Türkiye’de basın ve basın çalışanı olan gazeteciler çeşitli zorluklarla karşılaşmakta. Özellikle medyada yaşanan tekelleşme eğilimleri ve editöryal bağımsızlıkta yaşanan kısıtlamalar gazetecilerin ve medya çalışanlarının önüne çıkan önemli sorunlardandır. Biz de İzmir’de bir araya geldiğimiz Sözcü Gazetesi muhabiri Gökmen Ulu’ya karşısına çıkan zorluklar ve ülkemiz gündemine dair bazı gelişmeler hakkında sorularımızı yönelttik. İyi okumalar dilerim…
SEDA ÖZDEMİR (SÖ): Ülkemizde gazetecilik yapmak giderek zorlaşıyor hatta tekelleşiyor. Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz?
GÖKMEN ULU (GU): Türkiye’de 1980’li yıllardan itibaren gazetecilik dönemi sona erdi ve bunun yerine medya patronları medyaya egemen oldu. Holding patronları gazeteyi, basını rant araçlarının hedefine; gazetecileri de tüccara dönüştürdü. Zaten bu mesleği gün geçtikçe yaralamaya başladı. Fakat 2002 yılında iktidara gelen AKP o döneme bile rahmet okuttu. Özellikle 2007 yılından sonra medya üzerinde büyük bir baskı kurdu. Medyanın taşıdığı hayati önemi fark etti. Dördüncü güç olduğunun farkına vardı. Bunu eline geçirmek, iktidarını pekiştirmek, daha da güçlenmek istedi. Hedefine ulaşmak için medyayı kendi emellerine alet etti ve medyaya hakim oldu. İşte bunun Türkiye’yi getirdiği noktayı görüyoruz. Kala kala 3-5 tane bağımsız gazete kaldı. 1-2 tane de bağımsız televizyon ekranı kaldı ki onlara dahi pek tahammülü yok iktidarın. Medyanın %95’i iktidarın elinde. E tabii bu bizi mesleğimizi yapamaz hale getirdi. Can çekişen bir meslek haline geldi. Bunun için medya profesörü Haluk Şahin’in çok güzel kitapları var. Onlardan biri de “Can Çekişen Bir Meslek Üzerine Son Notlar”. Sonra “Babıâli’de Cinayet” adlı son romanında çok güzel analizleri var. Çıkış dersen Cumhuriyet Gazetesi bağımsız gazeteler için örnekler arasında sayılabilir çünkü bir vakıf gazetesi. Ama bence en güzel model şuanda Sözcü Gazetesi. Çünkü Sözcü’de gazeteci patron var. Tek işi gazetecilik, matbaacılık, yayıncılık, ihale peşinde koşmuyor, devletle iş yapmıyor ve kimseye gebe kalmıyor. Ayakta kalabilmek için sadece okurlarına, tirajına ve ilÖan gelirlerine güveniyor. Nitekim okunuyor ve bu da bu gazeteyi ayakta tutuyor. Bence çıkış yolu için en güzel formüllerden biri bu. Tabii bu gazeteci patronun da en önemli niteliklerinden biri editoryal bağımsızlığı sağlaması. Bu da başarıyı getiriyor. Çünkü halk her zaman hakikati ister. Cesur, etkili gazeteciler bekler. Onlardan doğru bilgiyi almak, gerçeği öğrenmek ister. Akıllı bir gazeteci patron bunu yapar. Nitekim Sözcü’nün patronu bunu yaptı. Sözcü’nün bir çizgisi ve farkı var o da dünyaya Atatürk’ün perspektifinden bakan bir gazete olması. Böyle bi yönü var. Zaten günümüz Türkiye’sinde tarafsızlık diye bir şey kalmadı.
SÖ: Mesleğinizi İzmir’de icra ediyorsunuz. Bunun İstanbul ve Ankara gazeteciliğinden farkı nelerdir?
GU: Aslında ben İstanbul’daydım. Fakat o mega kentte (İstanbullular alınmasın ama) yaşamak bana sevimsiz gelmeye başladı ve beni zorladı. Doğup büyüdüğüm şehir İzmir’di. Çalıştığım gazetenin bir temsilcisi, kimi kimsesi yoktu. Ben de bir gün dedim ki; “ Burada bir temsilcimiz olsun, ben de bu vazifeye talibim”. Bundan beş yıl önce bu şekilde geldim. Bana; “Peki madem” dediler genel yayın yönetmenimiz ve patron. “Peki madem” lafını duyar duymaz hiç vakit kaybetmeden aynı gün, ilk uçakla İzmir’e geldim. Buraya geldiğim için de çok mutluyum. Ben haber muhabiriyim ve haber neredeyse oradayım. Bunun için -özellikle yazılı basında çalışıyorsan- nerede ikamet ettiğimin bir önemi yok. Soma, Reyhanlı, Cerattepe ve Türkiye’nin dört bir yanına İzmir’den de giderim İstanbul’dan da giderim. Çünkü gittiğim yerden açıyorum dizüstü bilgisayarımı oradan yazıyorum ve fotoğraflarımı gönderiyorum. Bu bilişim çağının getirdiği bir kolaylık. Tabii onun dışında İzmir ve Ege’den de bolca haber geçiyorum.
“SOKAK ÇOCUĞUYUM BEN”
Medyanın başkenti İstanbul. İzmir’de çok fazla haber çıkmıyor tabii İstanbul ile kıyaslayacak olursak. Benim için çok farkı yok. Çünkü dediğim gibi haber muhabiriyim. Sokak çocuğuyum ben. Yani insan hikayelerinin peşinde koşuyorum yıllar yılı. Ayrıca çok geniş yelpazede haber yapıyorum. Siyaset, doğa, çevre haberi; insanların yaşadığı trajediler, işçinin, çiftçinin, esnafın, halkın dertleri. Onların dertlerine derman olmaya, duygularına tercüman olmaya yönelik haber çalışmaları başta olmak üzere geniş bir yelpazede haber yapıyorum yani. Haber neredeyse ben de olay yerindeyim. O yüzden benim için çok fark etmiyor. Hatta kendimi daha özgür hissediyorum. Gazetecinin zaten mesai mefhumu yoktur bilirsin. O yüzden bir kurum içinde değilim, çok rahatım. İstediğim her yere haber yapmaya gidebiliyorum. Ankara başka. O parlamento muhabirlerinin çok ayrı bir dünyası var. Onlar ihtisaslaşmış. Uzmanlık alanları bu. Orası çok farklı. Ama benim için böyle. Ben sokak çocuğu, haber muhabiri olduğumdan haber neredeyse ben oraya gidiyorum. Antalya’da da otursam Samsun’da da otursam ben giderim her yere. O yüzden benim için çok handikapı yok.
SÖ: Peki mesleğin başka bir dalına örneğin parlamento muhabirliğine geçmek istediniz mi yoksa sokak çocukluğundan memnun musunuz?
GU: Aslında mesleğin temeli muhabirlik Seda biliyorsun. Bu muhabir ruhunu hiç kaybetmeden ilerlemek en önemlisi. İlerledikçe yönetici olayım, müdür olayım, daha sonra diğer kademelere yükseleyim diye bir düşüncem bugüne kadar hiç olmadı. Bundan sonra da olmayacak. Ama ileride tabii köşe yazabilirim. Ben aslında televizyon habercisiyim. Bugün bağımsız ekran kalmadığından ne yazık ki mesleğimi icra edebilecek bir yer yok. İyi ki Sözcü var. Gazeteciliği, mesleğimi özgürce icra edebildiğim bir kuruluş var. Ama şuanda öyle bir ekran yok. İleride Türkiye yeniden bağımsız ekranlara kavuştuğunda, merkez medya yeniden oluştuğunda buradan farklı olarak ana haber bültenleriyle Türkiye’nin karşısında olmayı isterim. Çünkü galiba ben bunun için yaratılmışım. Benim en başarılı olduğum ve olacağım alan anchormanliktir.. Türkiye’nin yeni anchormanlara ihtiyacı olacak. Onlardan biri tahmin ediyorum ki ben olacağım.
SÖ: Cumhurbaşkanının 15 Temmuz’daki yerini yazdığınız için tutuklu yargılandınız. Bu konuda bizlere neler söylemek istersiniz?
GU: O konuda söyleyeceğim her şeyi mahkemede de söyledim. Detaylarıyla anlattım. Dolayısıyla aslında Sözcü’ye yönelik algı operasyonu başlatıldığında bunun için kurban seçilenlerden biriydim ben. Asıl amaç Sözcü’yü susturmak ya da yıldırmak, halkın haber alma hakkını kısıtlamak ya da yok etmek. Asıl amacın asıl hedefin Sözcü’nün patronu Burak Akbay olduğu anlaşıldı. O yüzden ben kendimi bir rehine gibi hissettim o süreçte. Tabii bu operasyonu düzenlerken algı yaratacak malzemelere ihtiyaçları vardı. Son derece sıradan ve hayatın olağan akışı içinde yaptığım bir haberdi. Yıllar yılı haber yapılır, liderlerin attığı her adım haberdir. Nitekim ben de o gün yapılması gereken bir haberi yaptım. Ama onlar geriye dönerek üzerine farklı anlamlar yüklemeye çalıştılar. Şuna benzer baktığımızda: Açalım televizyonu, bir sürü ünlünün haberini görürüz değil mi? Ünlü siyasetçi olabilir veya başka biri olabilir. Tanınmış birinin haberini yapar gazeteci her gün. Bugün de vardır. Sabah haberini yapmış gazeteci. Peki o tanınmış kişinin başına gece bir hadise gelirse o zaman biz geriye dönüp; “Vaay! Bu yaptı. Hedef gösterdi” mi diyeceğiz? Seda, Gökmen’le bir röportaj yapıyor şuan. Gece başıma bir hadise gelse iki gün sonra da; “Gökmen’in yerini Seda söyledi” diyecekler. Bana yapılan budur. Nitekim o haberi ilk yapan ben değilim. 11 Temmuz günü Doğan Haber Ajansı (DHA) ilk tatil haberini yaptı orada. 14 Temmuz günü yine haber oldu. Sosyal medyada aynı otelde konaklayan Türk turistler yüzlerce paylaşım yaptı. Aslında ilk ben yapmadım yani. Herkes biliyordu. Ama orada farklı bir algı oluşturmak için bunu malzeme ettikleri görüldü. Sonra ne oldu? Bu kumpas kısa sürede çöktü. Başka ciddi Fetö davalarının iddianamelerinde ve yargılamalarında gördük, çok sağlam delillerle koydular. Bu teröristler, Fetö üyesi darbeciler zaten yerini 10-11 Temmuzdan itibaren biliyormuş. Kim söylüyor bunu? Devletin savcıları söylüyor. Bir çoğu da sonuçlandı. Mahkemede de söylüyor. Bir de bu boyutu var.
GAZETE KÜPÜRLERİNDEN DAVA
Nitekim şöyle bir şey var Seda: Sözcü operasyonunu başlatan soruşturma savcısının aslında gazete küpürlerinden bir dava açtığını görüyoruz. Yani gazeteciliği yargılıyor, gazeteciliğin suç olduğunu iddia ediyor (ki suç değildir!), haberlere ve köşe yazılarına suç isnat etmeye çalışıyor. Bir başka köşe yazarı da hükümet yanlısı gazetecilerin Sözcü’yle ilgili belli başlı yazılarına dayanarak onları da tanık yaptı. O kişiler de haliyle mahkemeye geldi. İlk duruşmada hükümet yanlısı gazeteciler dahi şunu söylediler; “Sözcü hakkındaki bu iddianame deli saçmasıdır. Gerek Sözcü gerek Gökmen’e böyle bir suçlama kabul edilemez”. Yani gerçeği onlar da söylediler. Geniş bir kesim gördü ve kamu vicdanı bunu reddetti. Çünkü toplumun vicdanı bağımsızdır. O yüzden bu, orada bir malzemeydi. Büyük fotoğrafa baktığınızda burada hakikatleri yazdığı için ve dünyaya Atatürk’ün perspektifinden baktığı için bu gazete ve ben hedef olduk. Bunu anlıyoruz ama bu kumpas çöktü.
SÖ: Mektup alma ve gönderme yasağı yaşadınız orada ve bu süreçte eziyet gördüğünüzü belirttiniz. Biraz da bunlardan anlatır mısınız?
GU: Ne yazık ki OHAL’e dayanarak temel hak ve özgürlükler kısıtlanmış ya da ortadan kaldırılmış durumda. OHAL’in ne anlama geldiğini cezaevindeki bir tutsak olarak ben iliklerime kadar yaşadım. Tutuklunun evrensel hukuk değerlerine göre (Türk hukukuna göre de öyledir) avukatıyla her gün görüşme hakkı vardır. İstediği zaman istediği kadar. Bunu kısıtladılar. Haftada 1 saat yaptılar. O da kameralı odada yanına gardiyan oturtarak. Neye dayanıyor? OHAL’e dayanıyor. Bu hukuka ve insan haklarına aykırı. İkincisi o kadar çok kısıtlama vardı ki aile görüşünü kısıtladılar. Ayda bir olması gereken açık görüşü 60 günde 1 saat yaptılar. Doyabilir misin sevdiklerine, evladına? Aslında sadece babaları değil; evlatlarını, onların küçük yüreklerini de cezalandırıp ıstırap çektirdiler. Mektup diğer konulardan biri. Son iki haftaya kadar mektup yazamıyordum ben. Mektup da alamıyordum son iki üç haftaya kadar. Üzerinden beş ay geçtikten sonra iddianame mahkemeye sunuldu. Mahkeme iddianameyi kabul ettikten sonra haberleşme kısıtlamasını kaldırınca mektuplaşma serbest oldu. Ama kısa süre sonra duruşma vardı zaten. Orada da tahliye oldum. Kısıtlamalar saymakla bitmez. Tecritte tuttular beni, tam tecritte. İlk 11 gün kantinden alma hakkım olmasına rağmen televizyon vermediler. Gazetelere üye olup alma hakkım var. İlk 11 gün gazete vermediler. Duvarda sadece bir radyo vardı TRT FM ayarlı. Onu dinlerdim ama ikinci gün onu da otomatik olarak kestiler. Yani beni sessizliğe, yalnızlığa mahkum ettiler. 3 metreye 4 metre bir beton kutunun içine tıktılar beni. Zapt ettikleri bu yerde, sessizlikte tuttular. Bu nedir biliyor musun? Hani duyarız ya ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası. Nedir ağırlaştırılmış? Budur işte. Vahşi, cani canavarlar var büyük katliamlar yapmış ağırlaştırılmış hapis cezası verilen hükümlüler. Beni tuttukları ortam buydu. Gazetecileri reva gördükleri ortam buydu. Daha sonra yarı tecride aldılar. Yine tek kişilik bir oda. Sadece gündüz avludaki iki odanın tutuklularını görebiliyordum. Onda da 17.00-17.30’ da kapılar tekrar kilitleniyordu. Koca gece o beton kutuda tutukluydum. Tabii daha fazlası da var. Tüm bunları detaylarıyla yazdım “Yıkılma Sakın” adlı kitabımda.
“OHAL VARSA DEMOKRASİ YOKTUR”
SÖ: OHAL sürecindeyiz. Bu sürecin hukuk, demokrasi ve medyaya verdiği zararlardan bahseder misiniz? OHAL’in uzatılması konusundaki düşünceleriniz neler?
GU: OHAL varsa demokrasi yoktur. OHAL demokrasi ve özgürlükleri askıya alır. Nitekim öyle olmuştur. İlk başta nasıl bu karar alınmıştı? “OHAL’i fetö ile mücadele için istiyoruz. Normal vatandaşları etkilemeyecek” demişlerdi. Ama yüzlerce uygulamada görüyoruz ki hiç de öyle olmuyor. OHAL aslında baskı rejiminin aracı haline getirilmiş durumda. Bu demokrasi değil. OHAL olduğu müddetçe bu ülkenin sıkıntıları ve halkın yaşadığı baskı devam edecek demektir. Ayrıca OHAL’de seçime gidilmesi de hiç adil değil. Adı üstünde olağanüstü hal varsa bir ülkede nasıl seçime gidebilirsin? Bunu ne yazık ki kendileri ifade ediyor iktidar temsilcileri. “Parlamenter demokrasi bitti. Biz tek adam hükümranlığına dayalı yeni bir sistem kuruyoruz” diyor. Bunun en önemli aracı olarak OHAL’i kullanıyorlar. Buna dayanarak en ufak bir eleştiriye dahi tahammülleri kalmadığını görüyoruz. Onlara karşı eleştiride bulunan ya da hayır diyen, haksızlığa isyan eden vatandaşlara karşı da bir baskı aracı olarak kullanıyorlar.
SÖ: Seçimler “erken seçim” kararıyla 24 Haziran’da yapılacak. Bu konuda neler demek istersiniz?
GU: Erken seçim aslında kibarcası. Baskın seçim galiba siyaset literatüründe daha doğru bir niteleme oluyor. Bunun adı baskın seçim. Peki niçin iktidar acil seçim kararı aldı diye sorarsan şunu görüyoruz; ne yapsa oylarını yükseltemiyor, ihtiyaç duyduğu %51 ve üzeri oya erişemiyor. Anketlerde de görülüyor. Bir bu düşüş var. Geçtiğimiz aylarda yaptığı Afrin Operasyonu’nda da iktidar oylarını arttıramadığını gördü. Ama dahası ekonomi tehlike çanları çalıyor. Şuan da adı konulmamış bir ekonomik kriz var. Açıkça konuşulmayan ama sokaktaki adamın iliklerine kadar hissettiği bir ekonomik kriz var. Bu daha da kötüye gidiyor ve ekonomik çöküşe doğru sürükleniyor. Öyle anlaşılıyor ki iktidar bunu gördü ve ekonomi daha da çökmeden, bu enkazın altında kalmadan biran önce seçime gidip şansını denemek istiyor. Ben buna bağlıyorum erken seçim kararının alınmasını. Peki şimdi ne var? Bir tarafta Erdoğan-Bahçeli ittifakı var. Başkanlık sitemini getirdiler 16 nisan referandumuyla ve şimdi bu yürürlüğe girecek. 24 Haziran’daki seçimden sonra tamamen yürürlüğe girecek. Bir taraf demokrasiyi yok etmek için oy istiyor diğer tarafsa “hayır bloğu” olarak adlandırılan şimdi ise “demokrasi bileşenleri” olarak tanımlanan geniş bir yelpaze ise “biz kazanırsak tek adam rejimini terk edeceğiz, yeniden parlamenter demokratik sisteme döneceğiz, kuvvetler ayrılığı ilkesini ve yargı bağımsızlığını tesis edeceğiz. Temel hak ve hürriyetlerini, insan haklarını güvence altına alacağız. Toplumsal uzlaşıya dayalı bir anayasa oluşturacağız” diyor. Yani çağdaş demokrasi istiyor. Bir taraf tek adam hükümranlığına dayalı ve ilk kez duyulan, tam olarak ne olduğu anlaşılamayan bir sistemi savunurken diğer taraf da işte bu değerlerle demokrasiyi savunuyor. Türkiye bu tercihler arasında kaderini oylayacak.
“NEHİRLER TERSİNE DOĞRU AKMAZ”
SÖ: Biz gazeteci adaylarına, siz meslek hayatında zorlukları görmüş biri olarak önerileriniz nelerdir?
GU: Aslında şanssız bir jenerasyon olduğunuz ortada çünkü Türkiye’yle birlikte medya en kara dönemini yaşıyor. Fakat bu size bazı kazanımlar da getirebilir. Çünkü bu gördükleriniz, medyadaki bu kepazelikler, algı operasyonu yapan tetikçiler, yandaşlıklar, yalanlar sizin “nasıl gazetecilik yapılmaz” kolaylıkla cevap bulmanıza olanak tanıyor. Ama sizler asla karamsarlığa kapılmayın. Çünkü bu böyle sürmez. Nehirler tersine doğru akmaz. Er geç Türkiye çıkar aydınlığa. Tavsiyem evrensel meslek ilkelerini iyice özümsemeniz ve sıkı sıkıya bağlı kalmanız bu bir. İkincisi gazetecilik temas ve mesafe mesleğidir. Bunu iyice idrak edip bu kuralı çok iyi uygulamanız lazım. Üçüncüsü gazeteci hiç kimseye gebe kalmamalı. Özellikle de siyasilere. Gazeteci bağımsızlığını sonuna kadar korumalı. Gerekirse işini kaybet ama onurunu kaybetme. İş gider tekrar gelir. Para gider tekrar gelir. Ama onurunu kaybedersen onu bir daha bulamazsın. En önemli tavsiyelerimden bir tanesi budur. İşsiz kalırsın ama bir sonrakine güçlenerek başlarsın. Yine bir şey oldu, editoryal bağımsızlığına müdahale edildi. Yine istifa edersin. Gider simit satarsın onurlu yaşarsın. Günü gelince daha da güçlenerek yeniden dönersin gazeteye, bir başka basın kuruluşuna. Bu seni artık ileride sarsılmaz, yıkılmaz bir güce eriştirir ve toplumda karşılığını bulur. Size öncelikli tavsiyelerim budur. Asla umudunuzu kaybetmeyin, bu değerlere sıkı sıkı sarılın ve asla vazgeçmeyin.