Mehmet Ali Birand… Ocak ayında, aramızdan ayrılışının 5. yılı geride kalan usta gazeteciyi; Milliyet’te yaptığı atlatma haberler; 32. Gün gibi özgün bir haber programı; Demir kırat, 12 Mart, 12 Eylül, Özallı yıllar gibi belgeseller; Kanal D Ana Haber’de bizi “Kimselere randevu vermeyin.” diyerek ekrana kitlemesi; gafları; renkli kravat ve saatleriile tanıdık. 32. Gün ekibi ile kıta kıta gezen, haberi bulup çıkartan, Yaser Arafat, Margaret (Demir Leydi) Thatcher, François Miterrand röportajlarını izledik. İlk defa Abdullah Öcalan’ın sesini onunla duyduk, onunla gördük. Peki yakın çevresinin, “Mehmet Ali haber için babasını satar.” dediği bu gazetecinin ailesi, bu süreçte neler yaşadı? Birand’ın yoğunluğu eve nasıl yansırdı? Nasıl bir baba, nasıl bir dedeydi? Ülkenin tabularını derinden sarsan bu gazetecinin başına açılan davalarda eşi, oğlu neler yaşadı? Biz bunların hepsini “Cemroş’um” dediği eşine sorduk. Cemre Birand bizim için “gazeteci eşi olma” konusunu belki de ülkenin en çok fark yaratan gazetecisi olan eşi Birand üzerinden, çok samimi bir şekilde anlattı. Biz bu röportajı yaparken çok keyif aldık. Sizin de keyif almanız dileğiyle… İşte Cemre Birand’ın Memoş’u…
Röportaj: Enis Derdimentoğlu
ENİS DERDİMENTOĞLU (ED):Mehmet Ali Birand çok çalışan, hırslı, kendi tabiriyle “Top (Zirve)” olmak isteyen, durursa öleceğini söyleyen bir gazetecimizdi. Kendisinin bu meslek hırsı eve nasıl yansıyordu?
CEMRE BİRAND (CB): Eve şöyle yansırdı: İş olduğunda bizi hiç dikkate almazdı, iş geldiği zaman bizim üstümüzden atlaya zıplaya işe giderdi, hiç taviz vermezdi. İş onun için her şeyden daha değerliydi, hayatının odak noktasıydı. Aynı zamanda işi geçim kaynağıydı da. İşe verdiği bu şevk ve dikkatle her zaman başarılı ve istediği gibi “Top” olmayı başardı.
“MEHMET ALİ DOĞRULUĞUNUN BEDELİNİ ÇOK BÜYÜK ÖDEDİ.”
ED: Eşiniz hakkında, Andıç Davası olsun, TRT Davası olsun pek çok dava açıldı, kapandı. Kendisi o dönemleri, “Alev alev yandığımı hissettim.” diye anlatıyor. Peki siz o dönemi nasıl anlatıyorsunuz?
CB: O dönem bizim için çok enteresan bir şey oldu. Vehbi Koç aile dostumuzdu. Vehbi Bey dedi ki “Aileni yakın tut, sıhhatine dikkat et, işine devam et.” Mehmet Ali bu öğütleri dinledi. Ailesini, dostlarını yakın tuttu, işine büyük şevkle sarıldı ve sıhhatine çok dikkat etti. Uykusuna da çok dikkat ederdi, uykusunu hiç bir şey rahatsız edemezdi. Tabii çok büyük baskı altındaydı. Günler olurdu, “Şu günler geçse de bitse…” diye düşündüğüm olurdu. Çünkü her akşam eve geldiğinde nasıl bir haberle geleceğini bilmezdim. Ne suratla içeri gireceğini bilmezdim çünkü normalde kapıdan içeri girdiği anda konuşmaya, gününün nasıl geçtiğini anlatırdı. Evin üstünde de çok büyük baskı vardı, sadece bende ya da Mehmet Ali’de değil; oğlumda, ailemde de. Hepimiz o pabuçların tepemize ne zaman düşeceğini bilmiyorduk. Sürekli bir tanesibiter diğeri başlardı. Mehmet Ali doğruluğunun, Avrupai tarzda bir gazeteci olmanın bedelini çok büyük ödedi.
ED: Avrupai tarzda gazeteciliği sanırım Brüksel’de geçirdiğiniz 20 yılda öğrendi.
CB: Tabii. Brüksel’de medeni, Avrupai, enternasyonal gazeteci nasıl olur, onu öğrendi. Nasıl haber kovalanır? Nasıl ilişkiler yapılır? Mehmet Ali’nin haber kaynakları sayılan insanlar ile normal ilişkiler içinde olurduk. Çünkü bu insanlar size ne kadar güvenirlerse o kadar açık davranıyorlar. Bir “dış kaynaklar” dediği, zaman zaman gördüğü kaynakları vardı, bir de devamlı haber aldığı, iyi dostluklar kurduğu kaynaklar vardı. Mehmet Ali’ye güvenilirdi o yüzden. Bu yüzdendir kihaberciliği kolay oldu diyebilirim. Öte yandan şanslıydı da.
“BAYKUŞ GİBİ NE GEZİNİYORSUN EVİN İÇİNDE?”
ED: Türkiye’nin tanıdığı Mehmet Ali Birand’ın dışında, sizin tabirinizle söylemek gerekirse bir de sizin “Memoş”unuz var. Mehmet Ali Birand ile “Memoş”unuz arasında ne farklar var?
CB: Evde komik bir adamdı. Eğlenceliydi, şakalar yapardı, çok şefkatliydi. Her zaman sevgi dolu bir insandı. Zaman Zaman karalara bürünürdü. Ben de ona, “Baykuş gibi ne geziniyorsun evin içinde?” derdim. O hallerini ciddiye almazdım, hep onu yumuşatmaya çalışırdım. Karalar bağlamadığı zamanlar ise dediğim gibi çok eğlenceliydi, şakalar yapardı. Bir arkadaş ortamında orta noktamız hep o ve yaptıkları olurdu.
ED: Denizci eşlerine hitaben, “Denizcinin parası pul, karısı dul.” diye bir söz vardır. Sizce gazeteci eşleri için bu söze yakın bir söz var mı? Mesela mesleğinden arda kalan boş zamanlarınız, yaz tatilleriniz nasıl geçerdi?
CB: Bir de şu var: Tekneyi aldığın zaman çok sevinirsin, tekneyi sattığın zaman çok sevinirsin. Tekne aldığımız zaman çok sevinmiştik, Mehmet Ali’nin vefatından sonratekneyi sattık, yine çok sevindik. Çünkü o bir kuyu içine parayı atıyorsunuz. Onun dışında Mehmet Ali denizi çok severdi. Gençliğimizde arkadaşlarımızla yaptığımız yolculuklar, deniz seyahatlerini hep o organize ederdi. Tekneyi bulur, kaptanı ayarlar, rotayı belirlerdi. Daha sonraları kendi teknemiz olduğunda. Sabaha karşı saat 6’da,güneş doğarken tekneyi alır, ikimiz denize açılırdık. Sonra tekne büyüdü kaptan geldi. Böyle denize açılmalarımız onun için hayatın en güzel anlarıydı. O teknede insanlardanuzak, kitabıyla, müziği ile çok memnundu. Gazeteci eşine ithaf edilen söz ise, “Gazetecinin karısı hep yalnız.”, “Gazetecinin karısı hep metresli, metres de gazetecilik.”
“ÇOK GÜÇLÜ VE KISKANÇ BİR METRESİM VARDI.”
ED: Peki bu metresiniz varken evlilik nasıldı?
CB: Evet, çok güçlü ve kıskanç bir metresim vardı. Çok vakit alan bir metresti; ama çok zenginde bir metresti, para da veriyordu bize. O bakımdan tamamıyla kötü görünen bir metres değildi; fakat onunla çok vakit harcanıyordu. Ama onunla yaşamayı öğrendik sonunda. Yaşamayı öğrendik; çünkü hayat tarzımız böyleydi. Ben başka hayat tanımadım. Evlendim, bu hayatın içine düştüm. Ailem gazeteci bir aileydi, kardeşlerim basındaydı, ben başka bir hayat bilmedim. Ticaret ya da memuriyet hayatını hiç görmedim. Gazeteci aileden geldim, sonuna kadar da öyle oldu.
ED: Eşiniz tüm dünyayı gezdi. 8 ay Milliyet Gazetesi’nde Genel Yayın Yönetmenliği yaptı ki siz Brüksel’de kaldınız o sürede. Rusya’da, Brüksel’de ilk gazete bürosunu açtı, 32. Gün’ün ilk zamanları Ankara-Brüksel arası gitti geldi. Bu süreçlerde onu beklemek zor muydu?
CB: Hayır. Çünkü ben de çalışıyordum. NATO’da çok iyi bir işim vardı. Bir evim, aile düzenim, okula giden bir çocuğum, arkadaşlarım vardı. Mesuliyetlerim, kendi sorumluluklarım vardı. Onun için bu süreçlere, öyle hayata alıştık. “Niye böyle?” diye de hiç soru sormadım bu hayatta. Böyle bir hayattı, böyle devam etti. Yaşadığımız güzel hayatın bedeli de buydu. Ama dediğim gibi hiçbir zaman sorgulamadım. İstemediğim çok şey oldu, “Yapma, etme.”dediğim; ama oldu. Dinler gibi görünürdü Mehmet Ali…
“MEHMET ALİ VAR OLMAYAN BİR BABAYDI.”
ED: Mehmet Ali Birand, bu kadar mesleki yoğunluğunun arasında nasıl baba, nasıl bir dedeydi? Can Dündar’ın “Birand” kitabında, oğlu Umur’u işi yüzünden çok boşladığı, bu hatayı torunu Umberto Ali’de telafi etmeye çalıştığı ibaresi geçiyor.
CB:“Var olmayan bir babaydı.” diyebilirim. Umur’un bütün mesuliyeti benim üzerimdeydi. Çok seyahat ettiği için Umur’u devamlı takip edemiyordu; ama mesela haftasonları onundu. Toparlar, getirir, götürürdü. Biraz da bu vicdan azabından olsa gerek. Yani ben Mehmet Ali’nin Umur’la pek yerde oturup oyun oynadığını hatırlamıyorum. Ama büyük bir sevgiyle bağlıydı oğluna.Türkiye’ye döndükten sonra Galatasaray’da bir birleşme yaşadılar. Baba-oğul Galatasaray maçlarına gide gele aralarında bir yakınlaşma oldu. Umberto doğduğunda, oğluna veremediğiilgiyi ona verdi. Onların evi bize çok yakın, Anadoluhisarı’nda oturuyorlar. Her sabah araba yollatıp çocuğu kaçırtırdı. Öğleye kadar oynarlardı, sonra Umberto evin içinde dönüp dolaşırken o da yazısını yazar, kahvesini içer, öğleye kadar onunla vakit geçirirdi. Haftasonu da mutlaka Umur’a telefon eder, “Ne yapıyorsunuz?” diye sorardı. Bu aslında “Çocuğu getir.” mesajıydı. “Sen gelsen de gelmesen de çocuğu getir.” demekti. Her pazar da nereye giderlerse gitsinler bize bir uğrarlardı. Yazları da beraber otururduk. Umberto’nun 2 sene büyümesini gözlerimizle gördük, çok güzeldi. Mehmet Ali, Umberto’nun kendisine şans getireceğine inanırdı.