Sayın Huriye Saraç, söyleşimize ilk başlangıcımız sizin o nadide güzel cümleleriniz ile olsun istiyorum. Gözlerindeki kuyuya ancak, insan insan bakabilenlerin inmesine izin veren özel bir ruhunuz var. Hem gerçek hayat hikâyenizi anlattığınız kitaplarınızdan hem de şahsen tanışmış olmamdan kaynaklı bir görüştür bu. O kuyuda neler var? Bize bildiğimiz ve bilmediğimiz Huriye Saraç’tan bahsedebilir misiniz?
1933 da Afyon-Emirdağ Arslanlı köyünde (koyun ağılı) doğdum. Yedi kardeşin üçüncüsüydüm. 1941 de İlkokula başladım. 1.2.3. Sınıfa kadar eğitmende okurken; 9 Mayıs.1944’te Çifteler Köy (Eskişehir) Enstitüsü’nün hazırlık sınıfına alındım. İlkokulun 4. ve 5.sınıfı ile enstitünün 1.2.3.sınıflarını, Mahmudiye köyündeki Enstitünün 1. bölümünde bitirince: 10. km. aralı, Hamidiye köyündeki 2. bölümüne gönderildim.
1949-1950 öğretim yılında köy öğretmeni oldum. Afyon-Emirdağ’ın Ekizce (kitaptaki adı: Leblebici) köyüne atandım. İkinci yılında da kendi köyüme 2 km. aralı, Arkaç köyüne atandım. Genç kızdım… Hayallerimi gerçekleştirmeyi düşledim. Mesleğini sürdürürken, üvey anamın tuzağıyla mesleğim elimden alındı. (24.Ağustos.1952) Yaşamım karardı. Yılını doldurmadan o esaretten kurtuldum. Ancak; Sicilime olumsuz işlem yapıldığından, mesleğime dönemediğim gibi başka işlere de alınmayınca, üvey anası olan bir gençle evlendim. Üç yıl sonra kucağımda oğlumla ayrıldım.
İstifa ettirilişimin dördüncü yılında dönebildim öğretmenliğe. Bilecik, Afyon, Aydın, İzmir Eskişehir illerinde çalıştım. Köy Enstitüsünün kazandırdığı kitap okuma alışkanlığı, en zor günlerimde yol gösterici oldu. 1972’nin Şubat’ında da malulen emekliye ayrılınca Belçika’ya gittim. Kısa sürede işçi oldum. Çalışırken (dokuz yıl) Hollanda da ki Türk işçilerinin çocuklarına: (1979-1980) Türkçe-Sosyal Bilgiler Öğretmenliğine alındım. Hollanda’dan emekli (1985) olunca; Gönüllü Eğitimci olarak İlkokul, liseler, üniversiteler, derneklerle çağrılan yerlere gittim, gidiyorum da…
Sayın Saraç, biraz Köy Enstitüleri’nden bahsedelim istiyorum. O dönemlerde savaştan yeni çıkmış ve nüfuzunun büyük bir bölümü köyde yaşayan ülkemiz için en önemli sorunlardan biri eğitim ve öğretimdi. İşte bu yüzden Köy Enstitüleri’nin ülkemiz eğitim tarihinde önemli bir yeri vardır. Siz bir Köy Enstitülü olarak bize neler söylemek istersiniz?
Yoksulluğun, bilgisizliğin, ilkelliğin kör karanlıklarına terkedilmiş köylerde yaşıyorduk. Geleceğimiz yoktu. Eğitmenli, üç sınıflı İlkokulda okuyordum. İki adam geldi okulumuza. Sınıfın hepsine okutup yazdırdılar. On çocuk seçtiler. İki erkek, bir ben gidebildik enstitüye. Ana-babalar “Gumunist=Kominist okuluymuş” diye göndermediler. Beni göndermiş diye ağır tepkiler aldı babam. Köy Enstitülerinin kuruluşu 17 Nisan 1940 biz köy çocuklarının yeniden doğduğumuz gündür. Okullarımızda her şeyi kendimiz yetiştiriyorduk. İnek, at, koyun, kümes hayvanları vardı. Sebze-meyve bahçemiz, kavun-karpuz, mercimek-nohut tarlalarımız vardı. Devlete hiç masrafımız olmuyordu. Hem öğreniyor hem de yetiştiriyor, yiyorduk.
Ulusalcı, Cumhuriyetçi, ülkesi için adanmış öğretmenler olarak eğitildik. Köylerimize bilgi, ışık götürecektik. Yatılı olmanın yararı içinde okuduk… Okuduk… Okuduk… Bilgilendik. Ezberci değil, öğrenmeyi-öğretme sevdalısıydık. Hepimiz, ağabey-abla-kardeştik. Demokrasi derslerini yaşayarak aldık. Geleceğe güveni olan gençler olarak yetiştirildik.
Yanlış bilmiyorsam Köy Enstitülü tek bayan yazarsınız. Bu size büyük bir sorumluluk yüklemedi mi? Köy Enstitüleri’nin edebiyata katkısı nelerdir?
Benden önce; öyküler, anılar yazanlar olmuş. Köy Enstitüsünden anlatmışlar. Pakize Türkoğlu ablamızın, “Tonguç’un Köy Enstitüleri” adıyla kitabı var. Benisa’ların 1. cildinde enstitü yaşamımı anlatmıştım. Çok merak ettikleri Köy Enstitünün iç yaşamını öğrenince, okurlarım telefon ederek: Böyle okulda okuyamadıklarından çok üzüldüklerini söylüyorlar. Enstitüde kitap ekmek gibiydi diyebilirim. Sabahları bir saat… Akşamları iki saat okuma (muteala) yapıyorduk. (Gorki, Balzac, Tolstoy, Daniel Defoe, Turgenyev v.b) yazarların Tercüme edilmiş dünya klasiklerini okuyorduk.
Elbette üzerimde büyük bir sorumluluk var; bunu katıldığım her programda ve sosyal sorumluluk projelerinde yüreğimden, elimden gelenin en fazlasını yaparak göstermeye çalışıyorum.
Türkçe dersinde; öykü (tahrir), masal, hikâye, yazardık. Konu, köyümüz, yaşamlarımızdı. ‘Aylık. ‘Duvar Gazetesi’ çıkarıyorduk. Beğenilen yazı, resim, şiirler asılıyordu. Günü dolan gazetenin değişmesini heyecanla bekliyorduk; Kim ne yazmış? Biz köy çocukları, kaderine terk edilmiş köylerde yaşananları gerçek yüzüyle yazarak, anlatarak, edebiyata katıldık…
Yaşam öykünüzü anlattığınız “Öğretmen Benisa” adlı üç kitap çıkardınız. Bize bu süreçten bahseder misiniz? Kitap çıkarma fikri ilk nerede ve hangi zamanda göverdi? Devamı gelecek mi?
Yapılan haksızlıklara, çektiğim cezalara razı olmadığım için yazmak istedim. Yitirdiklerimin, acılarının derinliklerini az da olsa azaltmak için yazmak istedim. Kadınlarımız, kızlarımızın daha çok bilinçlenmesi dileğimle yazmak istedim!.. Olayları yaşarken de yazmak istedim. .Ancak; ekmek bulunca zaman bulamadım, zaman olunca ekmek bulamadım. Yazacağımda da yazmamı istemedi babam!.. Devamı elbette gelecek.
“Öğretmen Benisa” yakın tarihimizin en sancılı ve tartışmalı dönemine de tanıklık eden bir eser. Sayın Saraç, gerçek bir hayat hikâyesini işleyen bu kitabın kahramanı kim? O acı dolu anları yaşatanlar mı yoksa “Kayayı Delen Tohum” diye özetlenen o küçük köylü kızı mı?
Kitabın kahramanı; yaşamı elinden alınıp acının, çaresizliğin içine atılan o küçük Türkmen kızıdır.
Sayın Saraç, geç kalmamanın felsefesini sizin hayat hikâyenizde birebir görmek mümkün. Yetmiş yaşından sonra, kalemi ile hemhal olan siz, yaşın değil; birikimin, vaktin ve sabrın insan hayatındaki olumlu geri dönüşünü gösterdiniz. Bize yazmadığınız dönem ile yazmaya başladığınız dönem arasındaki farklardan bahseder misiniz? Yazmak, çile ile örülmüş hayatınıza neler kattı? Ve neden daha önce yazmadınız desem? Neydi beklediğiniz?
Yazamadığım dönemde çalışıp para kazanmayı düşünüyordum. Yazmak, beni yeniden yaşama döndürdü. Okuyucularımın beni kucaklaması, eleştirileri, maneviyatımı zenginleştirdi. Oğullarım-kızlarım oldu. Yalnızlığım silindi.
Otuz beş yaşlarındaydım, babamı ziyarete gittik oğlumla. Üvey anamın bana kurduğu tuzağı öğrenince boşamış. Babama;
“Bir gün, yaşadıklarımı, çektiklerimi anlatacağım. Olayları unutamıyorum…” deyince:
“Yaz! Ben öldükten on beş yıl sonra yaz!” dedi. Ona,
“ Neden on beş yıl sonra?” deyince:
“Beni tanıyan kimse kalmamış olur. Çünkü yerdeki karınca, gökteki kuşlar bile taşladı beni… Yaşananlardan büyük bir acı ve keder duyuyorum. Bana söz ver!” dedi. “Söz” verdim.
1985 yılında, ölüm döşeğindeyken, yaşlılığın ve hastalığın verdiği acının ağırlığı altında ağlıyordu. Ölmeden önce ellerimi tutarak;
“Bana verdiğin sözü tuttun, yazabilirsin, yolun açık olsun!” deyişini unutamıyorum. O yılın Ramazan ayının, Kadir gecesinde kollarımda öldü babam ve gördüğüm ilk ölüydü. İki binli yıllarda kâğıtlara dökmeye başladım. Yaşamımın anlamı oldu yazmak. Bütün bu çekilenleri herkes bilsin istiyordum. En yakınlarım, oğlum bile çok azını biliyor, çoğunu da eksik ya da yanlış duymuşlardı.
O günlerde yurtdışından yeni dönüş yapmıştım. Eski arkadaşlarımın nerelerde olduklarını bilmiyordum. Çifteler Köy Enstitüsü Mezunları Günü’ne katıldığım bir gün de, birkaçını görebildim. Orada benden öncekilerden Mehmet Cimi’ yi tanıdım. “Tonguç Baba- O Yıllar Dile Gelse” gibi kitaplar yazmış. Yazma düşüncemi anlattım. Yardımcı oldu. Yakın arkadaşı Yetkin Aröz’le tanıştırdı.
Gelelim sizin yurtdışı seyahatlerinize. Azerbaycan, Hollanda ve Belçika’ya ve Türkiye’nin her bir şehrine davet edildiniz. Bu davetlerden hiçbirini geri çevirmiyor gidiyorsunuz. Ben biliyorum ki bu koşturma sizin için manevi bir amaca dönmüş. Siz Hem Köy Enstitüleri’nin aykırı öğretmeni, hem de şimdi ki yazarlarımızda çok da fazla görmediğimiz birçok farklılığın mütevazı askeriniz bence. Peki, Huriye Saraç’ın yazım hayatındaki amacı nedir desem?
Davetler beni daha çok yazmaya itiyor. Birilerine bilmediğini öğretince çok seviniyorum. İnsan ne kadar bilgili olursa; başaramadığı, yapamadığı hiçbir şey olamaz diyorum… Parayı harcayınca bitiveriyor. Ama bilgi öyle değil! Öğrendikçe yığılıyor, mayalanıyor kabarıyor… Bilgili kişinin yapamayacağı bir şey yoktur. Yani zor kolay olur…
Yaşayamadan elimden alınan gençliğim acı kırbacım oldu. Köy Enstitüsünde okumasaydım, olaylara dolanacak kaybolup gidecektim. Kadınlarımız ve kızlarımızın bilgilenmesi, biraz olsun kitap okumaları isteğimle yazıyorum…
Aslında bu soru biraz özele girecek ama yazdığınız kitapta her şeyi birebir anlattığınız için bu konuya değinmek istiyorum. Ülkem toprakları, şiddetin anavatanı olmak yolunda iyi ilerliyor diye düşünüyorum! Üvey anne şiddeti görmüş bir çocukluluğunuz geçti. Şiddetin bir de manevi rengi var. Siz her iki anlamda da şiddet görmüş bir çocukluk geçirdiniz! Bu büyük toplumsal yaranın kıyılarında büyüyen yüreğinizden, birkaç cümle almak isteriz. Nedir şiddeti azaltacak olan ve nedir şiddeti besleyen?
Anamızın sıcaklığını-sevgisini tadamadan, üvey anaların kucaklarına itildik. Katıksız ekmeğe bile karnımız doyamadı. Vücudumuz, uzun örgülü saçlarımız, giysilerimiz, yılda kaç kere yıkanırdı acaba? Üvey anamızdan çok korkardık! Bir şey kırsak zayıf bedenlerimiz morarana kadar dövülürdük ama babamıza söyleyemezdik. Üvey anamızın bizi dövdüğünü söylersek; babamda onu döverdi, dahası evden kovardı ama o gitmezdi. Birbirilerine küserlerdi. Bu kere de babamıza söylediğimiz için sopa yerdik. Hele çimdikleri pek ağılıydı. Babamızla barışana kadar sürerdi. Tadımız tuzumuz kalmazdı. Hepimizin vücutlarında üvey ananın izleri vardır.
Enstitüye gittiğim ilk yılında izine gelmiştim. Babam evde yoktu. O sabah ayağıyla dürterek:
“Okuduğu kendini sokasıca!” diye azarladı. Üstümden yorganı çekerken, “Çabuk ol! Çık yataktan! İneği sağ!” diye söyleniyordu. Süt helkesini (kova) alıp girdim ahıra. İneğin bakışından ürktüm. İnekte benden ürktü. Yakınında bağlı buzağısını çözdüm az emince dizlerine bağladım ineğin. Helkeyi memelerinin altına koyup başladım sağmaya. Beni yadırgadığından bir türlü sütünü salıvermedi. Süt ince iplik iplik geliyordu. Zor zar üç bardak kadar sağabildim. İnek birden yürüdü, ipi çözüldü. Kaşla göz arası yumuldu anasını emmeye buzağı. İnek kulaklarını dikip, gözlerini belertti. Beni süzmeye durunca kendimi yana zor attım. Kendimi kurtarayım derken helkeyi kurtaramadım devrildi. İnek yemliğe tak tak boynuzların vuruyordu. Korkumdan ağlamaya yetti gücüm.
“Anneciğim! Neredesin, gel gel!” sesimin yettiğince bağırdım. Üvey anam geldi. ”Vay elleri kırılası vay! Devletin yağını yoğurdunu yiyorsun da bir ineği sağamıyorsun Ha!” Hışımla üstüme yürüdü. Sağ kulağımdan yapıştığı gibi hızla itti sol kulağımın üstüne indirdiği tokatla yere yuvarlandım… Babama söyleyemeden bitti izin. Böylece; genç kızlığıma eremeden sol kulağımı kaybettim. sonra İşitme cihazıyla tanıştım!..
Bizim üvey anamız bir başkaydı. Öz anadan daha, yüreği sevgi şefkat dolu üvey analar vardı. Bunu söylediğim için tüm üvey analara sevgiler sunuyorum…
Köy Enstitüleri kapatılmasaydı okulsuz ve öğretmensiz köy kalmayacak, bu da, eğitimsiz kimse kalmayacak demekti. Şiddeti besleyen eğitimsizliktir. Analarla-kızlarımızın daha bilinçli hareket etmelerini diliyorum.
Çok önemli bir anının canlı şahidi babanıza gelmek istiyorum. Babanızın askerdeyken “Ulu Önder Atatürk’e verdiği söz” demek istiyorum. Ve bu söz sayesinde siz, okutulan şanslı kız çocuklarından biriydiniz o dönem. Bizimle bu kıymetli anıyı paylaşır mısınız?
Babam, Edirne (1930) da askerlik yaparken Atatürk askeri ziyaret eder. Okuma-yazma bilen bir askerden; harfleri öğrenmeye çalışan babamı görünce Atatürk, yanına gelerek, omzundan hafifçe tutmasıyla birden ayağa kalkıp selama durur:
“Nerelisin yağız delikanlı?”
“Afyon’luyum.”
“Evli misin?”
“ Evet, bir oğlum var,”
“Kızın olursa okutacak mısın?”
“Evet!”
“Söz mü?”
“Söz paşam,” der.
“Kızlarımızı okutmazsak cehaletten kurtulamayız asker!” der Atatürk de…
Asker, düşünür, Atatürk kimdir, nasıl birisidir? Bilgiler alır komutanlarından. Atatürk hayranı, dahası sevdalısıdır. Askerden gelince yılına varmadan kız babası olur. Yaşını doldurmadan ikinci kızı olur. Nüfusa kayıt ettirmek için Emirdağ’ına gider. Büyük kızına Rukiye anasının adını) yazdırır. Küçük kızına da CUMHURİYET yazmasını ister. Nüfus memuru,
“Kolay söylenecek ad olsun.” der,
“ İstediğimi yaz! Ata’ma söz verdim. Onu okutacağım!” dediyse de babam:
“ İnsanlar doğru söyleyemezler Ayşe=Ayşa… Emine-İmine v.b. Bu ‘CUMHURİYET!’ Büyük ad! Deyince düşünür babam, haklı bulur memuru. CUMHURİYET’in ilk hecesi CUM ile son harfi T’ yi çıkarıp ‘HURİYE ‘sini yazdırır. iki kızının adları Rukiye-Huriye diye uyumlu olacaktır… Köy çocuklarının okuyacağa bir okul açıldığını duyar ve gönderir. Ancak; adının anlamını, son günlerinde anlatır kızına… O da neden önceden söylemediğini sorunca; nüfustan değiştirip. ‘Cumhuriyet’ yazdırırdın. Doğru söylenemeyince üzülürdüm.”
Evinizde ilk dikkatimi çeken şey; üzerine tarih işlenen raf örtüleri, kanaviçeler, nakışlar ve danteller oldu. “Öğretmen Benisa’da da çileyi, umudu ve sabrı bir dantel gibi işlemişsiniz. An olmuş sökülmüş umutlarınız, an olmuş teyellemişsiniz onları sabrınızla. An olmuş, en yorulduğunuz bir vakitte çıkarmışsınız sakladığınız en güzel renkleri, işlemişsiniz sanki çilenin işgal ettiği ömrünüze. İşlemeler, danteller ve nakışlar sanki hayatınızı özetleyen lisan olmuş. Ne dersiniz?
Kanaviçelere kaderimi işledim!.. Üzüntülerimi koyu renk ile belli ettim, sevinçlerimi açık renk ile belli ettim. Daha çok gül simgesi işledim. Çünkü baharımı yaşamadan bitirdiğimden pembe, sarı, kırmızı tomurcuklarını başımdaki gelinlik tacım gibi dizeledim… İşlerken yılın tarihini unutmadım. İşlemeye, 1944 Köy Enstitüsün de başladım. Gözüm gibi korurum. Genç kızlık hayallerimi ararım onlarda. Sabah kalkınca gülümserim onlara. Rengârenk çiçekleri, tomurcukları, yeşil, kahverengi sapları, kara kara gözleri, ak pak dantelleriyle onlar da bana gülümserler…
Evinizdeki bir diğer güzellik zengin bir kütüphanenizin olmasıydı. Kitaplar, döşümüzdeki süt kokusunu bilginin şefkatiyle buluşturan anaç kalelerdir! Güçlü bir kaleniz var. Sormak isterim, kitap alırken nelere dikkat edersiniz? Kitap okumanın bir adabı var mıdır?
Kitap alacağımda önce eskilerini ararım. Ön ya da arka sayfalarının yerinden çıkmışlığı, kapağının köşelerinin kopuşmuşluğuna bakmam. İyi kitap ki; çok okunmuş der alırım. Kıyısını köşesini onarırım. Kaplar adını, yılın, yazarını yazar, Kütüphanemdeki yerine koyarım. Okuyacağımda kitabımla baş başa olmalıyım. Çantamda azığım olmasın ama kitabım olsun! Kitap dosttur. Verdiğini geri almaz! Aynen ana göğsü gibi…
Sayın Saraç, katıldığınız imza programlarında kitaplarınızı maddi karşılık beklemeden armağan ediyorsunuz okuyucularınıza. Günümüzde çok da alışık olmadığımız bir durum! Bu davranışınızda kutsal bir amaca hizmet edişin kokusu geliyor yüreklerimize. Biraz da bu konu üzerine konuşalım mı?
Benisa’ları yazarken maddiyat, ünlenme gibi şeyler düşünemedim. Çağrıldığım Derneklere, okullara, Köy Kütüphanelerine, Üni- Eğitim Fakültelerine. Huzur evi v.b. yerlere okunması isteğiyle veriyorum. Çünkü Köy Enstitüsünde okuduğum kitaplardan, öğretmenlerimden, bilgilenmeseydim, olaylara yenilir yiterdim. Yaşam savaşını kazanamazdım. Çocuğumu geleceğe hazırlayamazdım. Kitap okuyan kişi cesaretlidir. Analarımız, kızlarımızın az da olsa kitap okumalarını çok istiyorum…
Şimdi ilköğretimden tutun da üniversitelere kadar öğrencilerin birçok şair ve yazarı, siyaset adamını görme, dinleme şansı oluyor. Sizin öğrencilik yıllarınızda okulunuza ziyarete gelen oldu mu?
Zamanın Milli Eğitim Bakanı Rahmetli H:Ali Yücel, Köy Enstitülerinin fikir ve biz köy çocuklarının babası; İsmail Hakkı Tonguç. Rauf İnan. Bakanlar, Milletvekilleri, yüksekokul müdürleri gelirler, bizimle yemek yerlerdi. Sınıflarımıza girerler, derslerimizi dinlerler, giderlerken de: “Yarınımızın çalışkan öğretmenleri!” derlerdi.
Enstitüye çok ziyaretçiler gelirdi. Amerika’dan Almanya’dan Romanya’dan, Hele bir keresinde Yunanistan’dan büyük bir gurup gelmiş. Tercüman aracılığıyla: Köy Enstitüsü sisteminin dünyada bulunmaz çok yüksek olduğunu, öğrencilerin her bakımdan çok bilgili, bir programla yetiştirildiğini anlatmıştı. Önce Ankara’daki Hasanoğlan/Yüksek Köy Enstitüsüne geliyor, sonra diğer Enstitülere gidiyorlardı. Derslerimize giriyor, dinliyor, defter kitaplarımıza bakıyor, okuduğumuz dünya klasiklerinden Ana. Suç ve Ceza; Gazap Üzümleri vb. sorular soruyorlardı. Giderken de tek tek elimizi sıkıyor, teşekkür ederken yüzleri gülüyordu. Okul müdürümüz öğretmenlerimiz başarımıza sevinirlerdi. O hızla daha çok çalışıyor, okuyor, her şeyimizi düzgün yapıyor; yapamayan kardeşlerimize yardım ediyorduk. Ve unutamadığımız, bal kovanlarımızı içindeki arılarıyla hiç acımadan yaktılar.
Kitap Haber “Kitaplardan Bir Dünya Kurduk” sloganı ile kitabı boş zamanlarında değil en değerli zamanlarında okuyanların karşısına çıkıyor. Kitap Haber’deki her bir paylaşımın amacı; kitap ve bilginin kutsal birikimine katkı sağlamaktır. Kitap Haber takipçilerine ve yazarlarına neler söylemek istersiniz?
Yineliyorum kıyısına köşesine kitap kokusu sinmiş her ortam, insanlığa hizmetin cesur askeridir. Sizin deyiminizle kitap ve bilginin kutsal birikimine katkı sağlayan bu sitenin paylaşımlarını daha sık takip etmeye çalışacağım. Kitap Haber ve bu gibi sitelerin çok okunması dileği ile.
Dramatik bir hayatın tüm ağırlığına rağmen; güzele bakan penceresini her daim temiz tutan güzel insan, bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ediyoruz.
Evime kadar gelip ziyaret etmenize ana yüreğimle teşekkür ediyor, başarılar diliyorum.
Not: Bu söyleşi Dîvanyolu Dergisi’nde yayınlanmıştır…
Söyleşi: Mehtap Altan