Gerçek gazeteciler her zaman halkın haber alma özgürlüğünü ve gerçeklerin ortaya çıkmasını savunur. Bu uğurda bedeller verirler. Bu bedeller bazen işten atılma, bazen tehdit, bazen fiili saldırılarla ödenir. Bazen de ceza evinde ödersiniz yaptığınız haberlerin bedelini.
Ülkemizde son yıllarda çokça tartışılmaya başlandı basın özgürlüğü. Gazeteciler ceza evinde aylarca, yıllarca yatıyorlar. Bedel ödeyen en genç gazetecilerden birisi de Vatan Gazetesi Muhabiri Çağdaş Ulus oldu. 9 ay ceza evinde kalan Ulus bu süreçte yaşadıklarını kitaplaştırdı. ‘Cemaat İsterse’ adını verdiği kitabıyla ilgili ‘kamuoyunun içinden geçtiğimiz süreci anlayabileceği en güzel örneklerden birisi’ diyen Çağdaş Ulus, Muhalif Gazete’ye konuştu.
Ercan KÜÇÜK (EK) : Çağdaş Ulus kimdir? Mesleğe nasıl başladınız?
Çağdaş Ulus (ÇU) : Çağdaş Ulus Kars doğumludur. 6 yaşından beri İstanbul’da yaşıyorum. Üniversiteyi Kıbrıs’ta okudum. Orada gazetecilik eğitimi aldıktan sonra Vatan Gazetesi’nde kısa bir süre staj yaptım. 2008’de Vatan Gazetesi’nde işbaşı yaptım. Yaklaşık 5 yıldır da Vatan Gazetesi’nde çalışıyorum. Bu 5 yıl içinde 9 ay cezaevinde kaldım, 6 ayda askerliğim var.
EK : ‘Cemaat İsterse’ diye bir kitap yazdınız. Okuyanlar bu kitapta neler bulacak?
ÇU : Bu kitabı okuyanlar Çağdaş Ulus’un içeriye tıkılma süreciyle ilgili bilgi edinebilecekler. Gözaltına alınırken, gözaltında yaşadıklarıyla ilgili, tutuklamaya giden süreç ve tutuklanmadan sonra cezaevinde yaşadıklarıyla ilgili bilgi sahibi olacaklar. Bunların dışında Çağdaş Ulus’un tutuklanmadan önce yaşamış olduğu mesleğiyle ilgili dikkat çeken bir olaydan haberdar olacaklar. Bu olayda gazetecilerin haberleri sonrasında nasıl baskıya uğradıklarını görecekler.
Faruk Kalkavan Haberi ve Sokaktaki Araç
EK : Hangi gerekçelerle gözaltına alındın? Sence asıl gerekçe neydi?
ÇU : Polis tarafından KCK yöneticisi olduğum gerekçesiyle gözaltına alındım. İddianamem KCK üyesi olarak hazırlandı. Temel dayanağı Fırat Haber Ajansı’ndan bir gazeteciyle gazetecilik faaliyeti kapsamında yaptığım görüşmelerin polis arkadaşlar tarafından örgütsel hiyerarşiye bağlanması. Bağlarken de bununla yetinmeyeceklerini düşünerek deliller üreterek beni içeriye tıkmayı başardılar. Bu delillerden biraz bahsetmek istiyorum. 2004-2009 yılları arasında Kıbrıs’ta gazetecilik eğitimi aldım. 5 yıl boyunca Kıbrıs’a çok sayıda giriş ve çıkışım oldu. İstisna olan tek şey 2007’de ABD’ye 3 aylığına Work and Travel (iş ve tatil) programıyla ilgili çıkışım oldu. Polis arkadaşlar bu giriş ve çıkış kayıtlarını savcılığa Kandil’e gitmişim gibi gösterdiler. Tutuklanmamdaki en büyük etkenlerden birisi buydu. 2.olarak Fırat Haber Ajansı’ndan görüştüğüm şahsı KCK Avrupa sorumlusu olarak karşıma çıkarttılar. Kandil’e gidip orada Murat Karayılan başkanlığında toplandığı iddia olunan Basın Konseyi toplantılarına katılıp orada alınan kararları gelip gazetemde ve Türkiye Yürütme Konseyi’de uyguladığım iddia edildi. Bana bir de kod adı buldular, ‘Bahoz Deniz’ kod adını bana yakıştırarak örgüte iyice üye yaptılar. Ancak ben cezaevindeyken bu iddiaların hepsi çürüdü. 9 ayın sonunda da ilk duruşmada tahliye oldum. Ancak dava hala devam ediyor. Seyrini merak ediyoruz.
Beni gerçekten neden aldılar? Ben de bilmiyorum. En büyük etkenin şu olduğunu düşünüyorum. Fırat Haber Ajansı’ndan görüştüğüm şahısla aramda geçen bir telefon konuşması söz konusuydu. O gazeteciyi haber kaynağı olarak kullanıyordum. Ancak o gün tesadüfen o da benden bir haber ricasında bulundu. Emniyetin içindeki cemaat yapılaşması konusunda yardımcı olup olmayacağımı sordu. Ben de elindeki haberi almak için onu geçiştirmek amacıyla olur dedim. Bu da zaten polis ifadesi tutanaklarında bana yönlendirilen suçlamaların en büyük noktasıydı. Polisler bunun üzerine çok durmuşlardı. Sanki Fetullah Gülen Cemaatine ait bir yapılanmayla ilgili, elimde belge olduğunu düşündüler. Fırat Haber Ajansı’na (ANF) haber yaptığımı sandılar. Bunu da iddianamede önüme çıkardılar. Ancak gözaltına alındığım tarihi düşünüyorum. 20 Aralık 2011’de gözaltına alındım. Bu görüşme gözaltına alınmadan 18 gün önce yapılmıştı. Ama geçen sürede ANF’de böyle bir haber çıkmadı. Evimdeki aramada da böyle bir doküman çıkmadı. Başka nedenler de var mıdır onu bilmiyoruz?
Şu hususa da değinmekte fayda var. Ben tutuklanmadan 2 hafta öncesine kadar 3 yıl boyunca yapmış olduğum bir haber söz konusuydu. Fetullah Gülen’e yakınlığıyla bilinen İşadamı İhsan Kalkavan’ın yeğeni Faruk Kalkavan ile ilgili bir haber yapıyordum. İhsan Kalkavan’ın yeğeni 2008 yılında Sinem Yalçın’ı aracıyla ezerek öldürdü. Kaçtı ve MOBESE kayıtları polisler tarafından yok edildi. Biz kayıtları bulduk, çocuğun tutuklanmasını sağladık. Kaçarken şoförünü göndermişti arabaya, kazayı şoför üstlendi. Biz kayıtlara ulaşınca Faruk Kalkavan teslim olmak zorunda kaldı. 3 ay sonra da mahkemeye çıktı. İşin ilgincidir. Gazeteciler bile 9 ay boyunca ceza evinde tutuluyor, iddianameleri bekliyor. Ancak bu çocuk 3 ay içerisinde mahkemeye çıkartılıyor ve kaçma şüphesi yok denilerek tahliye ediliyor. Tahliye olur olmaz da ABD’ye firar ediyor. Ardından bizim ve ailenin girişimleriyle kırmızı bülten çıkarıldı. Kırmızı bülten çıkınca ABD’den Belarus’a kaçtı. Çünkü Belarus ile Türkiye arasında iade anlaşması yoktu. Ben Belarus’taki açık adresini verdim. Şirketler kurduğunu, üniversite okuduğunu yazdım. Belarus polisi tarafından gözaltına alındı. Sonra 3 gün boyunca haber yaptım. Vatan yazdı Kalkavan yakalandı, Kalkavan Belarus’ta şu şekilde yaşıyor şeklinde. 3. Haberin çıkacağı günün gecesinde Van depremi yaşandı. O deprem gecesi saat 2’de çıkmam gerekirken 4 gibi çıktım gazeteden. Kurulan pusudan da tesadüfen kurtulmuş oldum. Sokağa girerken sokaktan 34 FRK 64 plakalı bir aracın çıktığını fark ettim. Harfler beni ve şoför arkadaşı kuşkulandırmıştı. Çünkü harfler Faruk Kalkavan’ı çağrıştırıyordu. Biz sokağa girdiğimizde onlar çıktı. Daha sonra sokağın başına tekrar geldiler. Kendileriyle tekrardan karşılaştık. Farlar açık şekilde bizim aracın karşısında beklemeye başladılar. Ben araçtan bir şey olacağını sezip inmedim. Ya korkutacaklardı, ya da öldüreceklerdi. O sırada polisi aradım. Polisle görüşürken tesadüf müdür bilmiyorum ama bir polis otosu sokağa girdi. Polis otosunu görünce kaçtılar. Polis arkadaşlara durumu anlatırken polisler onların peşine düşeceklerine bizi aradılar. Ve 10 dk zaman kazandırdılar. Ertesi gün kendi yaptığım araştırma neticesinde aracın Nurettin Denkçi adında bir şahsa ait olduğunu öğrendim. Aracın Ümraniye’deki bir galeriden Kalkavan ailesi tarafından satıldığını öğrendim. Kuşkular iyice artmaya başladı. Bunun üzerine savcılığa için içinde polislerin de olacağından şüphelenerek yazı yazıp olayın araştırılmasını istedim. Bu yazı neticesinde bu kişiler alındı. Ancak 5 dk sonra delil olmadığı gerekçesiyle bırakıldılar. Ne hikmettir ki 15 gün sonra Çağdaş Ulus deliller üretilerek içeriye tıkıldı. İnsanlar anlattıklarımdan ne çıkarır onu da kamuoyuna bırakıyorum.
Kaybolan Pasaport Nerede Bulundu?
EK : Sabahın 5’inde gözaltına alındın. Belgeler toplandı. Her şeye el konuldu. Pasaportun kayboldu. Bulunma öyküsünü kitapta da yazmışsın. Biraz anlatır mısın?
ÇU : Evet o çok ilginç. Evden gözaltına alınırken pasaportuma da el konuldu. Hatta çok iyi hatırlıyorum. En son pasaportum kalmıştı. Ailem pasaportun alınıp alınmayacağını sordu. Sivil polis memuru “onu da alacağız” dedi ve bir poşete koydu. Ancak bana imzalatılan ifade tutanağına bu geçirilmemiş. Ben bunu tahliyeden sonra fark ettim. O anki psikolojiyle nelerin alınıp nelerin alınmadığına dikkat etmiyorsunuz. Biz pasaportun tutanakta olduğunu düşündük. Ancak polis arkadaşlar koymamışlar. Kandil’e gittiği iddia edilen bir kişi hakkında en önemli delil pasaporttur. Ben savcı ya da mahkeme başkanı olsam pasaportu neden almadınız diye sorarım. Alındığını çok iyi hatırlıyorum ancak tutanakta olmadığı için suçlamada bulunamıyorsunuz. Tahliye olduktan sonra mahkemeden pasaportumu istedim, bizde değil dediler. Emniyete yazı yazıldı. Emniyet de bizde değil dedi. Avukatım Hüseyin Ersöz ile hemen tutanaklara baktık. Tutanaklarda her şey vardı ama pasaportum yoktu. Kaybolmuş olabileceğini düşündük. Suçlamaları ise Kıbrıs’taki üniversiteye yazdığımız yazılarla, pasaport şubeye yazdığımız yazılarla ve ABD’deki şirkete yazdığımızda aldığımız delillerle çürüttük. Pasaport olsaydı bu kadar uğraşmayacaktık. Bulunma hikayesi de çok ilginç. Tahliyeden sonra şehir dışında bir doğa yürüyüşüne katıldım. Gittiğimde evin anahtarı bendeydi. Tahliye olduktan sonra odamı yeniden düzenlettim. Eski gardırobumu değiştirip yeni gardırobumu yerleştirdim. O esnada altını üstüne getirdim. Pasaport olsaydı ortaya çıkardı. Tatilden döndüğümde gardırobumun havlu bölümünde elimi silip gittiğim havlunun üstünde gördüm pasaportumu. Bu duruma çok şaşırdım. Ama bulunması bizim için iyi oldu.
EK : Biz gazeteciler haber yaparken özel hayatın mahremiyetine çok dikkat ederiz. Kitapta bir bölümde özel hayatınızın mahremiyetinin çiğnendiğini de yazıyorsunuz.
ÇU : Evet ama kitapta ben sadece bir husustan bahsettim. İnsanoğlu mahremiyetten utanır. Ben de onlardan birisiyim. İddianamede 3 görüşmem vardı. Ben sadece birisini koydum kitaba. Diğerleri bu anlamda daha vahimdi. Bunları getirip önüme koydular. Örgütsel bir bağlantısı olmadığını biliyorlar ama bu bir gazeteciyi rencide etmek, bel altından vurmak için bir plandır. Bunu da güzelce uyguladılar. Benim gazeteci arkadaşlarım polis tutanaklarını ellerine geçince gördüler. Beni onlara karşı rencide edebileceklerini düşündüler. İddianamenin ek klasörlerinde bu sualler mevcut. Bunların iddianamede bulunması bile zaten hukuki olarak bir suç teşkil etmekte.
Meğerse Ben Neymişim?
EK : Gözaltına alındıktan sonra gazetede sizinle ilgili tepkiler olmuştur. Bu noktada en çok dikkatleri çeken Mustafa Mutlu’nun sizinle ilgili yazıları oldu. İlk okuduğunuzda ne hissettiniz?
ÇU : İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde gözaltındaydım. 24 saatten çıkıp 48. Saate giderken hücreme gelen polisler beni babamın geldiğini söyleyerek üst kata çıkardılar. Babam sohbet sırasında arka cebinden Vatan Gazetesi’ni çıkardı. Mustafa Ağabey’in yazısını okuduğumda gözyaşlarıma engel olamadım. Bana güvendiğini belirten bir yazıydı. Biz Mustafa Mutlu ile doğru düzgün tanışmıyorduk. Birkaç defa haber amaçlı görüşmemiz oldu. Ancak buna rağmen bana sahip çıktı. Çünkü 25 yaşındaki bir insan bu kadar faaliyette bulunması imkansız. Kamplara gideceksiniz, eğitim alacaksınız, geleceksiniz Türkiye’de yürütme konseyinin başına geçeceksiniz. Yöneticilikle yargılanacaksınız. Ben neymişim dedim bu iddianameyi görünce. Ama Mustafa Ağabey gazetecilik tecrübesi ve vicdanını konuşturarak bana sahip çıktı. Diğer köşe yazarları ve gazetecilerin yapamadıklarını yaptı. Hala da yanımda. Bu süreçten sağ salim kurtulmamda ki en büyük pay Mustafa Mutlu’ya ait.
“Yerleri Paspasla”
EK : İçeride en çok zoruna giden olay nedir diye sorsam?
ÇU : Kitapta da bahsetmiştim. Zoruma giden birçok olay vardı. Ama 2’sinden bahsedeyim. Ceza evine girdiğinizde üst aramasından geçiriliyorsunuz. Anadan doğma soyundurulmak isteniyorsunuz. İç çamaşırınızı çıkarmamaya çalıştığınızda disiplin koğuşuna göndeririz tehdidiyle karşılaşıyorsunuz. Buna karşı çıkıp hala yargılanan birçok insan var. DHKP-C Davasından yargılanan Av. Taylan Tanay var. Bu insan hakları açısından vahim bir olay. 2.si de şuydu: Bir avukat görüşmesinden geliyordum. Bir gardiyan tarafından alınıp koğuşa götürüleceğim. Başka bir gardiyan koğuşun başka bir tarafında beni alıp kolumdan tutup tuvalete yönlendirdi. Daha ceza evine geleli 10 gün olmuş. Oranın tuvalet olduğunu bilmiyorum. Kapıyı açınca fark ettim. Duvardaki paspası göstererek şu yerleri temizle dedi bana. Bu en büyük onur kırıcı olaylardan birisiydi. Ben bunu yapmadım. Kendisine cezaevi müdürüyle konuşmak istediğimi söyledim ama görüştürmediler. Bunu cezaevi üzerinden avukatıma faks çektim. Avukatım 3-4 gün sonra geldiğinde kendine bu durumu anlattım. Olayı basına yansıttık. Bu bir gazetecinin ceza evinde yaşayabileceği en onur kırıcı olaylardan birisiydi. Bunun dışında kendi egolarını tatmin eden bazı gardiyanlarla tanıştım. Sabah saat 10’ da gazeteler koğuşa getirilir. Normalde gazetelerin elden teslim edilmesi gerekiyor gardiyanlar tarafından. Bazı gardiyanlar sırf bizim onurumuzu kırmak amacıyla gazeteyi yere atar gider, giderlerdi. Gittiklerinde başka gardiyanlar kapıyı açıp girişten bize bağırırlardı. Gelin gazetelerinizi alın derlerdi. Biz de gittiğimizde onların önünde eğilip gazeteleri almak zorundaydık. Bunu ilk zamanlarda idrak edemedim. Bunlar sık sık yapılmaya başlandığında durumun farkına vardım. Cezaevi müdürüne olayı anlattım. Sonrasında gazeteler elden teslim edilmeye başlandı. Ben gazeteci olarak bunları yaşadıysam diğer gariban insanlar neler yaşıyordur düşünün.
EK : Daha önce haber yaparken biranda haber oldun. Hakkında yapılan haberleri okuyunca neler hissettin?
ÇU : Haberlerin birçoğu olumlu yöndeydi. Çünkü gazetecilik mesleğim dışında hiçbir şey yapmadığımı herkes biliyordu. Ancak cemaate ve hükumete yakın yayın organları sadece, az önce de bahsettiğim gibi emniyetin içindeki cemaatin adamları şeklinde geçen sözcüklerle ilgili haber yapmışlardı. Daha sonra Mustafa Mutlu’yu buradan vurmaya çalışmışlardı. KCK Sever Mustafa Mutlu bu kayıtları neden görmedi diye. Bu kayıtların hiçbir gerçekliği yoktu. Çünkü 18 gün önce yapılan bir görüşmeydi. Evimde ne bir belge bulunuyor, ne de böyle bir haber yapılmış. Gazeteciler telefonda herkesle konuşur, herkesle irtibat kurar. Yeri gelir haberi alabilmek için dil döker, karşı tarafın ağzından konuşur. Ben de bunu yaptım sadece.
‘Cemaat İsterse’
EK : MİT ile emniyet arasındaki tartışmadan bahsediyorsun kitabın bir bölümünde. KCK Davası’na bakan savcıya davadan el çektirildi. Bu tür olaylar geçmişte sanki daha gizliydi. Son dönemde daha aleni, daha medyanın gözü önünde yaşanıyor. Bunu bir gazeteci olarak neye bağlıyorsun?
ÇU : Burada 2 kurumun çatışması söz konusuydu. Daha önce bu çatışmalar yaşanmadığı için kurumlar ya da kişiler arasında iletişim danışıklı dövüş şeklinde geçiyordu. Her şey paylaşılarak yapılıyordu, herkes mutluydu. Bu çatışmanın yaşanması 2 kurum ya da kişiler arasında bir şeyleri paylaşamama kavgasıydı. Herkesin bildiği gibi emniyetin birçok kurumu Gülen Cemaatinin etkisi altında. Organize Şube, Terörle Mücadele ve İstihbarat Daire bunların başında geliyor. MİT’te başbakanın etkisi altında. Bu süreçte başbakanın etkisi altındaki kurum ile cemaatin etkisi altındaki kurum çatışma yaşıyor. Bir güç kavgasıydı aslında bu. Daha önce basına geç yansımasının sebebi buydu. Eskiler birbirleriyle çatışmıyordu, el altından yapılıyordu her şey. Ama bu şekilde ortaya çıkınca biz de öğrenmiş olduk. Emniyet hükumete ilk gözdağını başbakanın Oslo’ya gönderdiği MİT mensuplarını ifadeye çağırarak verdi. Aslında burada gücünü gösterdi. ‘Cemaat İsterse’ her şeyi yapar. Başbakanı bile içeriye tıkabilir. Çünkü başbakan yasa çıkartmasaydı ve MİT’çiler ifadeye gitmiş olsalardı bizi başbakan gönderdi, KCK içine bu şekilde sızdık diyebilirlerdi. Nitekim başbakanın ismi geçtiği için başbakan hakkında da bir fezleke hazırlanıp meclise gönderilecekti. Belki de mecliste başbakanın dokunulmazlığı kaldırılacaktı ve yargılanacaktı. Bu kavga bu şekilde bitmedi ama. Kavganın devamında benim de yargılandığım KCK Basın davasında gözaltına alınan AFP Muhabiri Mustafa Özer gözaltına alınmıştı. Savcılık ifadesinde MİT’e çalıştığını söyledi. Bu şekilde davadan dosyası ayrıldı. Savcılık ifadesini de birileri dışarıya yansıttılar. MİT elemanını deşifre ettiler. Aslında bu da emniyetin, adliyenin içerisindeki cemaate yakın isimlerin MİT mensubunu deşifre ederek mesaj vermesiydi.
EK : KCK Davasında diğer sanıklarla birlikte davranmadığınız için bir kesim tarafından eleştirildiniz. Bunun hakkında ne söylemek istersin?
ÇU : Ben davada örgüt üyesi olmadığımı ispatlamaya çalışıyordum. Ben gazetecilik mesleğim nedeniyle bu davaya dahil edildim. Benim ANF dışında birçok kurumla görüşmelerim mevcuttu. Cemaate yakın yayın organlarında çalışan gazetecilerle de diğer yayın organlarından gazeteci arkadaşlarımla da görüşmelerim vardı. Ancak polis arkadaşlar bunların hiçbirisini görmediler. Sadece ANF ile yaptığım görüşmeyi gördüler. Bu şekilde tutuklattılar beni. Dediğim gibi ben bu davada örgütle bir alakam olmadığını ispatlamaya çalışıyordum. Gazetecilik faaliyetim nedeniyle bu davadan yargılandığımı anlatmaya çalışıyordum. Biz gazetecilik yaptığımız için yargılanıyoruz deyip duruşma salonları terk edilseydi ben de onlarla birlikte hareket ederdim.
EK : İçeride olduğun süre içinde şu olayı araştırayım, haberini yapayım dediğin bir olay oldu mu?
ÇU : Ceza evinde yaşanan bazı olaylar vardı. Mesela işçi koğuşlarında mahkumlar çalışıyordu. Bu insanlar Adalet Bakanlığı’nın vermiş olduğu aylık 40-50 TL’ye çalışıyorlardı. Bir nevi sömürü düzeni hakimdi. Bunu ilk gözlemlediğimde haber yapılması gerektiğini düşündüm. Çünkü bu insan hakları ihlalleri cezaevlerinde de var. Adalet Bakanlığı da bu ihlali yapıyorsa bunların da yazılması gerektiğini düşünüyorum.
EK : Yeni kitap projeleriniz var mı? Herhangi bir konu var mı şuanda?
ÇU : İlk aşamada bu kitabımın gidişatını merak ediyorum. Çünkü ilk göz bebeğim, ilk tecrübem. Bu kitabın gidişatı neticesinde okur beklenen ilgiyi gösterirse, beni gerçekten yazar olarak kabul ederlerse 2. Kitapta 6 ay 1 yıla kadar neden olmasın? Şimdilik bir konu yok. Sadece kafamda tasarladığım şeyler var, onlar da net değil henüz.
EK : Gezi olaylarında medya çok eleştirildi. Ama Gezi olaylarının hemen akabinde onlarca basın emekçisi işten çıkartıldı. Basını bir gazeteci olarak nasıl değerlendirirsin?
ÇU : Basın şuanda vahim bir durumda. Eğer şuanda gerçekleri yazmaya kalkıyorsanız bu ülkede çalıştığınız kurumda barınmanız çok zor. Sizin de dediğiniz gibi bu süreçte birçok köşe yazarı, muhabir işinden oldu. Muhabir arkadaşlar Gezi olaylarına katıldıkları, hükumete karşı yasal eylem gerçekleştirdikleri için birilerinin emriyle işten atıldı. Nereye kadar gidecek bilmiyorum. Bunun önüne geçilmesi gerekiyor ve bunu da yapacak biz gazetecileriz. Gazetecilerin birlik olması gerekir. Ancak böyle bir birliktelik yok şuanda. Tutuklu gazeteciler ceza evinde olduğu dönemde bile herkes onların çıkması için bir birlik ortaya koymadı. Olsaydı bu süreçler yaşanmazdı diye düşünüyorum.
“Gazetecilik Mesleğini Bırak Oğlum”
EK : Ailenin 9 ayda ve 9 ayın sonunda sana ve mesleğine bakışında herhangi bir değişiklik oldu mu?
ÇU : Ben ceza evindeyken kitapta da yazdığım gibi Maltepe Ceza evinde ilk açık görüş ziyaretime gelen annemin ilk sözü “Gazetecilik mesleğini bırak oğlum, başka meslek bul” olmuştu. Tabi ben kendisini geçiştirmek için bir çıkalım da hayırlısıyla bakalım dedim. Temkinli yaklaşıyorlar. 2. Defa oğullarının ceza evine düşmesi korkusuyla yaşıyorlar. Patronlarımız bizi sansürlerken, şu haberi yapmayın, şuna dokunmayın derdi. Şimdi ailelerimiz buna benzer örnekler oluşturuyorlar. Çocuklarını bir şeylerden korumak için uyarıda bulunuyorlar. Ailem tarafından gün içinde sık sık aranıyorum. Ceza evine girip çıktıktan sonra gazeteciliğin nasıl bir meslek olduğunun farkına vardılar. Taksim Gezi Parkı’nda bir gazeteci dövülmüşse hemen beni arıyorlar. Ben de içlerinde var mıyım diye. Hep bir korku var içlerinde. Ama ben mesleğimi seviyorum. Devam etmek istiyorum. Bu süreçte zor bir gazetecilik yapıyoruz. Umarım bu süreci de atlatır, umut ettiğimiz şekilde gazetecilik yapabiliriz.
EK : Faruk Kalkavan haberini bugün olsa yine yapar mısın?
ÇU : Hiç kuşkusuz yine yaparım.
EK : Ceza evinden çıktıktan sonra bu tehdit olayının devamı olacak şekilde bir olayla karşılaştın mı? Şüphelendiğin bir şeyler oldu mu?
ÇU : Ceza evinden çıktıktan sonra hiç şüphelendiğim bir şey olmadı. Ancak birkaç defa polisler tarafından evimin gözetlendiğini fark ettim. Anladığım kadarıyla hala KCK ile bağlantım olup olmadığını inceliyorlar. Çünkü tahliye olduğum gün bile sokağın bir kenarında ziyarete gelen aile yakınlarımız sivil polislerin durduğunu görmüşler. Acaba bu çocuğun evini kimler ziyaret ediyor diye sanırım. O günden sonra da pek görmedim. Yine de takip ediliyorumdur. Telefonlarımız zaten teknik takip altında. Ben ilk gözaltına alındığımda kullandığım numaramı yeniden çıkarttım. Ben bu zamana kadar her kesime yönelik haberler yaptım. Kimseden de korkmadım.
EK : Son sözlerini alalım.
ÇU : Nasıl bir komploya kurban gittiğimi anlatmaya çalıştım bu kitapta. Yaşadıklarımı, ceza evinde başıma gelenleri, bir insanın askerden geldikten 1 ay sonra nasıl terörist yapıldığını anlattım. Ben askerliğimi çavuş olarak kısa dönem yaptım. Benim emrimde 30 asker vardı. Cephanelik anahtarı bendeydi. Ben örgüt üyesiysem istihbara neden askeri birliğime böyle bir bilgi ulaştırmadı? Bu bilgiyi birliğime ulaştırmayıp, bana cephanelik anahtarını verdilerse suç işlemişlerdir. Ama ben o zaman örgüt üyesi değilsem 1 ay içinde nasıl örgüt üyesi oldum. Bunu açıklamaları gerekiyor. Bu kadar basit değil her şey. Kaldı ki telefon tapelerimi kitapta gördünüz. Herkesimden insanlarla görüşmelerim var. Askerdeki komutanım bile arayıp halimi hatırımı soruyor. Bu bile iddianamede geçiyor. Kamuoyunun okuyup nasıl bir süreçten geçtiğimizi görmesi için en güzel örneklerden biri diye düşünüyorum bu kitap için.
Tüm yayın hakları Ercan KÜÇÜK’e aittir.
Yayınlanan adresler.
http://www.muhalifgazete.com/haber/80264/megerse-ben-neymisim.html