Murat Belge: Günümüz Türk şiirinde, gerek yazılışı, yayımlanışı, gerekse okurların
yazılan şiirle ilişkisi açısından bir tıkanıklık görülür gibi. Bu
konuda düşüncelerini söyler misin?
Can Yücel: Bir tıkanıklık elbet var da, bu tıkanıklık tabii Türk toplumunda son
yirmi yıldır görülen açılmaya görece bir tıkanıklık. Türkiye topal
bile olsa bir kapitalistleşme süreci içine girmiş, sınıflar ve toplum
katlarının kendi içlerinde çelişkiler yaratarak iç içe ve birbirine
girdiği bir dönemde yaşanmasına rağmen Türk düşünce ve sanat
hayatında bu değişiklikleri temelden yansıtabilecek çapta bir atılım
görülmüyor. Elbet bu kapitalistleşme sürecinin tüketim alanında
yarattığı genişlemeler birtakım değişiklikler getirmekte. Kitapların,
yayınların kalitesinden tutun, radyo ve televizyon gibi haberleşme
araçlarının yayılmasına dek bir sürü göz alıcı değişmeye karşın, özde
bu değişmenin bam teline etkin bir biçimde dokunarak onu tınlatıp
değiştirebilecek bir toparlanmayı ne yazık ki göremiyoruz.
MB: O zaman, böyle bir tıkanıklığı yaratan, daha çok bugünkü yapının
getirdiği engeller mi, yani bazı nesnel-yapısal engeller mi?
CY: İşin bir maddî, neredeyse teknik cephesi var. Bir de işin özüyle
ilgili, yaratıcı yanıyla ilgili bir cephesi var.
MB: Bunları kısaca, açıklar mısın?
CY: işin maddî cephesi, kitabın fiyatıyla, sanat yapıtının ücretiyle,
dağıtımıyla, v.b. ilgili. Egemen gelişme süreci kapitalizm olduğuna
göre, egemenliğinin kaçınılmaz olduğu ileri sürülebilir. Ama bizim
ana işimiz bu sürece başka bir seçenek gösterme, dolayısıyla direnç
gösterme olduğu için. bu alanda da kapitalistleşme sürecine teslim
olmamamız gerekecektir. Bu her şeyden önce, geniş yığınlara
açılabilme sorununu birlikte getirmektedir.
MB: Bir dakika sözünü keseceğim ama, Can, hani genel bir inanç vardır: bu
düzende halkın beyni yıkandığı, zevk düzeyi düşük olduğu için,
sanatın iyisi zorunlukla sınırlı çevreler içinde kalır gibi. Bu
konuda bir diyeceğin var mı?
CY: Yalın olarak halkın beğenisinin düşük olduğunu ileri sürmek için
kimsenin elinde bir dayanak yoktur. Halk kültürünün yozlaşması süreci
kapitalistleşme süreciyle birlikte gelmektedir. Adi piyasa sanatı,
kapitalist pazar ortamıyla birlikte gelmektedir. Halka iyi ne
verilmiş de, halk geri çevirmiştir? Yalnız burada dikkat edilmesi
gereken bir nokta var: eğer kapitalizmin bu yozlaştırıcı etkisini
gören aydınlarımız zamanında, toplu ve sistemli bir direnç
oluşturmazlarsa bu yozlaşma öylesine kök salar ki “halk, halk” diye
dillerine pelesenk ettikleri şey temel kültüründen yoksun ücretli
yığınlar haline dönüşür. Bunun açık örneği bugünün ileri kapitalist
ülkelerinde görülmektedir. Bizim gibi bu kapitalistleşme sürecine
yeni giren ülkelerde, bu sürece karşı olan insanların millî kültüre
de sahip çıkması gerekecektir.
MB: Sözünü kesmiştim, Can. Sen şiirdeki -ya da genel olarak sanat
üretimindeki- tıkanıklığı yaratan teknik engellere karşı neler
yapılabileceğini anlatıyordun.
CY: İlk akla gelen şey, kâr oranlarını ve maliyeti düşürerek halka
intikal oluyor. Ama burada da dağıtım, piyasanın çıkardığı ikinci
engel olarak karşımıza dikiliyor. O halde örneğin 12 Mart öncesinde
devrimci kuruluşların ve TÖS’ün önayak olduğu ucuz kâr oranıyla
dağıtım sisteminin ihyası gerekmektedir. Bu tabiî toparlayıcı bir
siyasî partinin yokluğu, süresince düşünülür. Öyle bir parti
kurulduğunda bütün bu işler onun yönetiminde yapılacak, hem sınıf
bilincinin gelişmesinde yararlı olacağını bildiğimiz, şimdiden
yayımlanmış, Nâzım gibi, Orhan Kemal gibi ve geniş teorik yayınlar
gibi kaynakları halka sunacağız, hem de böylece yenilerinin yazılıp
yayımlanmasına elvereceğiz. Bu, plak gibi, kaset gibi yayılma
araçları için de sözkonusu olacaktır. Öte yandan, bizim
beğenisine .tam katılmamakla birlikte, halkın damarına
seslenebildiğini gördüğümüz alanlar karşısında da öteden beri
gösterdiğimiz çekingenlikten kurtulmamız gerekecektir. Piyasa işi
diye, piyasa alanı diye, kategorik ve bir bakıma burnu büyük
davranışlardan da kaçınmamızın zamanı gelmiştir, örneğin Theodorakis
gibi bir sanatçının devrimci çizgisini sulandırmadan kazandığı
yaygınlık bu bakımdan bize ders olmalıdır. Bunun bizdeki ters örneği
ise, dünyaca ün kazanmış Nâzım gibi bir şairimizi hâlâ halka
tanitamamış oluşumuzdur.
MB: Sen söze başlarken bu “işin teknik cephesi” dediğin konu, işin özüne
de oldukça yakın göründuydu. Anlattıkça da özüne daha yaklaşır gibi
oldu. Sence öyle değil mi?
CY: Dediğim gibi, aslında yukarıda işaret ettiğimiz gibi bu öz ve teknik
meselesi tabiî iç içe. Biz istediğimiz kadar ilerici şairlik
taslıyalım, bir iki bin satan dergilerle ve satmayan şiir
kitaplarıyla edebiyatımızda bir öz değişmesi beklenemez. Bunun
nedeni, yapılacak öz değişikliğinin yapısında yatıyor. Şöyle ki, Türk
solu hem politikasıyla, hem sanatıyla eski koşullar için belki de
mazur görülebilecek bir sınırlılığın alışkanlığından kendini
kurtaramamaktadır. Bu sınırlılık halka, özellikle işçi sınıfına, “biz
doğruyu söylüyoruz; sen bizi bul, gel, dinle,” davranışından ileri
gelmekteydi. Oysa koşullar çok daha geniş çaplı yaygın bir seslenme
ve örgütlenmeyi zorlamaktadır. Bunun için de, belki, bir geri adım
atarak kitle bütünleşmesinin gerektirdiği yeni bir davranışın ve
politikanın denenmesi zamanıdır. Brecht’in bir şiiri geliyor aklıma.
Brecht direksiyon dersi alıyor. Beş on dersten sonra gene denemeye
çıktıklarında, Brecht kendine göre kusursuzca arabayı sürüyor.
Durduklarında öğretmen “gene olmadı,” diyor. Brecht nedenini soruyor,
öğretmen de “Sen sade ileriyi gözlüyorsun, yanında oturan beni
unuttun; ya ben ters bir şey yaparsam direksiyonu nasıl
toparlayacaksın?” diye karşılık veriyor. Bu örneği verişim, bizden
görece olarak geride sayılan kitlelerle dirsek temasının kurulması
zorunluğuna işaret etmek içindir. Biz, şimdiye dek nasıl, neden,
niçin solcu olduğumuzu, nasıl solcu olduğumuzu, bunun sürecini
anlatmak yerine, kendimizi solcu kabul ederek, kitlelere birtakım
fikirleri ve dünya görüşünü dikte etmekle yetindik. Nâzım
Hikmet’in Ekim Devriminden kalkarak kitleyle bulduğu birleşimi,
bizim, Türkiye’de aydınlar olarak küçük-burjuvalıktan
Marksizm’e geçişimizin sürecini anlatarak bütünleşmemiz
gerekmektedir. Marksizmin bilimsel oluşunun yanı sıra “bilimsel bir
iyilik” oluşu, bilimsel bir politik yanı oluşu gözden kaçırılmadığı
anda, bu dediğim bir geri adımın zorunluluğu kendiliğinden ortaya
çıkacaktır. O zaman kapitalist değişim süreci içindeki kitlelerin
âdeta bir milletleşme kaynaşması içinde oluşuna karşılık
verebileceğiz. Nasıl, bu kaynaşmanın içinde İstanbul ağzının
egemenliği kaybolup edebiyat dili bütün yörelerin toplu ağzı
haline gelmekteyse, Marksizm’in de böyle bir ortak anlaşma metodu
haline getirilmesi bize düşen görevdir. Bu, kitlelerde varolan
dinamizmin içini kavramamız görevini bize yüklemektedir. Bu
görevin koşulu olan uyanıklığı, duyarlılığı baltalayan her türlü
alışkanlığı, her türlü hazır, basmakalıp tutumu bir yana
bırakmalıyız. Bundan böyle ne yiğitlemeler, ne edebî silâh ticareti,
sol şiirin gündeminde yer almamalıdır. Kitlelerin özlem
dinamizmini Marksist yöntemin bütün gerçekliğiyle kavrayıp
bunu bu gerçekliğin hak verdirdiği bir şiirsellikle ortak bir dile
bağlamalıyız. işte bu noktada Türk halkının eski şiir ve söz
gelenekleri bu gerçekliği bir bütünüğe ve ortaklığa kavuşturacaktır.
MB: İkinci yeni gibi şiir akımları, toplumsal süreçlerden, genel olarak
devrimci hareketten uzak olmakla, bireyci olmakla suçlanırdı. Ama
devrimci şiir yazanların çoğunun da, senin bu konuşmanda hep
vurguladığın gibi, halkın hayatının ve mücadelesinin ta içinde
yaşayarak yazdıkları bence söylenemez. Bu da, bir başka bireycilik
oldu sanki. “Ben çiçek severim,” demek yerine, “ben devrim severim,”
demek gibi. Devrimci şair, bireycilikten çıkayım derken, 12
Mart öncesi standart “militan”ın benliğini kendi benligi
yerine koymayı, kendini böyle nesnelleştirmeyi istedi.
Böylece, 12 Mart öncesinin militan tipi, yani durduğu yerde
kızışan, hareket içinde soğukkanlılıkla akacağına, durduğu
yerde kızışan bu tip, “devrimci” şiire de egemen oldu. Sen bu konuda
ne diyorsun?
CY: Bu konuda en iyimser bir analizle denilebilir ki, bu dediğim şiir,
küçük-burjuvanın devrime katılmayı bir “bulunç” (vicdan) sorunu
olarak ele almasından kaynaklanmaktadır. “Bulunç”, ama bilinç değil.
Nitekim, 12 Mart sonrasında bazı ikinci Yenici şairler de bu bulunç
dürüstlüğüyle toplum sorunlarına dokunan yahut dokunmak isteyen,
ama “kan”, “şehit”, “kurban”, “ceylân”dan öte gidemeyen şiirler
yazmışlardır, işin bir başka yanı daha vardır, ikinci Yeni nasıl,
Avrupa ve Amerika modernizminin kötü okunup kötü anlaşılıp kötü
tercümesinden doğmuşsa, bu şimdiki devrimci şiir de Latin Amerika,
Doğu Avrupa ve Rus şiirinin kötü okunup kötü anlaşılıp kötü
tercümesinden kaynaklanmış olmalıdır.
MB: Şimdi devrimci şiirde oldukça yaygın bir özellik, tonalitenin
yüksekliği. Bu, şairin bütün devrimci iyi niyetine karşın, hâlâ
yalnız kaldığının bir kanıtı sayılabilir mi?
CY: Ben -ki sen de eleştiriyorsun- kızıştırıcı ajitasyon şiirinin
olamayacağı, olmaması gerektiği kanısından buraya varmıyorum. Elbet
kızıştırıcı şiir olacaktır. Kitlelerin politize edilmesi için siyasî
eyleme paralel bir kızıştırıcı şiir olacaktır. Ama bu değindiğimiz
örnekte kızıştırılacak kitle, kızıştırıcıdan apayrı bir dünyada
yaşadığı için kızıştırıcı şair sadece kendini kızıştırmaktadır. Bunun
adı ise öz-kızıştırıcılık olsa gerektir. Biz bunun çeşitli
örneklerini gördük. Baltayı bileyim derken, baltayı taşa vuranları
gördük, öte yandan bu, şiirde duygulandırmanın yanlış olduğu anlamına
da alınmamalıdır. Yeter ki bu duygulandırma, bilinçlendirmeye yönelik
bir duygulandırma olsun. Okuyanı kendinden geçirmek için değil,
kendine getirmek için yapılan bir duygulandırma olsun. Pek şairane
bir lâf olacak ama, adını hatırlamadığım bir şairin lâfını anayım.
Adam diyor ki: “Ben, yüreğimle düşünürüm, aklımla duyarım.” Bu
mekanik bir tanımlama olmakla birlikte gerçeğe ışık tutabilir.
Bizdeki terslik ise düşüneceğimiz yerde duygulanmak, duygulanacağımız
yerde de elimiz şakağımızda düşünmek oluyor. Şiirde zekâyı yermenin,
zekâyı şiir-dışı kılma akımının bir nedeni de bu olsa gerek. Oysa
zekâyı şiirden dışarıda tutmak, bu demin dediğimiz iç dinamizmi
kavrayıp dile getirmekte başlıca silâhımızı kendi elimizle düşmana
teslim etmektir. Zaten bunu söyleyenler de, şiirimizin teslimiyetçi
şairleridir.
MB: Şiir, politik açıdan sık sık eleştirilmiş, horlanmıştır; bizde de,
başka ülkelerde de. Konuşmanda çerçevesini çizdiğin tarzda yazılan
bir şiir, politikanın suçlamalarını haksız çıkarır mı?
CY: Politik şiir elbet vardır ve yazılmalıdır. Ama politikanın yöntemi
başkadır, devrimci şiirin yöntemi başkadır, ikisini birleştiren şey
sınıf mücadelesinin tarihî özüdür. Bu tarihî öz çerçevesinde devrimci
şiirle politikanın yapmacık bir güncellik içinde günü gününe atbaşı
gideceğini iddia etmek saçma olur.
Ama öyle dönemler vardır ki bu dediğimiz tarihî öz, devrim
eylemleriyle devrimci şiiri elifi elifine yakın bir birliğe
sokabilir. Devrim öncelerinde, büyük devrim dönemlerinde, büyük
toplumsal bunalımlarda görülmüştür ve görülecektir. Bunu güdümlü
sanat diye kavrayanlar unutmasınlar ki o çeşit şiirleri yazanlar
tarafından güdüldükleri iddia edilen halk iktidarınınbir parçasıdır.
Bu, kendilerini öyle hissetmelerinden değil, öyle olduğu içindir.