Ülkemizin son dönemde gündeminde olan sorunlarından birisi de Suriyeli sığınmacılar ve çocuk istismarı konusudur. Özellikle Suriyeli sığınmacılar konusunda çok çeşit yorumlar ve değerlendirmeler mevcuttur. Romanlarıyla tanınan ve daha çok polisiye romanlarıyla öne çıkan Ahmet Ümit ile bu sorunların sosyolojik açıdan nasıl değerlendirileceğinden, romanlarında mekanların neden İstanbul’da geçtiğine, baş komiser Nevzat karakterinin nasıl ortaya çıktığına dair birçok konuyu ele aldık. Keyifle okumanız dileğiyle. İyi okumalar…
ENİS DERDİMENTOĞLU (ED): Yeni kitabınızda Türkiye’nin en güncel iki sorununu olan çocuk istismarı ve Suriyeli sığınmacıları ele aldınız. Peki bu konuları sosyolojik olarak değerlendirecek olursanız neler söylersiniz?
AHMET ÜMİT (AÜ): Bu konuları bir gazeteci veya konunun uzmanı gibi ele almam söz konusu değil tabii. Bir yazarın konusu da bu değil. Güncel olan bir problemin ele alınıp buna çözüm önerilerinde bulunmak aslında romanın temel maksadı bu değil. Ama bununla beraber, yani bunları da ele alarak asıl yapmamız ve edebiyatın yapması gereken şey,insanı ve insan ruhunu anlamaktır. Çünkü bu sorunlar bugün var, yarın olmayacak. Benim için asıl mesele insan nasıl bir mahluktur? Buradaki asıl sorun da şu; bir insan nasıl olur da küçücük bir çocuğu cinsel olarak taciz edebilir veya başka bir ırktan, başka bir ülkeden gelen bir insan nasıl ötekileştirir? Bir insan başka bir insanın bebeğini veya bir organını para için nasıl çalabilir ve satışa sunabilir? Bir insan bunları nasıl yapabilir? O zaman da şu soru gündeme geliyor: İnsan nasıl bir mahluk? Biz şimdi kendimize dair konuşabiliyoruz, bir şeyler söyleyebiliyoruz. “İnsan en yaratıcı, en şefkatli, en zeki, en merhametli, en güzel mahluktur.” diyoruz. Ama baksanıza hepsinin karşıtları var. En acımasız, en aptal, en yıkıcı, en nefret eden mahluk biziz. Dolayısıyla o zaman asıl mesele diğer romanlarımda olduğu gibi “İnsan nedir?” sorusuna odaklanmak. Ama bu romanda Türkiye’de güncel olan üç sorun var. Birincisi çocuk tacizi, ikincisi Suriyeli mültecilere karşı gösterilen ötekileştirme, üçüncüsü ise organ kaçakçılığıdır. Bunları ele alıp tartışmak istedim ben.
“ÇOCUKLARIMIZLA CİNSELLİĞİ KONUŞMUYORUZ ANCAK HERKES BUNU YAŞIYOR”
Sosyolojik olarak baktığımızda ne olabilir? Demin dediğim gibi çocuk tacizleri var. Çocuk tacizleri neden olabilir? Türkiye’de maalesef cinsellik konuşulmuyor. Biz çocuklarımızla cinselliği konuşmuyoruz. Ama herkes bu cinselliği yaşıyor. Bunlar konuşulmadığı için ve doğru yönlendirme olmadığı için de yanlış yaşanıyor. Yani aileler çocukları küçükken onlara “Oğlum veya kızım senin bir çocuksun ve senin bedenin özeldir. Kimse senin bedenine dokunamaz. Büyükler de dokunamaz. Sen istemeden bu mümkün değil, hatta istesen de değil. Bunlar özel yerler.” demiyor. Bu hem çocuğa bedenen zarar verecek şeyler hem de ruhen zarar verecek şeylerdir. Cinselliği biz kapattığımız ve bundan utanç duyduğumuz için -neden duyuyorsak onu da bilmiyorum; çünkü cinsellik olmazsa insan türü de var olamaz- bu konu konuşulmadığı ve doğru yönlendirilmediği için sakat bir cinsellik yaşanıyor. Erkekler yeterince olgun değil, kadınlar korkarak büyüyorlar. Bunun sonucunda da doğal olarak bir açlık oluşuyor ve bu açlık sonucunda bu sapıkça eylemler gerçekleşmiş oluyor. Suriyeliler meselesine gelince 3 milyon Suriyeli geliyor buraya. Zaten ekonomide işler iyi değil. İnsanlar işlerinden oluyorlar. İnsanlar gördüklerinde veya başka dilde konuştuklarını duyduklarında ön yargıyla yaklaşıyorlar. Asıl sosyolojik olarak bakarsak meseleye bunları söyleyebiliriz.
ED: Peki sizce de 3 milyon gibi bir sayı çok değil mi ülkeye?
AÜ: Evet öyle. Burada eleştirilecek kesim Suriyeliler değil. Bir savaş var orada ve zavallılar ölümden kaçıyorlar, ailelerini kurtarmaya çalışıyorlar. Evleri yakılmış yıkılmış, her şeylerini kaybetmişler. Burada suçlanacak kişiler siyasetçiler. 3 milyon insanı alan kimse doğrudan o insanları suçlamak veya eleştirmek lazım. Burada da gereken neyse oylarımızla, eleştirilerimizle, konuşmalarımızla belirtmemiz lazım. Demokratik yollarla bunları göstermek lazım. Bundan dolayı bu 3 milyon zavallı, yurtlarından olmuş bu insanlara saldırmak, ötekileştirmek çözüm değil. Bu insanların çocuklarını iyi eğitilmeli ve onları entegre etmeliyiz. Çünkü bu insanlar burada kalacaklar artık. Bakın bugün Londra belediye başkanı bir Müslüman. Aynı şey ülkemizde de olması gerekiyor. Gaziantep’te, Şanlıurfa’da belki de belediye başkanı olacaklar. Bu insanlar ister Yahudi olsun, ister Hristiyan olsun, ister Fransız olsun, ister Ermeni olsun. Bu kurallara uyuyorlar mı? Uyuyorlar. İşsiz kaldıysan evsiz kaldıysan birisini suçlayacaksan siyasetçileri suçla. Çocuk haklarının çiğnendiğini düşünüyorsan siyasetçileri suçla. Bu insanları suçlamak hem kolay hem çözüm üretmiyor. Şefkat göstermişiz, konukseverlik yapmışız; ama bu yaptığın hareketler hata içeriyor.
“BAŞKOMİSER NEVZAT BİZDEN BİRİ”
ED: Biraz edebiyattan gidecek olursak Sir Artur’un Conan Doyle ve Sherlock Holmes’ü var, Leblanc’ın Arsen Lupen’i, Harlan Coben’in Myron Bolitar’ı var. Sizin de Nevzat Başkomiseriniz var. Bu biraz daha toplumdan bir karakter. Bu karakter nasıl oluştu?
AÜ: Baş komiser Nevzat’ı şöyle yarattım ben: 1998 yılında Yeni Yüzyıl diye bir gazete çıkıyordu. Yayın yönetmeni Okay Gönensin’di, rahmetli oldu. Okan Gönensin polisiyeye meraklıydı. O dönemde de yeni yeni kitaplarım yayınlanmış,“Sis ve Gece” falan. Bana “Avrupa’da ve Amerika’da Pazar günü, hafta sonları polisiye tefrikalar yayınlanır. Biz niye yapmıyoruz, yapalım.” dedi. Ben de “Olur, yapalım tabii.” dedim. Bunun üzerine gazetenin Pazar ekinin arka sayfasını bana verdi yazayım diye. Bir karakter yarattım böylelikle Baş Komiser Nevzat diye. Nevzat isminin bir önemi yok, Ali de olabilir Veli de. Baş Komiser Nevzat’ı ben iki sinema karakteri bir de gerçek karakter olarak yarattım. İki sinema karakterinden bir tanesi “Ah Güzel İstanbul” filminde Sadri Alışık’ın canlandırdığı Haşmet İbriktaroğlu karakteri var. Eski İstanbullu. Ailesi çok zenginmiş; ama düşmüş artık. Tam bir İstanbul beyefendisi. Bir de Yavuz Turgul’un Muhsin Bey var. Bu iki sinema karakterinden yola çıktım. Bir de Adana emniyet müdürü vardı. Gerçek bir karakter bu. Bunlardan yola çıkarak üçünün birleşimi Nevzat baş komiser oldu. Kimdir bu baş komiser Nevzat? Bizden biri, eski İstanbullu, vicdanı olan bir adam. Süper bir kahraman değil,Sherlock Holmes gibi. Hata yapıyor, vicdanı var, vuruluyor, sopa yiyor. Ekiple beraber (Ali, Zeynep) işleri çözüyor. Son derece basit yöntemlerle veya işin gereği neyse onu yapıyor. Gerçekçi bir kahraman.
SEDA ÖZDEMİR (SÖ): Sizinle Nevzat başkomiserin benzerliği veya farklılığı var mı?
AÜ: O dönem çok önemli Fransız bir yazar vardı. Madam Bovary diye bir eser yazmıştı. Ona soruyorlar Madam Bovary kimdir? O da “Benim” diyor. Baş komiser Nevzat’ta benim ama elbette tamamen ben değilim. Romandaki Ali de Zeynep de katil de kahramanlar da benim. O benim yarattığım bir karakter. Bana ait bir takım özellikler taşıyor. Vicdanlı olmaya çalışıyorum onu da vicdanlı olmasını istiyorum. İyi ve hoşgörülü olmaya çalışıyorum onun da iyi ve hoşgörülü olmasını istiyorum. İyi ve olumlu kişilik özelliklerim ne kadar varsa çoğunlukla Nevzat’ta bunları göstermeye çalışıyorum. Böyle oluştu bu karakter.
SÖ: Siz ve Gece eserinizde ki dil ile İstanbul Hatırası eserinizde ki dil çok farklı. İkisi de polisiye romanı olmasına rağmen bu farklılıklar dikkat çekiyor. Bunun sebebi nedir?
AÜ: Şöyle ki yazarların üslubu vardır. Bazı yazarlar üslup oluşturmaya çalışırlar ya da üslup oluştuktan sonra o üslubu yıkmaya çalışırlar. Anlatacağınız her hikaye farklı bir dil gerektirir. Sis ve Gece’de ki dil bambaşka; çünkü aslında bir adamın ağzından anlatılıyor. Bu sıkışmış bir adam. Psikolojik sorunları olan, aşık olduğu kız kaybolmuş olan bir adam. Arada kalmış, mesleği tehlikede olan bir adam. Dolayısıyla o daha içsel bir dil var. İstanbul Hatırası’nda daha başka bir dil var. Bunu şöyle açıklamak lazım yazdığımız romandaki hikaye neyi gerektiriyorsa içeriği nasılsa (daha edebi, daha şiirsel, daha yalın) ona göre dil oluşturuyoruz. Hep aynı dili kullanmıyoruz.
ED: Bir röportajınızda “Aşkın büyük mutluluk getirmesi bizim Türk yazarlarının palavralarıdır. Böyle bir şey yoktur. Dünyadaki büyük aşkların hepsinde trajedi vardır.” demişsiniz. Sizce aşk acı son içerdiği zaman mı ticari kaygıyla yazılıyor, yoksa genel olarak aşk romanlarına bu şekilde mi bakıyorsunuz?
AÜ: Aşk insanlar için çok abartılan bir duygu. Herkesin aşk denildiğinde beyni dönüyor. Bunu olumlu ve mutluluk getirecek bir şey olarak görüyorlar. Aşk mutluluk getirmez; ama hayata anlam kazandırır. Her şeyin bir anlamı olmalıdır. Aşık değilken çoğu zaman gündelik hayat içinde savrulup gideriz. Hiçbir şeyin farkına varmayabiliriz; ama aşıkken inanılmaz bir yoğunlaşma başlar. Kendimizin ve benliğimizin fakına varırız. Bu her şeye aktarılır; fakat bunun sonunda mutluluk gelecek diye bir şey yok. Bu mutluluk gelecek kısmı palavra. Anlam üzerine, kendimiz üzerine yoğunlaşırız bu doğru. Çok büyük bir itki duyarız, çok büyük fedakarlık yaparız bunların hepsi doğru. Dolayısıyla hayatın bir uç noktasıdır. Çok sık yaşanmayan bir duygudur. İnsanlar flört ediyorlar ve flörtü aşk sanıyorlar. Aşk derin bir şeydir ve çok sarsıcıdır. Yıkıcı ve yakıcı bir şeydir. Bunu ayırmak lazım.
“AŞK KELİMESİ GEÇEN KİTAPLAR GEÇMEYENLERE ORANLA DAHA FAZLA OKUNUR”
İstatistiki bir şey söylemem gerekirse içinde aşk kelimesi geçen kitaplar, geçmeyen kitaplara oranla daha fazla okunur. Aşk es geçilecek bir şey değildir. Bütün romanlarda aşk var. O zaman da bazı yazarlar aşka ticari bir konu olarak bakıyorlar sırf satsın diye. Sadece aşkı anlatan romanlar olabilir. Anna Karenina öyledir. Bunlar ticari düşüncelerle yazılmış kitaplar değildir. Ama doğrudan aşk olmadan asla, aşk benim hayatımdır düşüncesiyle yazılanlar belli oluyor zaten. Genelde bir süre sonra kaybolup gidiyorlar. Ama aşkı siz edebi bir metin olarak ele alırsanız tabii bu değerli bir şeydir.
ED: Zeynep ve Ali arasında bir aşk var; ama hiçbir zaman olayın üzerine çıkmıyor. Çok sıradan ve derin işliyorsunuz o konuyu. Bu o görüşle doğru orantılı bir şey mi?
AÜ: Bir Nevzat hikayesi Ali ile Zeynep aşkı üzerine kurulabilir, o zaman anlatırım. Ama burada gerek yok. Cinayet hikayesi var ve gençler birbirine aşıklar. Olduğu kadar anlatılır. Ama bir gün katil Zeynep’in peşine takıldı, hedef haline getirdi veya bir kadın Ali’yi hedef haline getirdi. O zaman aşkı anlatırız. Ancak hikaye bu değil. Yeni bir hikayede aşkı anlatabiliriz mesela Beyoğlu’nun en güzel Hikayesi’ndeki gibi.
ED: Biliyorsunuz WadPad diye bir uygulama var. Bazı amatör yazarların sosyal medyada, internet ortamında yazdığı kısa hikayeleri çok beğenildiğinde onları yazar konumuna getiriyor! Peki siz bu WadPad uygulaması hakkında ne düşünüyorsunuz? Durumu basitleştiren bir şey mi yoksa gençlerin önünü açacak bir şey mi?
AÜ: Ben gençlerin önünü açacak bir şey olarak görüyorum. Basitleşen bir şey yoktur. Herkes kitap çıkarabilir ya da herkes bir sayfada, blogta kendi hikayelerini, şiirlerini, romanlarını yazabilir. Eğer bunun bir edebi içeriği varsa, kalitesi varsa zaten devam eder. Bunun internet ortamında ya da kağıt ortamında dökülüyor olması arasında bir fark yoktur. O yüzden olumsuz düşünmemek lazım. Günümüzde birçok kitap çıkarılıyor. Olsun. İyi olan kalır kötü olan zaten gider. Yeter ki insanlar okusunlar ve yazsınlar. Gençler bu nedenle yazsınlar. Kişi yetenekliyse devam eder ve iyi romanlar yazar. Edebiyat uzun bir yolculuktur. Yani şöyle düşünün; biraz suyunuz var ve o suyla bahçeyi sulayacaksınız. Eğer o suyun kaynağı güçlüyse o bahçeyi sular ve çiçekler açar. Bu nedenle ben kötü bakmıyorum.
SÖ: İstanbul’a şiirler, şarkılar, kitaplar yazılıyor. Sizin İstanbul Hatırası, Beyoğlu Rapsodisi, Beyoğlu’nun En Güzel Abisi gibi birçok kitabınızda da ana hikayeler İstanbul’da ve çevresinde geçiyor. İstanbul’un büyüsü ne sizce?
AÜ: Ben çok farklı şehirler gördüm. Tarihi şehirler gezdim. Kahire’ye de gittim, Roma’ya da gittim. Dünyanın çok farklı yerlerini gördüm. İstanbul benzersiz bir şehir. Birkaç nedenle benzersiz; tarihi benzersiz. Yani dünya medeniyetine yön vermiş iki uygarlık var. Roma İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu burada yaşamışlar. Nasıl bugün dünya Beyaz Saray’dan yönetiliyorsa, yüzlerce yıl dünya Sultanahmet’ten yönetilmiş. Hem Roma dönemi hem Doğu Roma Dönemi hem Osmanlı Dönemi; birinci neden bu. Böyle bir tarihi, kültürü var. İkincisi; doğası. Bir taraf Avrupa bir taraf Asya, bu kadar güzel bir su yolu yok. Bu kadar güzel bir şehir yok. Üzerinde yaşayan biz insanlar mahvettik onu, ona rağmen güzel. Bir beton yığınına çevirdik İstanbul’u. Bu şehri koruyamadık. İnsanlar Anadolu’dan geldiler, onla için başka bir şehir kurabilirdik. Milano, Londra, Paris, Kahire, Barselona buralarda güzel şehirler; ama İstanbul benzersiz. Kendiliğinden güzel olan, kendi karakteri olan, kimliği olan bir şehir. Her ne kadar üzerinde yaşayan bizler bu kimliği yok etmeye çalışsak da hala böyle bir şehirdeyiz.
SÖ: Türkiye’deki diğer şehirlere çok değinmemenizin sebebi de bu güzellik mi?
AÜ: Aslında ben başka şehirleri de yazdım; mesela Bab-ı Esrar’da Konya’yı yazdım. Ama İstanbul hem benim yaşadığım şehir hem de bir roman için çok iyi malzeme sunuyor. Şimdi mesela bir sonraki romanda Berlin ile Bergama’yı yazacağım. Bab-ı Esrar’da Londra ile Konya’yı yazdım, Patasana’da Antep’i yazmıştım; ama dönüp dönüp İstanbul’u yazarız. Çünkü her yazarın bir tema şehri vardır.
ED: Peki her şehrin ayrı bir karakteri, bir duruşu olduğunu düşünüyor musunuz?
AÜ: Gayet tabii. Şehirleri bizler yaratırız; ama şehirlerde bizleri yaratır. İstanbul’un bir karakteri var mı? Şimdi bir karakteri var kozmopolit bir karakter, dağılmış, bozulmuş bir karakter. Nasıl bozuluyor? İnsanlar köyden buraya geliyor; ama ne yazık ki köydeki kültürleri buradaki kültürden iyi bence. Köydeki kültürde bozuluyor. Burada tuhaf bir kültür oluşuyor. Ne şehirli ne köylü. Arada bir kültür ”lümpen” dediğimiz kültür. Bu durum şehre en büyük zararı veren şey; çünkü o zaman kültür parçalanıyor. Eskiden İstanbullu olma duygusu az iken, İstanbullu olmak, şehirli olmak, New Yorklu, Londralı, Parisli, Adanalı, Antepli olmak önemli bir şey iken şimdi değil. “Nerelisin?” diye soruyorsun, Elazığlıyım diyor. E ama burada yaşıyorsun, olmaz böyle. Bende Antep’ten geldim ama burada yaşıyorum, demek ki buralıyım. Bu şehre sahip çıkmak, bu şehrin menfaatlerinden faydalanmak istiyorum. Bu şehir sana ekmek veriyor, bu şehir sana ev veriyor. Aynı zamanda bu şehrin sorumluluğunu da taşımalısın, kendin için çocukların için. Sen bu şehre sahip çıkmazsan bu şehir de sana sahip çıkmaz. Maalesef biz bu şehrin kimliğini ortadan kaldırdık, mahvettik.
“İNSANLARIN OYLARI İÇİN 2700 YILLIK TARİH YOK SAYILIYOR”
SÖ: Beyoğlu ve İstanbul’un değişim süreci ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
AÜ: Çok kötü şeyler düşünüyorum. İstanbul tarihin ortasında benzersiz bir şehir. Eğer siz çölün ortasında, diyelim ki İç Anadolu’da bir şehir kuracaksanız kurun. Yapılabilir, o şehrin de bir kimliği olur; ama İstanbul gibi 2700 yıllık bir şehrin kimliğine saygı duymanız gerekir, duyulmuyor. Gelen insanların ihtiyaçları için, bunun adına gelen insanların oyları için 2700 yıllık tarih yok sayılıyor, şehir yok sayılıyor. Siyasilerin tek derdi oy almak, rant. Bunun için de önlerine ne gelirse yapıyorlar; şehrin kimliğini, kişiliğini, karakterini asla göz önüne almıyorlar. ”Yol yapıyoruz.” deniyor. Yapma, yapma yolu. Şehrin dışına yap. Yol yaptığın zaman öldürüyorsun bu şehri. Yapma bina, başka yerde yap. Yeni bir şehir kurun. Tekirdağ’a yeni İstanbul de yap oraya. Başka İstanbul yok. Dubai diye bir şehir yaptılar. Sıfırdan yapıldı, karakteri yok, çölün ortasında bir şehir. Los Angeles diye bir şehir yaptılar çölün ortasına. Burada 2700 yıl önce kurulmuş bir şehir var. 200 bin yıllık yerler var, bunu yapamazsın. ”E ben insanlara hizmet ediyorum.” diyorsun; ama sen insanlığa ihanet ediyorsun. Sen seçmen kitlene onun oyu için hizmet sunarken bütün insanlığa ihanet ediyorsun, sorun bu.
SÖ: İstanbul’un geçirdiği bu dönüşüm sizin romanlarını etkiliyor mu? Etkiliyorsa nasıl etkiliyor?
AÜ: Çok etkiliyor. Yani İstanbul Hatırası, Beyoğlu’nun en güzel abisi bunun için yazılmış kitaplar. Yani şehre kötülük yapıldığını söylüyor, şehrin çığlığı. Şehir konuşamıyor, dili yok. Onun yerine kim konuşur? Bu şehirde yaşayan insanlar; mimarlar, siyasetçileri yazarlar, gazeteciler konuşur. Biz konuşmazsak şehir konuşamayacak, şehir katledilecek. Bu iki roman bu konuya ayrılmıştı. Rantın ve şehrin dokusunun bozulması, tarihi kimliğine sahip çıkılmaması üzerine yazılmış iki kitaptı. Bu konuda daha yazar mıyım? Yazarım; çünkü bu şehre sahip çıkmak benim bu şehre olan borcum. Bu şehri çok seviyorum, her şeye rağmen hala çok güzel, hala kurtarabiliriz, onun için tabii ki yazacağız.
ED: Edebiyata dönecek olursak beğendiğiniz, okuduğunuz Türk yazar var mı?
AÜ: Tabii ki birçok yazar var. Genç yazarların hepsini çok yetenekli buluyorum. Alper Canıgüz, Seray Şahiner, Yekta Kopan, Murat Gülsoy, Murat Menteş, Alper Tunç onlarca var. Eski yazarlardan Selim İleri, Adalet Ağaoğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar çok başarılı Türk yazarlar, çok başarılı buluyorum. Eserlerimi yazmadan önce genç ya da yaşlı, yaşayan ya da yaşamayan fark etmez. Onların eserlerine dönüp bakarım, onların yazdıklarına dikkat ederim, kendi eserlerimi böyle daha iyi hale getirmeye çalışırım. Herkese de Türk yazarları okumalarını tavsiye ederim genelde yabancı yazarları takip ediyorlar; ama önce kendi dilinde yazan yazarları takip etmeleri, onları görmeleri lazım.
ED: Peki Türkiye’de “polisiye roman” için ne düşünüyorsunuz? Sizin haricinizde bir otorite duymuyoruz.
AÜ: Tamamen yeni bir süreç başladı ve polisiye yazan yeni ve çok başarılı bir kuşak var, çok olumlu buluyorum. Bu arkadaşlar “Polisiye Yazarlar Birliği”ni de kurdular çok başarılı yazarlar var Türkiye’de polisiye romanın geleceğinin çok parlak olduğunu düşünüyorum; çünkü buradaki toprak, olaylar polisiye romana çok müsait, çok suç var, derin suç var. Türkiye’de polisiye romanın çok ilerleyebileceğini düşünüyorum.
”GENÇ YAZARLARA ŞANS TANIMAK LAZIM”
SÖ: Ödüllere sıcak bakmadığınızı, asıl yapılması gerekenin gençlerin önünü açmak ve ödüller konusunda da gençlere öncelik vermenin gerekli olduğunu düşünüyorsunuz. Genç yazarların önü sizce nasıl açılır?
AÜ: Önce iş okura düşüyor. Edebiyat okurunun genç yazarlara şans tanıması lazım. Yabancı yazarlara daha çok ilgi duyuyoruz, Türk yazar için ”Ya bizden de yazar olur mu?” şeklinde bir aşağılık kompleksine giriyoruz. Mesela birine hediye alacaksanız, bakın genç bir yazarın romanı çıkmış, alın onu hediye olarak, ona şans verin. İkinci olarak ülkede genel olarak edebiyata saygı, duyarlılık lazım. Yani iki dönem belediye başkanlığı yapmış dandirik bir adamın adını şehrin meydanına veriyorlar. Edebiyata onlarca eser kazandırmış yazarlarımız bazılarının isimlerini çok sonra görüyoruz. Yaşayan yazarlarımızın isimlerini meydanlara, sokaklara, tiyatrolara, vapur varsa vapurlara verilmesi gerekiyor ki edebiyatın çok kıymetli bir şey olduğu anlaşılsın. Edebiyat bize kimliğimizi, kişiliğimizi kazandırır ve Türkçe yazıyorum ya Türkçe. Bir ulusu ulus yapanlardan biri de dildir ve ben Türkçe yazıyorum, bunu yapmam bile çok kıymetli bir şey ne yazarsam yazayım. Bakın İsveç’te 15 kitap yazmış bir yazara devlet emekli maaşı bağlıyor. İsterse devleti yerin dibine soksun ya da politik görüşü ne olursa olsun. Çünkü sen İsveççe yazıyorsun, benim dilimde yazıyorsun. Şimdi konuşuluyor, ”Dilimize yabancı kelimeler çok hakim.”, ”İngilizce çok kelime kullanıyoruz.” Türk yazarlar kullanmıyor, Türk yazarların eserlerinde var bu. Onun yerine devlet yazara korkuyla bakıyor. Yıllarca böyle oldu. Osmanlı da korktu Cumhuriyet de korktu. Ne korkuyorsun?
SÖ: Aydınların ve toplumun birbirlerinden kopuk olduğunu savunuyorsunuz ki öyle. Toplum ve aydınlar neden ortak paydada buluşamıyor? Nasıl buluşturabiliriz?
AÜ: Buluşmamaları lazım. Neden? Çünkü aydının toplumdan farklı olması lazım. Toplum, aydın gibi olursa yeni bir aydın kesim ortaya çıkacak. Aydının tanımı şudur: Kimsenin görmediği sorunları gören ve bu sorunlar üzerine tartışan kişi. Toplum zaten ekmek parası ile uğraşıyor. Sabah kalkıyor işe gidiyor, akşam geliyor yorgun. Adamın düşünecek hali yok. Birini çıkıp aykırı bir şey söylemesi lazım. İşi gücü bu çünkü entelektüel adam. O nedenle aydınların biraz toplumun dışında kalması lazım. Toplumu küçümsemesi yanlış, kendini o topluma ait hissetmemesi yanlış; ama aydının toplumdan, siyasi partilerden bağımsız olması lazım, var olan bütün kurumlardan bağımsız olması, onların üzerinde bağımsız düşünmesi lazım. Toplumun parçası olduğun an öyle düşünmeye başlarsın. Zaten toplum geri olduğu için aydınlar ön plana çıkıyor. Aydın dediğin adam ”Bir dakika bu yanlış.” diyebilecek. Biraz önce dedik ki ”Aileler de cinsellik konuşulmuyor.” Adam çıkıyor diyor ki ”Cinselliği konuşamam ben ya günah.” Ne ayıbı ya, ayıp olan sensin. Gerçek mi bu? Gerçek. Senin oğlun ya da kızın bunu elbet yaşayacak mı? Yaşayacak. E sen buna çocuğunu hazırlamıyorsun. Çocuğuna yemek yemeyi öğretiyor musun? Öğretiyorsun. Neden cinselliği anlatmıyorsun? Ben bunu sormak zorundayım. Bunu söyledim diye bana karşı olacak insanlar var, beni ahlaksız sayacak insanlar var. ”Ben sana çocuğunu koru, bedeninin özel olduğunu anlat.” diyorum. Bakkal amca öpmeyecek kız çocuğunu, o abi erkek çocuğunu kucağına almayacak. Ben bunu söyledim diye ahlaksız oluyorum; ama aydın olmak bu. Öbür türlü ”Yok yok cinsellik yok.” Evet, leylekler getirdi bizi. Bu en basiti. Bunu söylediğim anda toplumun dışına düşmüş oluyorum.
ED: Peki Sis ve gece kitabınızın filmi yapıldı. Ben ben kitaplarınızı okurken şunu fark ediyorum: Senaryo olmaya, çekilmeye, film olmaya yatkın. Böyle bir proje daha var mı? Bana kalırsa kitaplarınız sinemaya eşik atlatır?
AÜ: İşte senin gördüğün bu şeyi Türk Sineması’ndaki adamlar görmüyor. Ben Amerika’da yaşayan bir yazar olsaydım şu an emin ol bütün kitaplarım bir kaç kere film olmuştu. Senin bu düşünceni yapımcılar düşünemiyor. Yönetmenlerin burnu havada ”Biz yaparız, biz çekeriz.” diyorlar. Polisiye film çekiyorlar, arkadaşım olanlar bile bana danışmıyor. Yapacak bir şey yok onların bileceği bir iş.
”İYİ BİR SOL OLMADAN DEMOKRATİK BİR YAŞAM OLMAZ”
ED: 1985-1986 yılları arasında Moskova’da eğitim aldığınızı biliyoruz. Peki Türk solunun durumu için neler düşünüyorsunuz? Türk solu 60, 70 yıldır diğer görüşler karşısında sağlam duramıyor sebebi nedir?
AÜ: Türk solunu, Dünya solundan çok da ayrı düşünmemek lazım ama Dünya solunun yanında bizim solumuzun daha fazla handikapları var. Neden handikapları var? Bir kere dünya solunda bir dağılım durumu var. Baktığımız zaman Dünya’da Sovyetler ve Çin gibi totaliter sosyalizmler vardı. Demokratik, çoğulcu bir sosyalizm hala yok. Çin’de bugün ne tür bir sosyalizm var, hala tartışılır. Sol insanı yanlış tanımlıyor, dinler de yanlış tanımlıyor. İnsanı iyi bir varlık olarak görüyorlar, insan iyi değildir. Solun bu görüşü değiştirmesi lazım, kimilerinin totaliter düzenden sıyrılıp daha demokratik olması lazım. Solculuğu sadece entelektüel bir faaliyet olarak görmemek lazım. Toplumu dönüştürücü bir faaliyet olarak görmek lazım. Daha çok entelektüel bir faaliyet olarak görüyoruz ve şöyle diyoruz: ”Orada bir halk var ve biz kurtarıcıyız. Gideceğiz ve o halkı kurtaracağız.” Öyle bir şey yok. Halkın içinde olman gerekir. Sol parti demek entelektüeller ile halkın buluşması demektir. Dünyada sol böyle bir bunalım içerisinde. İnsanlar dünyayı dönüştürebileceklerini düşünmüyorlar, o yüzden de güçlü liderlere ihtiyaç duyuyorlar. Despotik, aptal heriflere ihtiyaç duyuyorlar. Trump olsun, Putin olsun, Kim Jong olsun böyle insanlar ülkeler yönetiyor. Bunların yanında da sol kendini Türkiye’de yenilemeli. Türkiye’de biat kültürü var, sol görüş bunu hesaba katmalı. İkinci olarak sol birleşmeli, saçma sapan sebepler yüzünden çok ayrılar. 12 Eylül Dönemi öncesinde çok güçlülerdi. Türkiye Komünist Partisi ve Dev-Yol vardı, bunlar çok güçlülerdi. Saçma sapan nedenler ile birbirlerine düşman gibi bakıyorlar. Şimdi yeni bir şey üretmek lazım ve bu yeni şey özellikle emekçi sınıflara dayandırılmalı. Dışarıdan değil, emekçi sınıfından gelmeli. AKP’yi ilk başlarda başarıya götüren emekçi sınıflara seslenmesiydi. Şimdi zenginlerin partisi, başka bir şey oldu. Solun da buna dikkat etmesi lazım. O zaman toparlanır ve kendine özeleştiri yapması lazım. Ama gelecek çünkü iyi bir sol olmadan Dünya’da da Türkiye’de de iyi bir toplum, demokratik bir yaşam olmaz. Dünya siyasetinin de Türkiye siyasetinin de çok güçlü sol hareketlere ihtiyaçları var.