Gazeteciliğin aslında her zaman tartışılan sorunlarının dışında bir sorunu daha var: Gazetelerin, ticari faaliyetlerin yürütüldüğü bir organa dönüşmesi. Peki nasıl kurtulur diye merak ediyorsanız bizde bu sorularımızı Vatan Gazetesi muhabiri Çağdaş Ulus’a yönelttik. Beraberinde Türkiye’deki gazetecilikten, mesleki tecrübelerinden, bugün uygulanan OHAL’e kadar pek çok konuyu’da ele aldık ve önemli noktalara değindik. Bilgilendirici bir röportaj olması dileğiyle. Keyifli okumalar efendim.
Röportaj: Seda Özdemir
SEDA ÖZDEMİR (SÖ): Gazeteciliğe nasıl başladınız?
ÇAĞDAŞ ULUS (ÇU): 2003 yılında üniversite sınavlarına girdiğimde amacım gazetecilik okumak değildi. Aslında hukuk fakültesini kazanıp avukat olmak gibi bir niyetim vardı. Ancak o dönem yine mevcut sistemin değişmesiyle birlikte hukuk fakültesi sözelden eşit ağırlığa kaydırıldığı için bize bu imkan verilmemiş oldu. Bu yüzden ilk başta istemeyerek de olsa gazeteciliği seçmek zorunda kaldım. Gazeteciliği seçtim, üniversiteyi bitirdim daha sonra 2008 yılında Vatan Gazetesi ile tanıştık. Stajla başladı maceramız. Stajdan kısa bir süre sonra Vatan’da işbaşı yaptım. O gün bugündür Vatan’ın kadrolu elemanı olarak aralıksız çalışıyorum.
SÖ: Başladığınız dönemle şimdiyi kıyaslayacak olsanız neler dersiniz?
ÇU: Başladığım dönemi hatırlıyorum. Vatan Gazetesi’nin çizgisi muhalif bir çizgideydi. İstediğimiz her haberi yapabiliyorduk. Ancak özellikle şu geldiğimiz noktada muhalif basının kalktığını düşünenlerdenim ben. Bu dönemde görüyorsunuz zaten. Her sabah uyandığınızda gazetelerin manşetleri neredeyse aynı şekilde atılmış vaziyette. Aradaki uçurumu görüyoruz. 2008 ile 2018’ i kıyasladığım zaman geçmişte yapabildiğim haberleri acaba şuan yapabilir miyim diye düşünüyorum. O günlerde yaptığım haberleri şimdiki konjonktürde yapsam da gazetemde yayınlanmayacağını düşünüyorum.
SÖ: Meslek hayatınızda ilginç olaylar yaşadınız mı? Yaşadıysanız bahseder misiniz?
ÇU: Çok fazla. Ama ben en önemli iki anımı paylaşayım sizle. İstersen evimin önünde pusuya yatanlardan başlayayım, merak etmişsindir gazeteciler böyle şeylerle karşılaşıyor mu diye. Biraz ondan bahsedeyim. Yıl 2008, Üsküdar Altunizade’de sabah saatleri. Bozulan arabasını dörtlüleri yakıp emniyet şeridine çeken moda tasarımcısı Sinem Yalçın aşırı hızla o bölgeden geçen bir aracın kurbanı oldu. Kazayı ise Ahmet isimli bir kişi üstlendi. Aracı kendisinin kullandığını söyledi. Ancak bizim o dönemki araştırmalarımızda kazayı yapan kişinin aslında Ahmet olmadığı ortaya çıktı. Çünkü o dönemde birileri tarafından mobese kayıtları silinmişti. Hayatını kaybeden Sinem’in babası da dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in eski danışmanlarından Prof. Sinan Yalçın. Sinan Yalçın nüfuzunu kullanarak bu kamera kayıtlarının tekrar ortaya çıkmasını sağladı. Bende bir haberci olarak kendisiyle iletişimimi sürdürdüğüm için bu vesileyle kayıtları ortaya çıkaran kişilerden birisi oldum. Kayıt ortaya çıktığında kazayı yapan kişinin aslında Feyttullah Gülen’e yakınlığıyla bilinen ve şuanda FETÖ imamlığıyla hakkında suçlama bulunan ve firari olan İhsan Kalkavan’ın yeğeni Faruk Kalkavan olduğunu biz öğrendik. Kamera kayıtlarıyla olay tespit edilince Kalkavan teslim olmak zorunda kaldı. Bir süre sonrada Kalkavan tutuklandı. Tutuklandıktan 3-4 ay sonra iddianame hazırlandı. İddianameden kısa bir süre sonra da ‘kaçma şüphesi yok’ denilerek tahliye edildi. Kendimden biliyorum benim iddianamem 7 ayda hazırlandı ve benim duruşmaya çıkmam 9 ayı buldu. Ama böyle nüfuzu güçlü olan insanlar bu ülkede 2-3 ay içerisinde duruşmaya çıkabiliyorlar. Süreci hızlandırabiliyorlar ve ‘kaçma şüphesi yok’ denilerek tahliye edilebiliyorlar.
Daha sonra ne oldu, kaçma şüphesi olmayan Kalkavan yurtdışına kaçtı. Tabi ben fikri takip haberlerime devam ettim. Kimsenin bilmediği, kimsenin yapmadığı haberlere devam ettim. Kalkavan’ın Yunanistan üzerinden önce Amerika’ya, bir süre oradan Belarus’a geçtiğini belirledim. Belarus’taki adresini öğrendikten sonra da orada yaşayışına dair detayları kaynaklarımdan bir şekilde öğrendim. Sonrasında gazetemde bunu haber yaptım. Kalkavan’ın Belarus’ta İhsan Kalkavan’ın kurmuş olduğu altın madenciliği şirketinin başında olduğunu yazdım. Akabinde orada ismini Nihat olarak kullandığını ve yeniden bir üniversiteye başladığını… “Orada gününü gün ediyor” başlığıyla haberimizi yayınladık. Üç gün boyunca da bu haberlerimiz sürdü…
Bu haberler yayınlandıktan bir gün sonra Van depremi yaşanmıştı ve ben o gün gece çalışan arkadaşımı izin yaptırmak için gazetedeydim. Gazeteden çıkışımız normalde baskı 02.00’da olduğu için o saatte çıkmamız gerekiyordu ama o gün deprem haberleri nedeniyle Bağcılar’daki Doğan Medya Center’dan çıkışım saat 04.00’ü bulmuştu.
“Polisler diğer araçtaki kişilerle ilgileneceklerine bizim aracımızda arama yapmaya başladılar”
Eve varışım ise gazetenin arabasıyla 04.40’ı bulmuştu. Sokağa girdiğimizde yanımızdan bir aracın sokaktan çıktığını fark ettik. Sokaktan çıkan aracın plakasını ilk etapta ben fark etmedim ancak şoför arkadaş fark etti. Plaka kazaya karışan, Sinem’in hayatını alan Faruk’un ismiyle alınmış bir plakaydı. 34 FRK 64. Ve şoför arkadaşın dikkatini çekmişti. Faruk ismiyle bu plakanın alınması. Bir mesajdı aslında. Bunun üzerine şoför arkadaşa beni indirmemesini söyledim. Bu sırada sokaktan çıkan araç biz sokağa girdikten sonra dönüp dolaşıp sokağın diğer ucuna geldi ve farlarını açıp benim inmemi bekledi. Bizde o sırada polisleri arayıp durumu anlatmak istedik. Aradık. Ben şikayetimi dile getirmeye çalışırken tesadüf müdür yoksa başka bir şey midir (işin içinde başka bir şey mi var bilmiyoruz) bir polis arabası sokağa girdi. Ben telefonun ucundaki polislere bir ekip otosunun sokağa girdiğini, onlara durumu anlatacağımı söyleyerek telefonu kapattım. Polisler sokağa geldiğinde, ekip otosundan indiklerinde durumumuzu anlattık. Polisler diğer araçtaki kişilerle ilgilenecekleri yerde bizim üzerimizi aramaya başladılar ve aracımızda arama yapmaya başladılar. Muhtemelen o ekip, onları korumak için oradaydı. Polislerin oraya yönlendirildiklerini, aksi bir durum ihtimalinde devreye girmeleri nin emredildiğini düşünüyorum. Polisler bizi ararken her ne hikmetse, evimi tespit edip, önünde pusuya yatan araba daha sonra olay yerinden ayrıldı. Biz polise durumumuzu anlatırken polisler de adamların kaçmasına yardımcı olmuşlardı.
Ama ben ertesi gün kaynaklarımdan öğrendiğim kadarıyla aracın Kalkavan ailesinin vekaletiyle Ümraniye’de bir galeriden Nurettin isimli bir kişiye satıldığını öğrendim. Aracı kullanan kişinin de Nurettin olduğunu bu şekilde öğrenmiş oldum. Savcılığa başvurdum. Hayatımın tehlikede olabileceğini anlattım. Savcılık kısa bir soruşturma yaptı. Aracın üzerine kayıtlı olduğu kişiyi gözaltına aldı. Kişi o akşam bir akrabası için o sokakta olduğunu belirtti ve bunun üzerine serbest bırakıldı. Kişi hakkında hiçbir soruşturma da açılmadı, konu takipsizlikle sonuçlandı. Olaydan sadece 8 gün sonra da evime gelen polisler tarafından örgüt üyesi olduğum iddiasıyla gözaltına alındım. Akabinde de tutuklandım ve cezaevine gönderildim. Sanırım o dönemde İhsan Kalkavan ve çevresinin pisliğini bir şekilde açığa çıkardığımız için, orada anladığımız kadarıyla bir talimat verilmişti benim bir şekilde susturulmam için.
Tutuklanma sürecini de kısaca anlatayım. O iki olayı bağlayıp öyle bitirmiş olayım. Tutuklanma gerekçesi olarak da benim Fırat Haber Ajansı’ndan görüştüğüm bir kişiyle yapmış olduğum haber amaçlı görüşmeler önüme örgütsel delil olarak sunuldu. Görüşmelerimde hiçbir şekilde hiyerarşik yapıya dahil olduğuma dair bir cümle kurulmazken, sadece aramızda haber görüşmeleri yapılırken ve bununla aslında benim tutuklanamayacağım bilindiği için farklı kumpaslar icra edildi. KCK Basın Konseyi adı altında tutuklatılıp bir torbanın içine atıldım. Onlara bulaştığım için içeri alınmam gerekiyordu ve onlarda kendilerince açık arıyorlardı. Açığı da bu şekilde bulmuşlardı ve bu torbaya atmayı seçmişlerdi beni. KCK Basın Konseyi diye adlandırılan bir örgütlenmeden bahsediliyordu iddianamede. PKK’nın üst düzey yöneticilerinin Kandil’de vermiş olduğu bir kararın orada toplantıya katılan gazeteciler tarafından çalıştıkları basın kuruluşlarında uygulandığı iddiası vardı. Benim de orada alınan kararları gazetemde uyguladığım iddiası iddianamede bana yönlendirilen suçlamalar arasındaydı.
“Unuttukları bir şey vardı: Evrakta sahtecilik yapmışlardı”
İki toplantıya katıldığım iddia ediliyordu. Birisi 2005 yılıydı birisi 2007 yılıydı. Ama unuttukları bir şey vardı. Evrakta sahtecilik yapmışlardı. Giriş yaptığım tarihlerden biri Kıbrıs’ta öğrenim gördüğüm dönemdi. Kıbrıs’tan Türkiye’ye giriş yaptığım tarihten sadece bir gün sonra yapılmıştı Kandil’de iddianamedeki toplantı. Benim o tarihlerde orada olmam imkansızlaşıyordu. Resmi emniyetin kaydıyla. İkincisi de üniversite döneminde 2007 yılında Work and Travel programıyla Amerika’ya gittiğim ve öğrenci programıyla Amerika’da çalıştığım o dönemde de yine Kandil’de bulunduğum iddia edilmişti. Tabi ben, yurt dışına çıktığım pasaportla, aldığım biletlerle, orada aldığım maaş çekleriyle bunu ispatladım. Buna rağmen tutuklanmama engel olamadım. 9 ay kadar tutuklu kaldım. Akabinde tahliye edildim. Tahliye olduktan bir süre sonra da Gülen cemaatiyle hükümet arasında bir çatışma başladı. Beni tutuklatan polis şefleri, Yurt Atayan ve diğerleri FETÖ terör örgütüne üye olmak suçlamasıyla Silivri Cezaevi’ne konuldular. Yaklaşık 4 yıldır da Silivri Cezaevi’nde tutuklu bulunuyorlar. Benim davam ise devam ediyor. Hâlâ yargılanıyorum. Bu olayda Ergenekon, Balyoz gibi kumpas davalarından bir tanesi. Ama davada hâlâ sonuca gidilmemekte inat ediliyor. Savcı hâlâ mütalaasını hazırlayıp hakkımızda beraat ya da ceza isteyip istemediğine bile karar vermedi. Mahkemede savcı mütalaasını bekliyor.
Bütün bunlar yaşanırken 15 Temmuz darbe girişimi sonrası yurt dışına çıkmak isterken pasaportumun iptal edildiğini öğrendim. Orada 3 saat gibi bir gözaltı süreciyle karşılaştım. Aslında FETÖ’cüler için uygulanması gereken yurt dışı yasağı 15 Temmuz’dan sonra FETÖ mağdurlarına da uygulanmaya başlandı. Burada da ikinci bir mağduriyeti yaşadım. Tek sevindirici taraf ise beni tutuklatan polis şeflerinin bana kumpas kurduklarının yavaş yavaş ortaya çıkması oldu. Kendileri hakkında bir iddianame hazırlandı. Kendileri hakkında Fettullahçı terör örgütüne üye olmak ve örgüt adına suç işlemekten ceza isteniyor. Muhtemelen olumlu bir sonuç alacağımızı düşünüyoruz bu dava konusunda.
SÖ: Gazetecilik nasıl kurtulur diye bir soru sorsam ne dersiniz?
ÇU: Her zaman arkadaşlarıma söylediğim cevabı vereceğim sana da. Gazetecilik mesleği şöyle kurtulur: Sadece iletişim fakültesi mezunu ya da sadece iletişim fakültesinin gazetecilik bölümünden mezun olan kişilere gazete açması yetkisi verilirse gazeteciliğin kurtulmasında büyük bir adım atılmış olur.
Niye kurtulur? Çünkü gazetecilik şuanda tüccarların elinde malzeme olmuş durumda. Tüccarlar gazetelerini kuruyorlar. Gazetecilik adı altında ticari faaliyetlerini kurdukları gazeteler ya da projeler sayesinde yürütüyorlar. Bir süre sonra hükümet çizgisine giriyorlar. Bu şekilde de gazetecilik bitmiş oluyor. Ama sıradan bir gazetecilik mezununa bu gazeteyi açma yetkisi verildiği takdirde tüccarların artık bundan nemalanma olayı ortadan kalkmış olacak. Bu da bu şekildeki bir sistemi ortadan kaldırmış olacak. Akabinde ise gazetecilikle ilgili yasalar çıkartılması gerekir. Basın özgürlüğünden bahsediyoruz ama aslında bir basın özgürlüğü söz konusu değil. Bununla ilgili gerçekten yasaların çıkartılması gerekiyor. Her yapılan haber hakkında dava açılır duruma gelmiş durumdayız. Bugün bir haber yaptığımızda haberin doğruluğunu bilsek de acaba işin ucunun dokunduğu kişiler bize dava açar mı (aslında bir şey kazanamayacaklarını biliyoruz ama), savcılarıyla, hakimleriyle acaba bir yol alabilirler mi endişesi içerisindeyiz. Bu da cesur olma eğilimini çoğu gazeteciden alıyor. Emeğinin karşılığını alamayıp bir de baskılara maruz kalınca da gazeteci cesurluğu bir kenara bırakıp kullanışlı gazeteci olmayı seçiyor.
SÖ: Katıldığınız bir radyo programında FETÖ yüzünden uğradığınız kumpas konuşuldu ayrıca bu örgüt yüzünden günlerce hapis yattınız. Bu mağduriyetinizi, yaşanılan 15 Temmuz sürecini ve devam eden OHAL konusunda neler söylemek istersiniz?
ÇU: 15 Temmuz darbe girişiminden sonra devam eden OHAL’in kısa bir süre sonra kaldırılacağını düşünüyordu herkes ama maalesef öyle olmadı. Yaklaşık bir buçuk senedir devam ediyor. KYK’larla ülke yönetilmeye başlandı. Meclisten yasalar çıkarılmıyor. Bir gece yarısı bakanlar kurulunun masa başında almış olduğu 3-4 dakikalık bir kararla ülkenin mevcut yasaları değiştirilip yeni yasalar getiriliyor. Bu da ülkenin ve ülkede yaşayanların durumlarını etkiliyor. Örneğin mahkemenin belirleyeceği işten atmalar artık bu şekilde hallediliyor.
OHAL bu anlamda sıkıntılı ülke için. OHAL’den sonra benim hayatımı değiştiren konuyu ise zaten sohbetimizde söyledim. Bir kez daha tekrarlayacak olursam 15 Temmuz darbe girişiminden sonra yargılandığım davanın hemen biteceğini düşünüyordum. Kumpaslar ortaya çıkmış, yıllarca dile getirdiğimiz feytullahçı terör örgütünün ülkeyi ele geçirmek istediği kanıtlanmıştı. Artık hükümet tarafından da bunun görüldüğüne inanıyorduk. Ama olmadı. Örneğin; 15 Temmuz’dan sonra Fethullahçılar için bir yurt dışı yasağı konulduğu düşünülürken bütün FETÖ’cülerin mağdur ettiği insanlara da bu yasak konuldu. Bu insanlar artık yurt dışına çıkamıyorlar. Onlarla aynı muameleyi görüyorlar. Kendimden örnek vereyim. Yaklaşık iki yıldır OHAL kapsamında yurt dışına çıkamıyorum. Pasaportum emniyetin elinde azılı bir suçlu muamelesiyle. Sadece yargılandığım davanın sonuçlanmasını bekliyoruz.
FETÖ’ye yönelik yapılan operasyonlarda sıkıntı olduğunu düşünmüyorum. Gözaltılar, tutuklamalar devam ediyor. Ancak FETÖ’cüler tarafından mağduriyet yaşamış insanların mağduriyetleri sonlandırılmıyor. Bu da insanların kafasında soru işaretleri yaratıyor. Kendi davam dışında mesela Ergenekon üyeliğiyle kumpasa uğramış şuanda gazetecilik yapan, siyasetçilik yapan birçok kişi hâlâ kumpas olduğu ortaya çıkmasına rağmen yargılanmaya devam ediyor. Bu davaların hâlâ elde tutulması da insanların kafasında bir soru işareti yaratıyor.
SÖ: Siz bir FETÖ mağduru olarak FETÖ terör örgütüyle mücadeleyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
ÇU: FETÖ’yle mücadelede tam anlamıyla bir yol kat edildiğini düşünmüyorum açıkçası. Niye düşünmüyorum? FETÖ’nün üst düzey yapılanması (özellikle siyasi ayağı) deşifre edilmeli. İkincisi bu darbede parmağı olan büyük insanların kaçırılması sağlandı. Bunlardan biri Adil Öksüz’dü. Adil Öksüz Akıncılar Üssü’nde gözaltına alınıyor. Akabinde çıkarıldığı mahkeme tarafından serbest bırakılıyor ve bunlar ne hikmetse günler sonra ortaya çıkarılıyor. Adil Öksüz ya da Zekeriya Öz gibi insanlar yurt dışına kaçarken sadece örgütün kullandığı, manevi duygularıyla örgüte bağlılık gösterip en fazla yardım ve yataklık yapmış olabileceğini değerlendirdiğimiz insanlar tutuklanıyorlar. Onların da yatacakları süre belli. Yatırırsınız 3 yıl çıkarırsınız. Cezaevinde olan darbe teşebbüsüne katılmamış insanların %60 ’ı bu şekilde yataklık ya da örgüte üyeliğiyle suçlanan insanlar. Üyeliğin de cezası bellidir. İnsanlara 7.5 yılla 15 yıl arasında yargılarsınız. Alt sınırdan 7.5 yıldan cezayı verdiğin zaman o insan 2-2.5 yıl yatar ve çıkar. Ama bu darbeye iştirak eden darbeyi yapan insanların yargılanması gerekiyor. Biz bunu beceremedik. Adil Öksüz gibi ya da Zekeriya Öz gibi kumpasların baş aktörlerini de bu ülkede tutamadık ya da tutmadık, tutmak istemedik. Onlar yurt dışında gezerken ya da Tuncay Opçin gibi Balyoz kumpasını yapan insanlar yurt dışında gezerken Baransu gibi onun altında çalışan insanın cezaevinde olması hiçbir anlam ifade etmiyor.
SÖ: CHP’nin genel başkan seçimlerinde 49 mükerrer oy çıktı. Muharrem İnce bunun bir algı oyunu olduğunu düşünüyor. Peki siz ne düşünüyorsunuz? Bundan sonra CHP’de nasıl bir süreç yaşanacak?
ÇU: Kılıçdaroğlu ve ona yakın isimler tek adam rejiminden yıllardır söz ediyorlar. AKP genel başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın tek adam olduğunu, AKP’de söz sahibi olduğunu, parti içerisinde muhalif seslerin bir şekilde susturulduğunu dile getiriyorlar. Bu konuda haklılar, haklı olduklarına da inanıyorum ancak AKP içerisinde yaşanan olayların aynısını kendi partilerinde şuan uyguluyorlar. Kendilerine yakın isimler delege olarak partinin içerisinde yer alıyor. Kendilerine yakın isimler milletvekili olarak CHP’de şuan siyaset yapıyor. Kendileri gibi düşünmeyen birçok insan, eski CHP’liler partiden aforoz edilmiş vaziyetteler. Bu şekilde oylarını %20’nin üzerine çıkaramayacaklarını bilmeleri gerekiyor.
Bu basit siyaseti zaten geçen hafta yaşanan CHP genel başkanlık seçiminde de gördük. İki defadır aday olan Yalova milletvekili Muharrem İnce, Kılıçdaroğlu’nun karşısına yine çıktı. 447 oy aldı ama kendisinin önüne 49 mükerrer oy getirildi ve kendisinin aday olamayacağı söylendi çıkıp konuşmasını yaptıktan sonra. Orayı biraz irdeleyelim mesela. Normalde CHP’nin tüzüğü şunu emreder: Delege sayısının %10’u kadar imza toplayacaksın, bu imzalar neticesinde aday olabilirsin. Çok açık bir hükümdür. Örneğin; 1500 delege varsa 150 tanesinin imzasını almak zorundasın. Muharrem İnce’de bunu başaran adaylardan. Ümit Kocasakal ya da diğerleri bu imzayı toplayamadıkları için aday olamadı. İnce, bu oyları toplamayı başaran ve Kılıçdaroğlu’nun karşısına çıkan bir aday. Tüzüğün ikinci maddesinde de şu söylenir: %10’u toplayan kişiler aday olur, aday oldukları kesinleştikten sonra çıkarlar kürsüde delegelere ve oradaki seyircilere hitap ederler. Prosedürde zaten böyle işledi. İnce imzayı topladı, çıktı 20 dakika boyunca konuşmasını yaptı. Ancak konuşmayı yaptıktan sonra Kılıçdaroğlu’na yakın ekip Muharrem İnce’nin aday olamayacağını dile getirdiler. Çünkü 49 tane delegenin hem Kılıçdaroğlu için hem de Muharrem İnce için imza verdiğini söylediler. Bu nedenle Muharrem İnce’nin adaylığının söz konusu olmadığını dile getirdiler ama baştan beri İnce %10’u toplayamamış olsaydı bunu baştan kendisine söylemek gerekirdi bu birincisi. İkincisi de aday olmadığı söylendiği için Muharrem İnce’nin kürsüye çıkarılmaması gerekirdi. Ama CHP içerisindekiler tam tersini yaptılar. Tüzüğe aykırı olarak – eğer dedikleri iddia doğruysa- Muharrem İnce’nin %10’u yakaladığını belirtip adaylığını kabul ettiler. Sonra kürsüye çıkardılar. Kürsüye çıkmış ve konuşma yapmış bir adayı da daha sonra rezil etmek adına böyle bir yalanı ortaya attılar. Zaten sonuçlar açıklanınca da İnce’nin 447 oy aldığı ortaya çıktı. Kılıçdaroğlu için imza verenlerin de aslında gizliden İnce’ye destek verdikleri belirlendi. Bu şekilde İnce’yi rezil etmek amacıyla kurulmuş bir oyun da deşifre edilmiş oldu. Ama Muharrem İnce’nin de dediği gibi böyle bir delege krizi varsa, iki tarafa da oy verilmişse o 49 delegenin bulunması gerekiyor. Bulunduktan sonra da partiden ihraç edilmeleri gerekiyor. İkincisi ben şöyle düşünenlerdenim: Muhtemelen Kılıçdaroğlu’na şirin gözükmek için, Muharrem İnce’yi de rezil etmek için Kılıçdaroğlu’na destek veren 49 delegenin aynı zamanda İnce içinde imza verilmesi için birilerinin yönlendirme yaptığını düşünenlerdenim. Bu şekilde İnce’ye bir oyun oynayacaklarını düşündüler ve inciteceklerinin düşündüler ama İnce bir şekilde oyunu bertaraf etti. Seçime girdi. Kazanamasa da 447 oy aldı.
SÖ: Son olarak gazeteci olmak isteyenlere tavsiyeleriniz nelerdir?
ÇU: Olmasınlar. İnsanlar emeklerinin karşılıklarını alamıyorlar meslek içerisinde. Diğer meslekler gibi şansları yüksek değil. Çevremden duyduğum kadarıyla alınan maaşlar asgari ücretin en fazla 2 katı olarak biliniyor bu meslekte zaten. Sokakta simit sattığınızda bile gazetecilik yaptığınızda kazandığınız parayı çıkarabiliyorsunuz. Gazetecilik yaparken hayati tehlikeyle karşılaşabiliyorsunuz ya da bir takım tehditlere maruz kalabiliyorsunuz. Ama simit sattığınızda bu tehditlerin hiçbiri ortada olmayacak. O yüzden gazetecilik yapmak isteyenlere şöyle bir önerim var: Bu mesleği yapacaksanız para kazanamayacağınızı bileceksiniz. Tehditlerle yaşamaya alışmanız gerektiğini bilmeniz gerekiyor. En önemlisi de yapacaksanız, hiçbir siyasi hareketin emriyle bu işi yapmayacaksınız.