünyadaki gelişmelerle birlikte BM’nin faaliyetleri çerçevesinde hem Türkiye’yi temsil eden hem de kurumlarda etkili olan çok sayıda akademisyen ve kendisini aktivist olarak tanımlayan liberal sol ve sol görüşlü kadınlar Atatürk devrimlerini faşizan bulmakla ilişkili bir retorik ortaya koyarak, bugün kadını hedefe koyan islami faşizme giden yollara taş döşemişlerdir. Bugün mücadele başka bir zeminde devam etmektedir ve bugün o çok sevdikleri ‘’modern mahrem’’, bunu tırnak içinde söylüyorum kimleri kast ettiğimi bilen bilir, hepimizin elinde patlamıştır. Atatürk’ün kadın devrimini karalayarak bugüne gelmemize hizmet etmişlerdir. Kendilerini affetmiyorum… Ayrıştırma önce kadınla başlamış, Atatürkçü kadınlar liberal feministler vs gibi ayrımları bu köşeleri tutan kadınlar yapmıştır. Geçmiş ola, şimdi hepimizin canı yanmaktadır. Kadın farkındalığı kapsamında tüm bunlar yapılıyorsa, siyasetçi ne yapmaz kadın üzerinden bunu düşünsek daha doğru olur…
MG: “Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddetin Son 10 Yılı- Kısa Bir Değerlendirme” başlığı ile başlayan bir yazınız var, yazınızda kadına yönelik şiddet, çocuk yaşta evlilikler, Lgbti sorunlarının, sadece sorun olarak kalıp hiç bir çözüme kavuşturulmamasına değinmişsiniz. Aile danışmanlığı da yapan biri olarak kadın cinayetlerinin, kadına şiddetin, homofobinin altında yatan sebepler nedir sizce ve bunun düzelebilmesi için ne gibi adımlar atılmalı?
ŞH: Çok net bu sorularınızın yanıtları, gelenek ya da töre adı altında enseste yol verir görmezden gelirseniz, kocanın evde karısına tecavüzünü tecavüz saymazsanız cinselliği aile içinde konuşulmaması gereken ayıp günah konusu sayarsanız, çocuk yaşta evlilikleri durdurmanın resmi nikah ve evlilik yaşı gibi düzenlemelere yaptırım getirerek çözüleceğini kabul etmezseniz, insanların çocuk sayısına karışır, maçoluğa övgü düzer ve karısını kızını öldüren, taciz ve tecavüz edene iyi hal ya da tahrik indirimleri uygularsanız yargınızı, sosyal yaşamınızı maymuna çevirirsiniz. Türkiye’de kadınların 3’te 2’si vajinismusla, erkeklerin 3’te 2’si erken boşalma ya da impotansla kıvranıyor ve bunları çözmek ayıp günah kabul ediliyorsa, damacanaya hallenen, hayvanlara tacizde bulunan insanların varlığı doğaldır. Ama normal değildir. Toplumsal sağlık bozulmuştur. İyileşme için eğitim, sağlık ve hukuk sistemde kadını güçlendiren düzenlemeler yapmalı ve bunlara sadık kalınmalıdır. Ataerkilden vazgeçilmelidir. Kolaydır çözüm, ancak bizim koşullarımızda bu saydıklarım balıktan kavağa tırmanmasını beklemek olarak görünüyor. Bütün mesele kadınların insan onuruna sistematik bir saldırı altında olmasıdır. İnsan hakları, sosyal adalet yoksa ne kadın var, ne de aile. Bunu unutmayalım…
Hablemitoğlu Ankara Entisüsü’nün Faaliyetleri
MG: Hablemitoğlu Ankara Entitüsü’nün kuruluş amacı ve faaliyetlerinden bahseder misiniz?
ŞH: Hablemitoğlu Ankara Enstitüsü bağımsız özel bir kuruluş. Bir kaç amacı var; öncelikli amacı Dr. Necip Hablemitoğlu’nun anısını ve dünya görüşünü, insani yanlarını, fikirlerini yaşatmak, anımsatmak, unutturmamak. Ölümünün üzerinden geçen 13 yıldan sonra kuruldu ve hiç bir kurum ve kuruluşa sırtını dayamadan, güdümüne girmeden, Necip Hablemitoğlu’nun adını, yine altını çizerek söylüyorum, bağımsız bir çaba ile çok küçük bir can dost çevresinin desteğini alarak yaşatmak. Bunu gururla söylüyorum. Son 2 yıldır Necip Hablemitoğlu Toplumsal Duyarlılık Ödülleri ile var olmaya, Necip Hablemitoğlu’nu anmaya çalışıyoruz. Diğer amacımız ise, benim akademik kariyerim kapsamında eğitim, seminer, workshop ve yas, aile danışmanlığı çalışmaları ile bu kuruluşu vergi ödeyen faaliyetler ile ayakta tutmak. Bunun için de hem mesleğime hem de deneyimlerime şükrediyorum.
Yas Danışmanlığı Çok Gerekli Bir Alan
MG: Yazmış olduğunuz ‘Gri Kitap Yolculuk’ isimli kitapta, ölüm sonrası tutulan yası anlatıyorsunuz. Ayrıca yas danışmanlığı da yapıyorsunuz, pek duyulmuş bir şey değil yas danışmanlığı sizce bu toplumumuz için gerekli mi?
ŞH: Özellikle bizim toplumumuz için gerekli hem de nasıl gerekli. Neden gerekli diyorsunuz ya; insanlar sevdiklerini kaybettiklerinde bambaşka bir yaşam başlıyor onlar için. Örneğin ben, çok uzun süre yas tuttum. Hala da yastayım belki, bunu da daha sonra anlayacağım. Ancak yas tutmak insanı büyüten, geliştiren bir süreç. Yeter ki, insan bunun farkına varabilsin. Ben yaşadıklarıma çabucak, hızlı bir şekilde aklımla, bilgiyle, öğrenerek bakmalıyım diye düşündüm. Mesleğime her zaman minnet duyarım. Hayal ettiği işi yapan şanslı biriyim ben. Bir yol bulmalıydım. Ya kara giysileri içinde hayata kapkara bakan ya da yaşamda kalan biri olacaktım. Aslında basit bir tercih yaptım. Tamamen mantıkla ve mesleki bakmaya karar verdim ve başka bir şey yaptım. Öğrenmeyi seçtim. Yas ve sonrasını öğrenmek, anlamak için yurt dışında kurslara gittim ve sertifikalar aldım. Yas danışmanlığı yapmaya başladım. Yas danışmanlığı çok gerekli bir alan. Bizimki gibi bir ülkede, ölümü, kayıpları konuşmadığımız bir tek gün bile yok. Kimsenin bu topraklarda dert üstü murad üstü bir yaşamı yok. O yüzden yasla ilgili pek çok insanın yardıma ihtiyacı var. Yas danışmanlığını kısaca; geride kalan bireylerin ölen kişi ya da kaybettikleri kişi ile bitiremedikleri ilişkilerini tamamlamalarına ve ölen kişiye veda edebilmelerine çeşitli ilke ve yöntemler kullanarak yardımcı olmak şeklinde açıklayabilirim. Güncel deyimle bir tür mentorluk yapmak diyebiliriz. Ve tabii ki, demin de söylediğim gibi bir uzmanlık alanı.
“Biraz Ters Konuşsam Bana ve Aileme Bylokçu Derler.”
MG: Bir röportajda size yöneltilen Hablemitoğlu suikastı dönem dönem Türkiye’nin gündemine geliyor. Yeni dönemden ümitli misiniz? sorusuna …Geçen 14 yıllık zamanı 3 ayrı döneme ayırırım. Cinayetten sonra Ergenekon’a kadar birinci evre, Ergenekon evresi ikinci evre ve bunun içinde… 3. evre içinde 17-25 Aralık operasyonlarını işaret ettiniz Sizce dava sürecindeki eksiklikler, davanın tamamlanamaması ve failin bulunamamasından dolayı mı sıkça gündeme geliyor? Sürecin işleyişi şuan ne durumda ?
ŞH: Bu suikast kullanışlı bir suikast. Ergenekon öncesi Necip Hablemitoğlu islam düşmanı denmek için kullanıldı, Ergenekon sonrası içeriye alınanları suçlamak için kullanıldı, 17-25 Aralıktan sonra hükümet cemaati sıkıştırmak için kullandı. Şimdi ne için kullanılıyor, bilmiyorum. Bu suikast çatı davanın da esasında değil eklerinde geçiyor. Gel de bu devlete ve karar vericilere güven. Yarın öbür gün biraz ters konuşsam bana ya da çocuklarıma bylokçu derler mi? Derler. Neye, kime, nasıl güveneyim de hem davaya hem de devlete bel bağlayayım. Ne yazık ve ne acı değil mi?
“Necip Hablemitoğlu yaşasaydı Ergenekon kapsamında Silivri’de olurdu.”
MG: Eşiniz Necip Hablemitoğlu katledildiği senelerde FETÖ ile birlikte hareket eden bir iktidar partisi vardı şimdi kandırıldıklarını dile getiriyorlar. Sizce eşiniz öldürülmeseydi, FETÖ yapılanmasının daha yaygınlaşmaması, için ve FETÖ’nün önceden gerçek yüzü çıkar mıydı ? Eğer ölmeseydi 15 Temmuz yaşanır mıydı?
ŞH: Eşim öldürülmese idi kısmından başlamak isterim; öldürülmese Ergenekon kapsamında Silivri’de olurdu. Eğer orada ölmezse bugün çıkmış, dava düşünce aklanmış olurdu. Kitabı eline verilerek tv’lerde konuşturulur, kendisine haksızlık edildiğini insanlar kabul ederdi. Aklanırdı vs vs. 15 Temmuz olurdu yine neden olmasın, bir akış var o akış bir şekilde gerçekleşiyor. FETÖ’nün gerçek yüzü zaten ortada idi, yeni ortaya çıkmadı. 90’lı yılların başında bu yapı için örgüttür diyen biridir Necip Hablemitoğlu ve başına gelmeyen kalmamıştır. Aradan geçen zamanda Necip Hablemitoğlu öldürülmüş, devlet kuşatılmış, birileri kandırılmış, yüzlerce insan 15 temmuzda ölmüştür. Hiç kimse masum değil. Bunu nasıl görmez bu ülke aklım almıyor.