Ankara Gazeteciliği, İstanbul Gazeteciliği gibi gazetecilik mesleğinde neredeyse özerkliğini ilan etmiş durumda. Mesleğin önemli duraklarından birisi olan Ankara Gazeteciliği, özellikle de Parlamento Muhabirliği birçok gazeteci ve gazetecilik öğrencisinin hayallerini süslüyor. Türkiye’de gazetecilik en zor mesleklerden biri olarak görünüyor. Ankara’da çalışmak ve başarılı olmanın keyfinin yanında başlı başına zorlukları da mevcut. Özellikle de günümüzde. Ankara Gazeteciliğinin genç isimlerinden olan, aynı zamanda Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın (TGS) Ankara Şubesi Başkanlığı’nı yürüten Cumhuriyet Gazetesi Muhabiri Sinan Tartanoğlu ile Ankara Temsilcimiz Merve Gökhan bir araya geldi. Siyasi ve ekonomik baskıların meslekte varlığını ciddi şekilde hissettirdiği günümüzde her şeye rağmen gazetecilik yapmaktan büyük keyif alan Tartanoğlu’yla Ankara Gazeteciliğini, Cumhuriyet Gazetesi’nin durumunu, yayın yasaklarını, TGS’yi, ve gazetecilik öğrencilerine tavsiyelerini konuştuk.
Röportaj: Merve Gökhan
MERVE GÖKHAN (MG) : Ankara gazeteciliği günümüzde baktığımızda gazeteciliğin özel bir alanı gibi oldu. Peki nedir Ankara gazeteciliği? İstanbul veya Anadolu gazeteciliğinden farkları neler?
SİNAN TARTANOĞLU (ST) : Ankara’da konuştuğumuz için Ankara gazeteciliği işin esası; çünkü bürokrasi burada, devlet burada. İstanbul’da ve Anadolu da olabilecek her şey, haberde esas ne olacağına ilişkin haberler Ankara’da. Bakanlar Kurulu oluyor, sonra Başbakan Yardımcısı çıkıyor “Şunu şöyle yapacağız, böyle bir taslak geldi.” vs. Pazartesi olur Bakanlar Kurulu; salı, çarşamba, perşembe, bundan sonra diğer ne olacağını yazarsın, Ankara gazeteciliğinin özü budur. Meclis’te dün bütçe görüşmeleri vardı, bütün gündem bundan dolayı Ankara’dan yürüdü. Bütün liderler burada ve “İstanbul’da ya da Anadolu’da, yurt dışında şu oldu.” deyip Meclis’teki bütçe görüşmelerini görmeyecek bir gazete yok. 29-30 tane ulusal yayın var, kaçamazlar Meclis’ten. Ankara ve İstanbul tartışması ezeli bir tartışmadır. Gazetelerde çok da isterler, mümkün olduğunca İstanbul’u verelim; ama mümkün değil, kaçamazlar. Vatan Gazetesi’nin Ankara bürosunun fiilen kapalı olması, sadece temsilciyle çalışıyor veya birtakım havuz kullanan gazetelerin çıkması… 3-4 gazete zaten o gruba bağlı, diğer bir gazetede muhabirler çalışıyor, diğer gazete onun yaptığı haberleri kullanıyor. Mesela Posta gazetesi, Hürriyet’in yaptığı haberleri de görüp alabiliyor. Bu biraz da Ankara gazeteciliğini öldürebilecek bir sistem mümkün olduğunca,“Ankara’yı öldürelim, böyle de çalışabiliyoruz.” sistemi mesleğinde tehlikelerinden biri.
Parlamento Muhabiri Olabilmek İçin…
MG: Ankara deyince akla hemen parlamento geliyor. Parlamento muhabirliği meslekte önemli bir durak. Peki parlamento muhabiri olmak nasıl bir şey? Zorlukları ve avantajları neler?
ST: Basın kartı alma için belli bir süre var, zaten kadro alana kadar belli bir süre geçiyor. Bir muhabir gazeteye başladığında, Meclis muhabiri olabilmek için meclis kartı var; basın kartının dışında onu alabilmek için de 5 yıl beklemek gerekiyor. 5 yıl meslekte fiilen basın kartlı bir şekilde çalışman gerekiyor ki Meclis’e girebilesin ve orada haber yapabilesin. Bu Meclis’in kuralı, Meclis’in Parlamento Muhabirleri Derneği ile birlikte geliştirdiği bir kural. Buraya gelen bakana, milletvekiline, gerekirse başbakana soru soracak biraz daha nitelikli, deneyimli olsun mantığıyla bu kural getiriliyor. Bunun dışında Meclis’in şöyle bir artısı var; Milli Eğitim Muhabiri, Sağlık Muhabiri, Başbakanlık Muhabiri, bunların hepsi haber yazabilmek için bir şekilde kaynağa ulaşmak zorunda. Ama Mecliste haberde haber kaynağı da muhabir de aynı çatının altında, dolayısıyla biraz daha kolay gibi gözüküyor parlamento muhabirliği. Ama öbür taraftan da iş yükü çok, her dakika genel kurulda çalışma var. 15-20 tane komisyon var, milletvekilleri orada ve her an bir problem çıkabilir. Muhalefet vekili problem çıkarmak için zaten orada, muhalefet vekillerinin yapıp ettikleri bir şekilde haber. Çok fazlaca yoğunluğu var Meclis’in. O yüzden hemen hemen her gazetenin Meclis bürosunda iki-üç muhabir vardır; dörde, beşe, altıya kadar çıkabilir. Başbakan gelecek ve akşama kadar sürecek. Zor izlenir, problemi çoktur, gecesi gündüzü yoktur; ama ona göre kolaylıkları da vardır. Ben Meclis muhabiri olmak isterim. Ancak randevu alırsan birilerinden, danışmandan, ancak gidebilirsin Meclis’e, bu yüzden Meclis gayet rahat.
MG: Parlamento muhabirinin, parlamento içerisinden açıklananların dışında başka kaynakları var mıdır?
ST: Tabii ki. Parlamento yeter; ama başka uzmanlar, danışmanlar vardır. Bir şekilde ülkedeki problemli konu Meclis’e geldiği için, her yere elini uzatabilir; ama bir yandan da gazetelerin her alanda muhabiri olduğu için paslaşılabilir. Milli savunma ile ilgili bir durum varsa, ordu muhabirine pas atılır; çünkü onun daha iyi bildiği bir alan olduğu için. Meclis muhabiri orada hata yapabilir veya ekonomiyle alakalı bir yasa gelir. Ekonomi muhabiri, Meclis muhabiriyse bir profesörü arayarak ona yorumlatabilir veya dış gündemle alakalı bir durum için elçiyi aratıp yorumlatabilir.
“Türkiye’de Gazetecilik Yapmak Çok Zevkli Bir Şey”
MG: Ülkemiz gazeteciliğin zor koşullar altında yapıldığı bir ülke. Aynı zamanda gündemin hızlı değiştiği bir ülkeyiz. Dünya siyasetinde ve coğrafyasındaki yerimiz de malum. Bir bütün olarak baktığımızda Türkiye’de gazetecilik yapmak nasıldır? Bu koşullar altında gazetecinin görevleri nelerdir?
ST: Bu sorunun karşısında hep bir hapis veya ölüm olduğu için soruyu iki türlü yanıtlamak gerekiyor. Aslında hep olmayabilir de ceza veya ölüm. Türkiye’de gazetecilik yapmak çok zevkli bir şey; çünkü problem çok, problemle didişen yetenekli insan çok, o problemi sürekli olarak yaşatmak isteyen çok, çözmek isteyen de çok. Dolayısıyla haberin bütün unsurları oluşmuş oluyor Türkiye’de. Hatta anında oluşup anında bitiyor. Başkanlık sistemi tartışması bile 15 Temmuz ile kesilmişti, MHP lideri araya girmeseydi belki hiç gelmeyecekti, bilmiyoruz bunu. Başbakanlığı döneminde Davutoğlu da çok az bahsetti Başkanlık sisteminden, orada da kesinti oldu. İşte 1-1,5 yıl bir haberin en fazla gündemi, o da olmadığı için olduktan sonra zaten kalmayacak tartışması bitti. Yine 1-1,5 yıl önce Passolig’i tartışıyorduk, Yargıtay’a geldi, mahkemelere geldi, bitti artık, haber değeri kalmadı. Herhangi bir problem hemen tükeniyor; ama güzel olan veya kötü olan başka bir problem başlıyor. Bütçeyi tartışıyoruz, bakıyorsun geçmiş bütçelerde ne olmuş, aynı şey tartışılmış hemen hemen. Gazetelerin 20 yıl önceki eğitim haberlerine bakın, yine İmam Hatip tartışması, yine Kuran-ı Kerim tartışması var. Başlıkların hemen hepsi aynı, liselerin tamamı İmam Hatipleşecek. 2015’te de Cumhuriyet Gazetesi’nin haberinde tüm liselerin İmam Hatipleşeceği haberi var. Artık bitmek üzere; çünkü gerçekten liselerin tamamı İmam Hatipleşmek üzere; ama 15 yıldır haber, aynı haber.
Her şey çok siyasallaştığı için mesleğin kendisi de çok siyasallaştı. Siyasetle uğraşmak başka bir şey; ama işin özünün siyasallaşması ister istemez hem siyaset yapanları bir kategoriye koyuyor hem gazeteleri bir kategoriye sokuyor. Cumhuriyet Gazetesi’nin başına gelen son olay… Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan konuyla ilgili konuşmadı, Başbakan yardımcılarından biri konuştu, diğeri konuyu geçiştirdi. Ama Cumhuriyet Gazetesi’nin karşıtı olan gazeteler onlardan daha çok konuştu, yazdı. Belki hükümetin hiç öyle bir planı yok, gerçekten bağımsız işleyen bir yargı süreci var; ama onlar kraldan çok kralcı olma durumundalar. Erdoğan’dan çok Erdoğancı… Cem Küçük “biz” diye konuşuyor,“Biz şu gazetenin, şunların elinde olmasını istiyoruz.” diyebiliyor. Daha kötüsü bu dediği oluyor, dolayısıyla problem hem okurun hem haberin, haber kaynağının çok fazla siyasallaşmış, kutuplaşmış ve bütün dünyaya kategoriler içerisinden bakmasından başlıyor. Evrensel değerler, ilkelere göre hareket edebilen insan, haber kaynağı, siyasetçi ve muhabir çok az.
MG: Bir dergiye röportaj veren Cumhurbaşkanı Erdoğan “Türkiye’de basın özgürdür. Aksini iddia edenlerin basın özgürlüğünden anladıkları, eskisi gibi hükümet kurup hükümet yıkan bir medya gücüne sahip olmaksa, bunun olmayacağı bir Türkiye’de yaşıyoruz.” dedi. Bu konu hakkında neler söylemek istersiniz?
ST: Erdoğan ile ilgili hatayı şurada yapıyoruz: O kendi muhaliflerine konuşmuyor, hedef kitlesi biz değiliz. Hedef kitlesi sadece kendi tabanı, dolayısıyla onlar için basın özgürdür veya ne diyorlar? Türkiye huzur adası. Bu kadar problem var, sokakta kaç kişi şikayetçi? Biz “Şu eylemde polis gaz sıktı, dağıttı, her türlü demokratik şikayet mekanizması engelleniyor.” diyoruz da o eylemlerde görüyorsunuz; ama bir takım teyzeler, amcalar çıkar “Ne yapıyorsunuz burada?” şöyle böyle söylenir. Bütün bir toplum, bunlar “kadrolu itirazcılar” diye bakarsa, aslında kendisini de şikayet eden şeyleri çoktan unuttuysa, Türkiye huzur adası. Çok zekice, tam sağ politikalar ürünü siyasi laf. İşte nedir? “Bunlar terörist.”Burada itiraz edilen yargılamaların yöntemi. Bize şöyle sorular geliyor: Hükümet sizi “terörist” diye damgalıyor, halka karşı kendinizi nasıl savunuyorsunuz? Savunmuyoruz, iddiayı ispatlamak iddia sahibinin yükümlülüğüdür. Bülent Ecevit Başbakan iken, Bülent Ecevit’in hastalığıyla dalga geçilip “Böyle Başbakan mı olur, bu mu yönetecek ülkeyi?” gibi küçük konular üzerinden çok büyüten yine aynı medyaydı ve bir şekilde o süreç AKP’yi de getiren süreç oldu. Ekonomik kriz vardı, yazar kasa fırlatıldı, anayasa kitapçığı fırlatıldı; ama bu da onu destekleyen süreçti. Yazar kasa da o dönemde manşet olmuştu, o zaman hiçbir hükümet yetkilisi çıkıp da “Siz bizi devirmek istiyorsunuz, böyle bir basın yok, siz teröristsiniz.” demedi. Yazar kasa bir ülkede başbakanın ayağına fırlatılıyorsa bu dünyanın her yerinde haberdir, bunun teröristliği de hükümet devrilmesi de olmaz. Sen “Bu adam niye fırlattı?” demek yerine, “Fırlatanı kim, niye haber yaptı?” diye araştırıyorsan, dediğim gibi basın her yerde özgür. Gazeteci olanı görüyor, yazısını yazıyor; ama sen onu yazınca eleştirmiş oluyorsun, eleştirince de yıpratmış oluyorsun, yıpratınca hükümeti devirmek istemiş oluyorsun. Ama yapıyorsun, ben de eleştiriyorum sen yapınca, “Ben eleştirmeyecek miyim?” diyecek olan benim. Bir de sen sadece eleştirmiyorsun, hapse attırıyorsun. Sosyal medyada bir şekilde linç oluyor, belki hapisten daha yıpratıcı bir şey, bütün mekanizmalar sende, bende sadece eleştirmek var, dolayısıyla ben sadece manşet ve haberle eleştirebilirim. Ama sen benim eleştirdiğimi, eleştirme gücünü yaptığımı söylerken elinde her türlü silah var, yine eşitsiz bir durum var.
“Yayın Yasağı, Haberleştirme Yasağı Değil”
MG: Ülkemizde yaşanan olağanüstü durumlarda yayın yasağı getirilmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?
ST: 13 Aralık’ta ben dahil 3 muhabir arkadaşımız Kızılay patlamasında yayın yasağını deldiğimiz gerekçesiyle İstanbul’a gidip yargılandık, 2 ile 4 yıla kadar cezası falan çıkıyor. Trabzon’da bir vatandaş şikayet etmiş, savcı bunu ciddiye almış. Biz gittik, savunmamızı verdik. Biz alandaydık, yayın yasağı olması bizi çok şey yapmaz çünkü; yayın yasağı geliyor, gazeteciler bunu bilmek zorunda değil. Yayın yasağı geldi diye alandan ayrılan, “Yayınlayamayacağız.” diye giden bir gazeteci yok. Gazeteciler de, muhabirler de yine çeker. Yayın yasakları genellikle televizyonlarla ilgilidir de adı üstünde yayın yasağı, haberleştirme yasağı değil. Bizim polislerimiz onu çok iyi fark etmişler, alana almayacak, “Yayın yasağı var zaten.” diyor, “Niye girmek istiyorsun?” Yayın yasağının koruyucusunun, savunucusunun ve yerine getiricisinin, polisin kendisi olduğu mahkeme var. Mahkeme RTÜK’e gönderiyor, kabul ediyor, yayınlıyor. Her zaman yavaş işleyen bürokrasi hızlı işliyor, sokaktaki polise kadar gidiyor o iş ve seni böyle engelliyor. Yayın yasağının mantığı olay yeriyle ilgili bir şekilde halka korku salacak fotoğrafların çekilmemesi vs. Benim amacım halkı korkutmak olamaz. Yayın yasağını delelim diye gitmedik ki biz, patlama oldu ve koştuk. “Suç işlemek amacıyla haber alanına gitmek” diye bir şey yok, bunları yazdım sonuçta, “Yayınlayan biz değiliz.” dedik, biz haberi topladık, İstanbul’a gönderdik onlar bastı. Savcının suçlaması şu: Kaçamaklı ikrar. Sen bu ifadeyi verdin, ama sen işlediğin suçu biliyorsun, ben seni çağırdığım için orada üstünü kapatmaya çalışıyorsun. Bir anda 1-2 yıl daha çıktı. Hapis cezası, kaçamaklı ikrar yayın yasağının sonuçları bu; ama yayın yasağı yüzünden hapse gireni görmedik henüz en azından. Yayın yasağının cezası para olmuştur herhalde. İnsanlarda şöyle bir psikoz oluştu: Sert bir açıklama yapılacaksa cumayı beklerler ki borsa hareketlenmesin bu bir ön kabuldür. Bizde de öyle bir psikoz oluştu ki orada yayın yasağı varsa, daha başka bir şey var. Örneğin; 2 ölü var diye açıklama yaparlar, sonra yayın yasağı gelir, anla ki 2 değil, daha fazla. İkinci sonuç şu; yayın yasağı var. Ama Başbakan yardımcısı orada konuşuyor. Başbakan Yardımcısı konuşurken orada yanan yurt binasını göstermeyecek, bu mümkün mü? Stüdyoya gitsin, niye orada konuşuyor? Orada olmanın işlevselliği Başbakan Yardımcısının işine yarıyor da medyanın işine yaramayacak mı? Yayın yasaklarının böyle bir sürü saçma tarafı var, hiçbir zaman da işe yaradığını hatta büyük televizyon kuruluşları dışında uygulandığını görmedim. Biz uygulamıyoruz, yine işimizi yapıp yine kurallara uymaya çalışıyoruz; ama aksi mümkün değil. Haber başka nerede ulaşacak ya da bilmiyor mu katliamda şu kadar kişinin öldüğünü, görmedi mi orada olanların fotoğrafını? Mesela benim anneannem görmedi; ama toplum anneannemden ibaret değil. Onun dışında Twitter’da görüldü zaten. Gideceğiz, ifademizi vereceğiz; ama ne diyeceğimizi bilmiyorum. “Siz neden yayınladınız?” derse ne diyeceğiz? Çünkü gerçekten ben yayınlamadım, benim orada imzam var sadece, o kadar. Fotoğraf, foto muhabirimize ait bile değil, Twitter’dan alınmış; çünkü o fotoğrafın bir fotoğraf makinesinden çıkmasına imkan yok. Telefondan o karanlıkta alevlerin ışığından faydalanılıp çekilmiş bir fotoğraf o. Twitter’da görülmüş ve konulmuş, bu kadar; ama o foto muhabiri de yargılanıyor. Biz haber yazdık, imzamız var; ama adamın çektiği fotoğraf yok gibi bir saçmalık.
TGS’nin Ankara’daki Çalışmaları
MG: TGS’nin Ankara’daki çalışmaları hakkında bilgi verir misiniz?
ST: Bir sendikanın yapması gereken ilk iş üye kazanmak; örgütlülüğü artırmak; tüm iş yerlerinde toplu sözleşme yapıp üyelerinin ve çalışanlarının yaşam standartlarını, patronun sınırsız istekleri karşısında biraz daha yükseltebilmek. Bizdeki problem çok daha büyük, sendikanın her iş yerine girmesi çok kolay değil. Toplumda sendika korkusu var. “Ben sendika üyesi olursam, patron bana bir şey yaparsa…” gibi. Üyelik ve sözleşme her zaman patron ve işçi arasında sorun yaratabilir; ama sendikalar sansür yayın yasağı gibi. Sendikalar da siyasallaşmıştır; ama burada siyasallaşmaktan kasıt siyasetçiymiş gibi davranmak, anlık tepkiler anlamında söylüyorum. En çok değindiği, işinden atılan gazeteciler, o bile geriye düşürüyor, bir sürü kapatmalarla falan uğraşıyorsun, işten çıkarmalarla uğraşıyorsun. Üye yapacaksın, örgütleneceksin ki öyle bir basın açıklaması yaptığında daha güçlü olsun; ama onu da kolay kolay yapamıyorsun. Eskiden şöyleymiş: Kadroyu alan sendikalı da oluyormuş, biz şimdi onu oturtmaya çalışıyoruz. Basın kartı alabilmek için nasıl kadrolu olmak gerekiyorsa, “Gerçekten gazeteci olabilmek için de sendikalı olmak gerekiyor” mantığını oturtmaya çalışıyoruz. Haberin kuralı var ya, 5N-1K onun yanına da 1 S koymuşlardı. Haberin daha güçlü olsun istiyorsan, 5N-1K kuralını koyacaksın; ama bir de sendikalı olacaksın. 5N-1K-1S, bu kampanya çok iyiydi ve sendikanın üye sayısını da artırdı, bir yerlerde toplu sözleşmeler de yapıldı. Mantık ve o slogan çok iyi oturmuştu. Sendika bir dernek değil, yandaş diyebileceğimiz bir gazeteye sendika yandaş demez, orada herkesin göreceği sakınca sadece patron baskısı, en fazla onu da daha fazla örgütlenerek aşabileceğimizi düşünüyorum. Biz keşfetmedik örgütlenmeyi, bin yıldır var ve o zaman da patron korkusu vardı. Metal fabrikasındaki işçiler örgütleniyor. Sonuçta bir sendika kanunu var, bir iş kanunu var. “Bu kanun şu sendikayla daha işliyor.” diye bir şey yok. Sendika zaten o kanunun daha mantıklı işlemesini sağlayan aracı, bir örgüt dolayısıyla herkesin sendikalı olmasını işin kuralı haline getirmek gerekiyor.
Gazeteciler Neden Örgütlenmeli?
MG: TGS’nin gazetecilik mesleği üzerinde etkileri neler? Yeterli buluyor musunuz? Gazetecilerin örgütlenmesi neden önemli?
ST: TGS, bu mesleğin en eski sendikalarından biri. Gazetecilik, muhabirlik, medya denildiğinde, orada bir örgütlenme adı geçiyorsa herkesin aklına gelen TGS’dir. Bir yanda Medya-İş tampon bir şekilde sendikayı kurdular, Medya İş’e gitmiyor kimse, yine TGS’ye geliyorlar. TGS’nin bağlı bulunduğu konfederasyonlarla ilgili eleştiriler olabilir; ama yine akla TGS geliyor. İnsanların aklındaki küçücük kuşku giderildiği an, o zaman meslekte de çok iyi olacak sendika. Sendika etik bir ilke belirler, şuan tartışılan “iyi gazetecilik-kötü gazeteciliği” ayıracak olan da sendikadır. Bir yaptırım gücü olduğundan değil, etik ilke yayınlar ve bunu uygular. Sendika sadece işten çıkarılan bir işçi için, bir gazete kapatıldığı için veya bir gazeteci hapse girdiği için değil, yandaş bir gazetenin yaptığı haber değerini aşmış manipülatif haberle ilgilide açıklama yapabilir. Böyle şeyler de yapabilmeli. Hem patron baskı yapıyor hem iktidar, ikisinin de araçları bambaşka, ilk defa olmuyor; ama ikisinin de şiddetle uygulandığını belki ilk defa görüyoruz. Sendikanın da ne kadar örgütlenirse örgütlensin, bu iki silaha karşı durabilmesi çok zor, sadece üye sayısını artırarak olabilir. Aynı konfederasyonun metal fabrikasındaki sendikası, yüzbinlerce üyesi var, kim ne yapabilir? Üyenin olmadığı yere kadar ulaşabilen sendika olması gerekiyor. Anadolu Ajansı’nda bir problem olduysa senin haberin olacak, habercisin ve sen gerekirse gidip oranın patronuyla konuşabilmelisin. Üyesi olsa da olmasa da örgütlülüğün anlamı bu; ama üyesi olursa daha güçlü olur, diğer türlü patron “Sanane!” diyebilir. Devlet, terör suçuyla hakkında soruşturma açılsa bile hüküm değil,“Ben Basın İlan Kurumu’nun yardımını keseceğim.” diyor. Sendika orada müdahil olmaya kalksa “Seni ilgilendirmiyor ki atılan sen değilsin.”Diyebilir; ama sen örgütlü olsan hiçbir mahkeme onu diyemez. Örgütlülüğün her anlamda faydası var.
Cumhuriyet Gazetesi’ne Yapılan Operasyonlar
MG: Cumhuriyet Gazetesi’ne yapılan operasyonlar… Nasıl değerlendiriyorsunuz? Şuanda durum ne gazetede?
ST: Şuan gazetedeki durum, yöneticilerinin eksilmiş olması itibariyle yine haber yapmaya çalışan bir grup insan, bürolardaki durum bu. Ben 6 yıldır çalışıyorum; ama son 5-6 aydır bir problem var gazeteyle ilgili. “Şu şekilde veya bu şekilde oldu.” tartışmasının ötesine geçtiğini düşünüyorum; çünkü abuk subuk suçlamalar getiriliyor. Subliminal mesaj, ben anlamını bilmiyorum, bir sözlük karşılığı var; ama savcı gerçekten o anlamda mı kullanıyor o kelimeyi? MİT tırlarıyla ilgili olmuş, yok şununla ilgili olmuş, artık yapılan suçlamaların ötesinde bir şeyin olduğunu düşünüyorum. Belki kayyum gelirse diğer muhabirler “Cumhuriyet’in başına da bu geliyorsa biz bir duralım.” diyebilir. Olmaması gereken bir şey; ama alttan alta bu durum oluyordur. Ama bu mudur, bilmiyorum; ama işe de yarıyor onlar açısından. Gazeteyi doğrudan doğruya kapatmadıkları sürece bence özünde bir şey değişmez. Yine çıkıyor, gazete yine yapacağını yapıyor, yine sinirlendiriyor. Zaten bir şeyin olup olmaması Cumhurbaşkanı’na bağlı olduğu için az önce de belirttiğim gibi Cumhurbaşkanı konuşsaydı çok farklı olurdu. Hemen sosyal medya işleyecekti, hemen köşe yazarları yazacaktı, Cem Küçük daha rahat konuşabilecekti. Artık gelmiş olacaktı talimat. O yüzden söylüyorum ve süreç daha hızlı işleyecekti, daha sert olacaktı. Şimdi iddianame bekliyoruz, “Gel beni yargıla.” diye bekleten bir sistem var. Sendika sorusuna bağlı olarak “Biz bu işyerinde cesaret var.” diye pankart astık, çok güzel, çok zekice; ama bir sendika bir işyerinin duvarına normalde “Bu işyerinde grev var.” diye pankart asar. Ama öyle bir noktaya gelinmiş ki sendika “Burada cesaret var.” diye ilan etmek durumunda kalıyor. Buda örgütlenme açısından bir parantez.
MG: Siyasetin merkezindesiniz. Yaptığınız herhangi bir haber nedeniyle siyasi baskı ya da tehdit aldınız mı?
ST: Birtakım çok göz önünde olanlardan yumuşak bir yargılama süreci oluyor; ama ben bunu doğrudan baskı ve tehdit olarak görmedim. Kılıçdaroğlu diyor ya “Gazeteci mi olacaksınız? Ozaman Silivri’de yeriniz hazır.” Hayır, yok öyle bir şey. Hiç kimse mezun olurken böyle olumsuz bir görüşle mezun olmaz, sabah işe giderken de gerçekten tutuklanma riski olsa bile böyle düşünerek gitmez. İnsanın psikolojisiyle alakalı bir şey, ben kendi açımdan böyle bir tehdit ve baskı görmedim. Diğer arkadaşlar açısından görebiliyorum bunu, “Şöyle yazma.” diyerek birlikte haberin boyutunu göremeyebiliyor insan. Belgenin doğruluğuna, haberin içeriğine takılmıyor insan, belgenin gizliliğine de takılmıyor; ama kendi kendine gizli bir belge üretip bu yazının altına benim imzamı koymuşsun,TCK 301’e kadar gidiyor konu. Biz bu belgeye kişinin imzasını koymasak bile yine açılacak o dava, dolayısıyla bir tehdit algısı, çok rahat yazmıyoruz. Yanlış yazmak var, “Acaba haberi doğru yazdım mı, bu haberle mağdur oluşturuyor muyum?” gibi bir baskı da mesleğin gerektirdiği baskı. Yazdığın haberin doğruluğuna %100 inanmakla birlikte çıkıyor, atıyorum Milli Eğitim Bakanı açıklama yapıyor, “Haber yalan.”demiyor. Bir söylem vardı, “sistematik karalama kampanyası” Ben sistematik haber yapmıyorum ki işim sistematik değil. Sistematik karalama kampanyası diyen Rabiacı gelsin de gazetecinin işine baksın, kaç gazeteci sistematik bir kampanyanın içerisine girebilir? Birbirimizle anlaşamıyoruz ki. Sabah gelsin, bir girsin tüm gazetelerin, medya kuruluşlarının toplantılarına, sistematik bir kampanya var mıymış, mümkün değil. Haberle kampanya olmaz, mutlaka bir şekilde çatlar. Ama şunu söylersen, “Beni eleştiren ve canımı sıkan herkes bir kampanyanın içinde.”, o zaman sende bir kampanyanın içindesin, kutuplaşma dediğimiz şeyde bu.
MG: Gazetecilik öğrencilerine tavsiyeleriniz nelerdir?
ST: Bir Fatih Altaylı, Ertuğrul Özkök olunmayacaksa ki o da zaman zaman soru işareti oluşturabilir, parası azdır, zamanı yoktur; ama daha zevklisi de yoktur. Gazetecilik öğrencisi gazeteci olmayıp ne yapabilir? Birtakım PR işleri, sosyal medya yöneticiliği. Başka da bir şey yok. “Ya bu meslek çok kötü, seçmeseydim.” demek yerine biraz daha olumlu bakmak gerekir. Gerçekten söylüyorum çok büyük bir zevk, hiçbir dakikan boş olmayabilir, doğru dürüst uyuyamaz, sinemaya gidemez; ama ona rağmen gazeteci olmak bir zevk. Çok sıkıntılı, evet; ama kendi haberini görünce, haberine yanıt verildiğini görünce, karşılığının bulunduğunu görünce daha zevklisi yok. Para gerekli mi? Evet gerekli, ülkemiz refaha kavuşursa daha fazla iş imkanı olacak; çünkü bu iş bitmez. Kağıt gazetecilik bitti diye tartışıyorlar, evet insanlar gazete almıyor; ama bitmedi, bitmez de, habere ihtiyaç bitmez. Senin para alanını yok edecek şeyler çoğalabilir, Twitter gibi; ama sen de oraya yöneleceksin. Haber bitmez. Sıkıntı her meslekte var, stajyer avukatta yok mu, ama gazeteciliği eleştirmek işin kuralı olmuş.
MG: Röportajlık okurlarına ne söylemek istersiniz?
ST: İşin her doğrusunu mutlaka her gazetecinin bulması lazım. Ben “İlk muhabir mi olsam?” diye düşündüğümde, Ergenekon davaları vardı. Her gazete her şeyin tam boyutunu vermemekle övünür, ya böyle değil aslına bakarsan. Okurlara söylenebilecek tek şey, her zaman daha fazlasını istemeliler, sizlerden, bizlerden. “Bunun arkasında ne var ki?”, o soruyu sorarken bakıyorsunuz o bilgiyi üretmiş, aslında sana sadece doğrulatması kalıyor. Haberin bilgi olduğunu unutmadan, sürekli “Bunun arkasında ne var?” diye bu bilgi akışı sağlanırsa, bu 10 yıl sonra da 100 yıl sonra da olsa o soru işareti giderilecek. O zaman bizim mesleğimiz de daha canlı olacak, bizde daha mutlu olacağız, hükümetler bu kadar fütursuz olmayacak, örgütlenmesi de daha iyi olacak. Mnemli olan o bilgi akışını devam ettirebilmek.