RÖPORTAJLIK Ekibi olarak mikrofonlarımızı gençlere uzattık. Gezi Olaylarında sokaklara çıkan, gençlik içinde mücadele veren, üniversitelerde gençlik siyaseti yapan gençlik örgütleriyle gündemi değerlendirdik. Röportaj dizimizin 5.bölümünde Komünist Gençlik’i ağırlıyoruz.
Komünist Gençlik temsilcisi ile yaptığımız röportaj şu şekilde;
Öncelikle örgütünüzü tanıyalım.
Komünist Gençlik olarak, yalnızca bizi bağlayan ve gelişmelere hızlı müdahale edebilmemizi sağlamaktan başka bir anlamı olmayan örgütsel hiyerarşimize ilişkin görevlendirmeleri öne çıkarmamayı tercih ediyoruz. Bizce başkanları, şefleri, sekreterleri ön plana çıkaran ve bunları merkezine alan bir siyaset tarzı ya da örgüt modeli doğru değil. Bu nedenlerle tüm mecralarda sıfatların değil, yekpare bir kolektif iradenin, Komünist Gençliğin, adına konuşuyoruz. İzninizle ben de böyle yapacağım.
Komünist Gençlik, Komünist Parti’nin öncülüğünde üniversiteli, liseli, işçi gençlik içerisinde örgütlenen bir kimliktir. TKP’li Öğrenciler’in ardılı olduğu doğrudur. Ancak, Haziran Direnişi’nde daha açıkça gördüğümüz, Türkiye işçi sınıfının neo-liberal ekonomi politikalarıyla birlikte değişen çehresini ve yine aynı politikaların sonucu olarak okurken çalışmak zorunda olan öğrencilerin ciddi anlamda artan oranını göz önüne alarak, 2014 yılında atılmış yeni bir adımdır.
İçinde bulunduğumuz dönemde, gençliğin taleplerinin işçi sınıfının çıkarlarıyla hiç olmadığı kadar örtüştüğüne inanıyoruz. Çünkü kapitalizm giderek gençleri daha fazla, hizmet sektörü başta olmak üzere, üretim sürecine –yani ekonomik faaliyete- dahil ediyor. Gençler henüz öğrenciyken, lise yıllarından itibaren part-time işlerde çalışmaya başlıyorlar. Gençlerin işyerlerindeki, sömürüyü perdeleyen, ahbap çavuş ilişkisinden ya da “staj” adı altında onları ücretsiz çalışmaya ikna eden kariyer yalanlarından kendini kurtarması gerektiğini ve bunun yolunun savaşsız, sömürüsüz, özgür bir gelecek için örgütlenmekten ve mücadele etmekten geçtiğini savunuyoruz.
Amacımızı ise kısaca gençliği sosyalizm mücadelesine kazanmak ve sosyalist Türkiye’nin kurucu kuşağını yaratmak olarak özetleyebiliriz.
-Üniversitelerde yeni eğitim dönemi başlıyor. Sizin bu dönemde gençlikten beklentileriniz neler? Örgütlenme ve mücadele anlamında nasıl bir yıl bekliyorsunuz?
Biz gençliğin ne köşeye sıkışan AKP iktidarının estirdiği teröre ne de bazı başka odakların Türkiye’de estirmeye çalıştığı Amerikancı, gerici, liberal rüzgara boyun eğeceğini düşünüyoruz. Yine de “beklemek” gibi bir niyetimiz ya da lüksümüz yok. Hiç olmadı. Çünkü kapitalizmin Türkiyesinde kaybettiğimiz zamanın emekçi halk ve gençlik açısından büyük bir maliyeti var.
Hepimizin iyi bildiği bu karanlık tabloyu uzun uzun betimlemenin lüzumu olduğunu düşünmüyorum. Bu tablo insanların hiç hoşuna gitmese de, bir şekilde, ikna edilmiş ya da sindirilmiş durumdalar.
Bunun temel sebebinin örgütsüzlük ve kolay yol arayışı olduğunu düşünüyoruz. Geniş kesimler, AKP’siz, gericiliğin tasfiye edildiği, yolsuzlukların soruşturulduğu, katillerin cezalandırıldığı, baskının olmadığı bir Türkiye’ye bir an önce, kestirmeden gitmeye çalışırken her defasında ormanda kayboluyorlar. Ve aslında daha fazla zaman kaybediyoruz, daha uzun süre bu gerici, emek düşmanı düzenin saldırılarına maruz kalıyoruz…
Önümüzdeki yılın bu anlamda bize daha elverişli bir zemin sunacağını düşünmek için bugünden bakınca özel bir sebep yok ama belki de bu dönem ihtiyaç duyulan şey tam da Türkiye’deki ilerici birikimin zoru kaldırabilme yeteneğini pekiştirmesidir.
GENÇLİĞİN VE EMEKÇİLERİN AYAĞA KALDIRILMASI GEREKİYOR
Gençlikten ya da emekçi halktan başka herhangi bir yerden, herhangi bir odaktan bir şeyler beklememiz zaten söz konusu olamaz. Bu tip beklentilerin suya düştüğünü her seçim döneminde, her kritik uğrakta görüyoruz.
Demek ki, gençliğin ve emekçilerin ayağa kaldırılması, bir güç haline getirilmesi gerekiyor.
Bizce, bu ülkede televizyonu, gazeteyi, radyoyu açtığınızda karşılaşamadığınız, siyasal olarak düzen partileri tarafından temsil edilemeyen ve siyaset alanında temsil edilmesine de hoş bakılmayan, ancak göz ardı edilemeyecek ilerici bir toplumsallık var. Gençlik içerisinde bu toplumsallığın alanı çok daha geniş…
Biz burayı örgütlü kılmak ve tutarlılaştırmak için adım atacağız.
Bunun için yüzü sola dönük kesimleri, boğulan insanın etrafındakileri de suyun altına çeken çırpınışlarından, “bir an önce rahat nefes alalım” psikolojisinden kurtarmamız gerekiyor. Stratejik düşünme, akılla hareket etme, ileriyi görme yeteneğinin geliştirilmesi gerekiyor. Bu da en başta örgütlenerek olur.
Bahsettiğimiz psikolojiyle, bu çırpınış haliyle uzlaşmak ona yenik düşmek anlamına gelecektir. Dolayısıyla son döneme damgasını vuran ruh halini, endişeyi, bunalımları veri alarak siyaset yapmayacağız, bu havayı dağıtmaya bakacağız. Sosyalist siyasetin üzerindeki her türlü basıncı reddedeceğiz.
Biz “şöyle 5 dakika soluklanacağımız” değil, dolu dolu nefes alacağımız bir Türkiye kavgasının örgütlenebileceğine, güçlenebileceğine inanıyoruz. Hava boşlukları açmanın yolunun da ancak buradan geçtiğini hep birlikte göreceğiz.
-Üniversitelerdeki en büyük sorun, en büyük eksik sizce nedir?
Kısaca bilimsel bilginin ıskartaya çıkarılmış olması ve üniversitelerin piyasacılığın ve gericiliğin kıskacında başkalaşmasıdır, diyebiliriz.
Artık üniversiteler işgücü piyasasının talepleri doğrultusunda işletmeci, teknik eleman, satış müdürü vs. yetiştirmeye tam anlamıyla adapte edilmek isteniyor. Felsefe ve sosyoloji gibi bölümler yük olarak görülüyor ve üniversite idareleri bunu açıkça dile getirmekten kaçınmıyorlar. Bilimsel üretim de yine şirketlerin ve piyasanın beklentileri doğrultusunda şekillendiriliyor.
Öte yandan gerici örgütlenmeler ve kadrolaşma, ehil olmayan unsurların akademiye girmesini sağlıyor. Bu unsurlar ehil olmamanın ötesinde bilimsel düşünceye, aydınlanmaya, hatta cinsiyet eşitliğine bile düşmanlar. Bu düşmanlıklarını da, iktidarı arkalarına aldıkları için, üniversite kürsülerinde açıkça sergilemekten kaçınmıyorlar. Aynı şekilde gerici çetelere ve provokasyon örgütlerine üniversitelerde her türlü güvence sağlanıyor. Doğru düzgün bir kampüsü olmayan, yer sıkıntısı çeken üniversitelere dahi tepkilere rağmen mescit açılabiliyor.
Üniversitenin öncelikleri tamamen sermaye sınıfının istekleri doğrultusunda yeniden tanımlanmış halde. Akademisyenlerin ve öğrencilerin bu gidişatı durdurmak için mücadele ettiğini ve bu direncin henüz teslim alınamadığını belirtmeliyiz. Ama elimizde bazı mevziler hariç ciddi bir kazanım da henüz yok.
Durum bu…
CİDDİ BİR İDEOLOJİK, SİYASAL SAVRULMA VAR.
-Gezi’den sonra baktığınızda nasıl bir gençlik görüyorsunuz? Gezi direnişi üniversite siyasetinde neleri değiştirdi?
Siyasete daha fazla ilgi duyan, arayış içerisinde bir gençlik görüyoruz, bu kesin. Alternatif kaynaklara, muhalif haber sitelerine ve sosyal medyaya ciddi bir ilgi var. Ancak bu ilgi, Türkiye’de solu hızla örgütleyecek ve siyasal bir güç haline getirecek niteliğe büründürülemedi. Çünkü Haziran Direnişi’nin ardından kendini açıkça hissettiren siyasal arayış hali, ” basgeç”çilikle ve son olarak da “radikal demokrasi”cilikle ciddi manada kötürümleştirildi. Bunun yanında pervasızca uygulanan devlet terörü ve savaş çığırtkanlığı insanları giderek umutsuzluğa itti. Geçtiğimiz dönemde sol, düzenin bu müdahalelerine karşı koyamadı.
Üniversite siyasetinde Gezi’den hemen sonraki sene AKP ve gerici örgütlenmeler ciddi manada geri basmışlardı. Geride bıraktığımız sene ise üniversiteler özellikle iktidar tarafından organize edilen provokasyonların sahnesi haline getirildi.
Büyük bir halk ayaklanmasının geri çekilişini yaşadık aslında ve bunun üstüne bir de Türkiye’de geleneksel olarak insanların aklını yitirdiği seçim dönemleri art arda geldi. Böylesi bir dönemde dejenerasyona ve hareketin sokaktan çekilmesiyle birlikte kazanılmış mevzilerin de elden çıkmasına direnebilmek gerekirdi. Bunun genelde olduğu gibi özel olarak üniversitelerde de başarılamadığını söyleyebiliriz. Ayrıca sermaye sınıfı da ayaklanma sürecinde ciddi bir deneyim kazandı.
Tabi bunlar düzen açısından ecele çare değil ama düzenin değişmesini isteyenler olarak işimizi daha özenli yapmamız gerektiği bir gerçek.
Üniversite siyasetinde bu duyarlılığı örgütlerin “provokasyonlara karşı uyanık olma” tutumunda görebiliyoruz ancak aynı şeyi yapılan işlerin içeriğinde görmek çoğunlukla mümkün değil. Ciddi bir ideolojik, siyasal savrulma var.
Haziran Direnişi sırasında anlamlı olan eylem biçimlerinin, siyaset taşıma tarzının ısrarla sürdürülmek istenmesi var. Hatta can sıkıcı bir “şehitlerimiz” edebiyatının, ölüm kültürünün ve takvim (özel gün ve haftalar) solculuğunun bu defa Haziran Direnişi üzerinden diriltilmeye çalışılması gibi şeylerle karşılaşıyoruz. İnsanları eyleme, eylemin amacını propaganda etmek yerine, “gel gel gel” diye bağırarak çağıran, ne yaptığını neden yaptığını bilmeyen solcu “aktivist”ler türedi.
Bu tablonun dışında, Haziran’daki büyük ayaklanmayı sahiplenen ve ondan dersler çıkaran, üstelik bunu yapmanın kendini kaybetmek anlamına gelmediğini gösteren bir sol hareket de var elbette, o da temsilcisi olduğumuz komünist harekettir.
-Üniversitelerde son dönemlerde sıkça öğrenci kavgaları görüyoruz. Sebebi nedir?
AKP iktidarı, siyaset yaparken, provokasyonu çok etkili bir şekilde kullanıyor. Bir bölümü doğrudan emniyet tarafından üniversiteye yerleştirilen, tamamı korunan, kollanan çeteler satır bıçaklarla öğrencilere saldırtılıyor. Sebebinin üniversiteleri polisiye gündemlerin içerisine çekerek siyasetin dışına itmek olduğunu düşünüyoruz. Ayrıca topluma bir gözdağı da veriliyor ve aileler korkutuluyor.
Şimdi, IŞİD eliyle Suruç’ta gerçekleştirilen katliamın ardından başlatılan sözde “terörle mücadele” operasyonlarıyla birlikte, güvenlik önlemlerinin her yerde artışına şahit olacağız. Şundan emin olabiliriz, eğer bu devlet Suruç’taki katliamı ya da öncesinde Reyhanlı’daki katliamı engellemek isteseydi engellerdi. “Terör” sadece işin bahanesi ve AKP’den daha fazla terörü kullanan başka bir siyasi özne yok.
Askeri, polisi şehre indirmenin, günlük hayat içerisinde kontrolleri normalleştirmenin nerelere varabileceğini, bu “iç güvenlik” hikayesinin nasıl kullanılacağını tahmin etmek güç değil.
Üniversitelerde yaşanan provokasyonları bu bağlamda da değerlendirebiliriz. Ege Üniversitesi’nin yaşanan ölümlü kavgayla birlikte getirildiği nokta -adeta bir hapishaneye dönüştürülmüş durumda- bir örnektir.
BARIŞ BLOKU’NUN PARÇASI OLACAK DEĞİLİZ
-Biraz da ülke gündemine geçelim. Ciddi bir sıcak gündem var. Bir yandan çatışma, saldırı haberleri diğer yanda emniyetin terör operasyonları. Siz bu tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir yandan AKP ömrünü uzatmaya çalışıyor, bir yandan AKP iktidarıyla ABD arasında Suriye’de yola nasıl devam edileceğine ilişkin sürtüşmeler yaşanıyor, bir yandan da Kürt hareketi gibi bölgedeki diğer aktörlerin hamleleri var… HDP’nin seçimlerde elde ettiği başarının AKP’nin saldırganlığında payı olduğunu düşünenler var, o da hesaba katılabilir. Ama esas görmemiz gereken şu: Bütün bu müzakerelerin ve savaş manevralarının arasında İncirlik Üssü, IŞİD’e karşı koalisyon adı altında, Suriye’de yaşananların baş sorumlusu ABD’nin kullanımına açılıyor, başka üslerin de açılması gündeme alınıyor; Suriye’nin kuzeyinde ÖSO ve koalisyon güçlerinin kontrolünde bir güvenli bölge oluşturulması, buna YPG’nin dahil olup olmayacağı tartışılıyor. Daha bir sürü şey oluyor.
Yani aslında yaşananlar son derece karmaşık bir dizi gelişmenin ürünü… Fakat denklemin merkezinde Suriye’ye ve Ortadoğu’ya dönük emperyalist müdahale ve AKP’nin bu müdahalede üstlenmek istediği rolü diğer aktörlerle, özellikle iç siyaseti de doğrudan etkileyeceği için Kürt hareketiyle, paylaşmak istememesi yer alıyor.
Suruç’ta kişisel olarak tanıdığımız, bildiğimiz, zaman zaman eylemlerde yan yana da geldiğimiz onlarca arkadaşımızı kaybetmişken öfkelenmememiz mümkün değil ya da herhangi birimizin üzerine kanın sıçramayacağının garantisi yok. Ancak biz, bu tip duygu ve kaygılarla, “ortak düşman” AKP’nin saldırıları ve savaş çığırtkanlığı karşısında oluşturulduğu iddia edilen Barış Bloku’nun veya eylem birliklerinin parçası olacak değiliz. Bizim bu tip girişimleri siyasi bir değerlendirmeye tabi tutmamız gerekiyor.
Biz, Suriye halkının direnişini görmeyen ve Suriye’ye dönük emperyalist müdahaleyi karşı çıkılamayacak bir olgu olarak tanıyarak “biz bu işin neresinden tutarız” kaygısını güden bir “barış”tan yana değiliz. Açık ve net: anti-emperyalizm yoksa, barış da yoktur.
Yaşanan gelişmeleri Türkiye siyasetinin bir süreliğine kaosla yönetilmesinde karar kılınması, Kürt hareketinin ittifak zemininin hedef alınarak tabanının daraltılmaya çalışılması ve Suriye’ye dönük müdahaleyi boyutlandırma hazırlıkları olarak görüyoruz.
Devrimci siyaset açısından, AKP’nin bu kaosu andıran süreçte özne olarak sermaye düzeninin bütünü lehine önem kaybettiğini söyleyebiliriz. Çünkü belli noktalarıyla AKP’yi de hedef alan, onu dönüştürmeyi zorlayan bir müdahalenin parçası olarak bugünkü süreç yaşanıyor. Emperyalizmden, işçi sınıfından bahsetmeden yapılan AKP karşıtlığının hedefinden sapacağını, başka yerlere sürükleneceğini düşünüyoruz.
‘SORUMLU EMPERYALİZMDİR’
-Bu kaos ortamının sorumlusu olarak siz kimi, hangi kurumları görüyorsunuz?
Sorumlu emperyalizmdir. Yıllar yılı bütün kesimleriyle AKP’yi desteklemiş, AKP döneminde karına kar katmış Türkiye sermaye sınıfıdır. Gerçekleri hasıraltı eden, sütunlarını iftiralarla dolduran, her sayfasında kan kusan yandaş medya kuruluşlarıdır. Ülkemizin güle oynaya Suriye bataklığına saplanmasına giden yolun taşlarını döşeyen; Türkiye’de bir kesimin düşürülen uçaklar, kaçırılan türbeler, öldürülen askerlerde sağlam irade ve yeni fetihler görmesini sağlayan; Yeni Osmanlıcı ihtirasların propagandasına her ne gerekçeyle olursa olsun hizmet eden bütün kurumlar ve kişilerdir.
-Yaşanan kaos ortamının sebebi hükümet boşluğu deniyor. Siz bu görüşe katılıyor musunuz?
Katılmıyoruz. Yaşanan kaos ortamının başlıca sebebi 13 yıldır uyguladığı politikalarla hükümetin kendisidir. Ortadoğu’ya dönük emperyalist müdahale ve Türkiye sermaye sınıfının hevesleri bizi bu noktaya getirdi.
SOSYAL DEMOKRASİNİN TARİHİ İŞÇİ SINIFINA İHANETİN TARİHİDİR
-CHP ile AKP arasındaki koalisyon görüşmelerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Olur da koalisyon kurulursa tepkiniz ve yaklaşımınız ne olur?
CHP’nin AKP ile koalisyona son derece hevesli olduğu ama AKP’nin bazı şartlar öne sürdüğü anlaşılıyor. Tersinin doğru olduğunu düşünmüyoruz. Böylesi basiretsiz, seçmenlerinin taşıdığı değerlere her dönem ihanet eden bir partinin nasıl %20’nin üstünde oy alabildiğini sorgulamak gerekiyor. Bu anlamda ortada bir başarı da yok değil.
Sosyal-demokrasinin tarihi işçi sınıfına ve ilerici değerlere ihanetin tarihidir. Bu bütün dünyada böyle… NATO’culuklarına, AB’ciliklerine, liderlerinin dini söylemlerine ve gerici adaylarına şaşırmadığımız gibi AKP’yle koalisyon kurmalarına da şaşırmayız. Kurulacak hükümete de içerisinde AKP olduğu için değil, bu hükümet sermaye düzenini –seçimle işbaşına gelmiş bütün hükümetler gibi- yönetmeye soyunduğu için karşı çıkarız. CHP tek başına iktidar olsaydı bile, bu, hükümetin sermaye düzeni adına icracılık makamından başka bir şey olmadığı gerçeğini değiştirmezdi. Yunanistan’da SYRIZA’nın geldiği noktayı da görüyoruz…
-Sizce Türkiye erken seçime mi gitmeli? Hayırsa sizin koalisyon öneriniz nedir?
Bizce, Türkiye halkı ve gençliği seçimlere haddinden fazla anlam yüklememeli. Bakın işte, seçim yapıldı ve herhangi bir sorunun çözümüne yakınlaşmadık bile. Hani 7 Haziran’da büyük bir zafer kazanılmıştı? Ne kaldı o zaferden geriye?
Bu ülkede erken seçimle ya da koalisyonla düzelebilecek hiçbir şey yok. Seçimde yapılabilecek en anlamlı şey sosyalizmin sesini güçlendirmek, yaşanası bir Türkiye özlemimizin seçim barajına takılmasına izin vermemektir.
KAPATILMASI GEREKEN PARTİ HDP DEĞİL AKP’DİR
-Gündemdeki sıcak konulardan birisi de HDP’nin kapatılması konusu. Siz ne düşünüyorsunuz?
Karşıyız. Kapatılması gereken parti AKP’dir. Bir sürü yolsuzluğun, göz yumulan katliamın, emri verilen cinayetin, savaş suçunun faili konumundaki parti HDP değil, AKP’dir.
Ayrıca bu tip kapatma davaları ve kapatma cezaları provokasyondan ve tansiyonu yükseltme çabasından başka bir anlam taşımıyor.
Zaten AKP ve doğrudan PKK arasında zaman zaman görüşmeler, müzakereler yapıldığını Oslo görüşmelerinin açığa çıkan ses kayıtlarından biliyoruz. Parti kapatma hamlesini, çok ucuz bir hareket olarak değerlendiriyoruz.
-TKP, parti içi tartışmalar nedeniyle 2’ye bölündü. Neler söylersiniz bu konu hakkında?
Hemen ayrışmanın ardından bu soruyu çok defalar yanıtladık. O zamanlar, bizim için olmasa da kamuoyu açısından bir bilinmezlik durumu vardı. Ancak bugün artık bu sorunun yanıtını, bölünme sonrası ortaya çıkan diğer grubun ve partimizin pratiğindeki farklılıklarda görebilirsiniz.
Bu arada değinmeden edemeyeceğim. Bu röportaj dizisinde mikrofon tuttuğunuz örgütlerden birinin temsilcisi bu konuya ilişkin kendince bazı analizler yapmış. “Doğrudan ya da dolaylı biçimde emperyalizmle aynı safta yer alıyorsunuz” demeye bile getirmiş. Bu tip nereden çıktığını bilmediğimiz ama kötü kokan yorumları çapsızlık belirtisi olarak görüyoruz. Dile getirenlere bakınca da bunları yanıtlamak büsbütün anlamsızlaşıyor.
-Bu yıl Yunanistan’da Syriza büyük umutlarla seçildi. İspanya’da da Podemos ciddi bir başarı kazandı. Türkiye’de de HDP’yi bu partilere benzetenler çıktı. Hatta Selahattin Demirtaş’ı Türkiye’nin Tsipras’ı diyenler de oldu. Dünyada ve Türkiye’de solun bu gelişimini nasıl değerlendiriyorsunuz?
SYRIZA hayranlığı, ilk günlerde, Türkiye solunda Yunanistan’daki sosyalist devrimi selamlayanlardan, milli hükümet kuruldu diye sevinenlere geniş bir yelpazede vuku buluyordu. Zamanla daha makul bir yaklaşım egemen hale geldi. Ama tabi bu tip coşku sellerinin raf ömrünün kısa olduğunu ve bu kısa süre içerisinde görevini yerine getirdiğini biliyoruz.
SYRIZA’cılık Türkiye’de özellikle bir partiye, HDP’ye enerji çıkartmıştır. Biz de bu iki partinin birbirine çok benzediğini, kardeş iki parti olarak anılabileceğini düşünüyoruz. Ancak şöyle bir farklılık var: Türkiye’de HDP’nin solculuğunun kaynağı Kürt sorunu ve Kürt yoksullarıyken, SYRIZA Yunanistan’da yükselen sınıf hareketinden kopma kimi sol örgütlerin merkezinde durduğu bir koalisyon. Bu önemli bir fark… HDP, daha doğrusu HDP’nin merkezinde yer alan Kürt ulusal hareketi, bu anlamda çok daha örgütlü ve kökü derinde bir parti. SYRIZA’nın ise örgütü olmayan, reklam çalışmalarının ürünü bir seçim partisi olduğunu ve şişirildiğini biliyoruz.
Podemos, SYRIZA ve HDP gibi partilerin yükselişi sol siyasetin işçi sınıfı merkezli değil, yaygın olarak orta sınıf kaygılarıyla yapılmaya başlamasının ürünü… 2008’de patlayan ve bugün bazı toparlanma belirtileri olsa da bugüne kadar içinden çıkılamayan krize devrimci bir perspektifle değil, orta sınıfların istikrar kaygısıyla yaklaşan bir soldan bahsediyoruz. “Kapitalist krizin faturasını emekçilere ödetiriz ama biraz indirim yapın”da anlaşan bir sol bu. Çok alıcısı var. Kolay kurtuluş reçetelerinin çok alıcısı olması anormal değil, özellikle bunlara emperyalizm de yeşil ışık yakmışken. Ama bu tip hareketler de, kapitalizmin alaşağı edilmesini içermeyen her reçete gibi, halk açısından fiyaskoyla sonuçlanmak zorunda.
-Türkiye’de özellikle solda Yunanistan, Tsipras ve Syriza çokça tartışıldı. Solun büyük kesimi Tsipras’a destek verdi. Ama en son Mecliten geçirdikleri paket Yunanistan’da komünistler tarafından çok eleştirildi. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Biz, Yunanistan Komünist Partisi’nin (KKE) sürecin başından bu yana son derece doğru bir hat izlediğini düşünüyoruz. KKE bunun sonucunda SYRIZA’nın iktidara geldiği genel seçimlerde soldan gelen basıncın şiddetine rağmen oylarını artırdı. Bunun dışında hızla örgütlenen ve güçlenen bir parti görüntüsü veriyor. Yani, Yunanistan’da sol adına gözümüzü dikmemiz gereken odak SYRIZA’dan ziyade KKE.
SYRIZA’nın ne yapmaya çalıştığı başından beri açıktı. Referandum sürecinde yeniden umutlananlar ve “Hayır (Oxi)” çıkmasının AB’ye ve sermaye sınıfına büyük bir darbe olacağını düşünenler oldu. Oysaki, KKE ve hatta SYRIZA’nın kendisi de, bu referandumun gerçekte sadece pazarlıkta hükümetin elini güçlendirmek için olduğunu çoktan ifade etmişti. KKE referandumda geçersiz oy anlamına gelen ve üzerinde “IMF’ye, AB’ye, memorandumlara hayır!” yazan kendi oy pusulasını attı. Ve yine, pratik ve siyasal açıdan böylesine zor bir hamleyle, %6’ya yakın bir oy oranını yakaladılar. Referandumun hemen ardından “Hayır” diyen partiler ve “Evet” diyen partiler AB ile görüşmelere devam edilmesini talep eden ve borçlara sağdık olduklarını belirten ortak bir açıklama yayımladılar, aynı pozisyonu aldılar. Bu açıklamanın altında imzası bulunmayan tek parti yine KKE.
Yunanistan halkının ve gençliğinin AB’ye ve sermaye sınıfına pabuç bırakmayacak kadar örgütlü olduğunu biliyoruz. Ve en önemlisi de bu örgütlülüğü ve hareketi büyük oranda yöneten bir komünist parti var. Memorandumların ve halk düşmanı kemer sıkma politikalarının önündeki bu engelin aşılabilmesi şu haliyle zor. Biz de bu noktada Yunanistan işçi sınıfıyla, KKE ile ve Yunanistan Komünist Gençliği (KNE) ile sonuna kadar dayanışma içerisinde olacağız.
-Son olarak roportajlik.com okurlarına neler söylemek istersiniz?
roportajlik.com emekçilerine bize kendimizi ifade etme olanağı sundukları için minnettarız. Bütün okurlara da ilgileri için teşekkür ediyoruz. Daha güzel günlerde yeniden buluşmak dileğiyle…
Röportaj: Ercan Deniz Küçük