MHP MYK Üyesi Doç. Dr. Ruhi Ersoy, ”Türkiye’de gündem oluşturmada ve değiştirmede çok yetenekli olan Cumhurbaşkanı Erdoğan, milyonlarca liraya mal olan ve hukuksuz bir şekilde kaçak yapılan “Saray’ı ve tarihinin en ciddi bölünme tehdidi altında bulunan ülke gerçekliğini unutturmak için Osmanlıca tartışmalarının içine bütün toplumu çekmeye gayret etmiştir” dedi.
MHP MYK Üyesi Doç. Dr. Ruhi Ersoy, ”Türkiye’de gündem oluşturmada ve değiştirmede çok yetenekli olan Cumhurbaşkanı Erdoğan, milyonlarca liraya mal olan ve hukuksuz bir şekilde kaçak yapılan “Saray’ı ve tarihinin en ciddi bölünme tehdidi altında bulunan ülke gerçekliğini unutturmak için Osmanlıca tartışmalarının içine bütün toplumu çekmeye gayret etmiştir” dedi.
Ersoy,”Bugünkü Türkçemiz kesinleşmiş bir gerçektir. Osmanlıcaya, hatta elli yıl önceki Türkçeye dönüşü bile istesek de yapamayız. Çünkü dil tabii bir varlıktır ve kendine has kanunları vardır ama kökeni Arapça’ya, Farsça’ya ya da başka dillere giden birçok kelimeden Türk halkı vazgeçmemiştir. Cumhuriyetin kuruluşunda gazetelerde, resmî yazılarda, kitaplarda Türkçe kelimeler yüzde yirmi oranının altındayken bugün yüzde seksenin üstünde… Biz dil devrimini gerçekleştirdik. Artık bunun tartışılması gerekmez. Yapmamız gereken dilimizin kapsamını genişletmek, kültür ufuklarımızı açmaktır” değerlendirmesi yaptı.
Yıldıray ÇİÇEK’in röportajı
MHP MYK Üyesi Doç.Dr. Ruhi Ersoy, ORTADOĞU’ya çok önemli açıklamalar yaptı. Ersoy, ”Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın arkasındaki medya desteğiyle toplumsal algıda oluşturmaya çalıştığı sahte gerçekliklerin en son gördüğümüz Osmanlıca tartışmasında olduğu gibi zamansız çıkışlarla sürekli medyada kendine yer bulmasını bu açıdan değerlendirmek mümkündür. Medya yardımıyla kitlelerin yanılgıya sürüklenmesi, gerçeklerden kaçışı mümkün kıldığı ve iktidarın ömrünü uzattığı gerekçesiyle iktidar tarafından tutkuyla benimsenmiştir” dedi.
İşte sorular işte cevaplar:
Yıldıray Çiçek: Sayın hocam öncelikle değerli zamanınızdan bizlere ayırdığınız vakit için teşekkürlerimi sunuyorum. Bu vesileyle 2015 yılının ilk röportajını da sizinle yapmış oluyorum. Türkiye siyasal, ekonomik ve kültürel açıdan hassas bir sürecin içine girmiş bulunuyor. Size ilk sorum Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’nin gerçekleri göstermemek için yarattığı sanal gündemler hakkında olacak. Bu kritik dönemde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisini ve iktidarı ilgilendiren sorunlu alanlar söz konusu olduğunda gündem saptırma yoluna başvurarak gerçek problemlerin temeline inilerek bunların soruşturulmasını engelleme çabasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ruhi Ersoy: Gündem saptırma çabalarının arkasında yer alan gerçeklerin kamuoyuna doğru şekilde aktarılması hususunda sorumluluk alınmasını ve gerçekleri aktarma konusunda hassas olunması gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de gündem oluşturmada ve değiştirmede çok yetenekli olan Cumhurbaşkanı Erdoğan, milyonlarca liraya mal olan ve hukuksuz bir şekilde kaçak yapılan “Saray’ı ve tarihinin en ciddi bölünme tehdidi altında bulunan ülke gerçekliğini unutturmak için Osmanlıca tartışmalarının içine bütün toplumu çekmeye gayret etmiştir. Fakat Sayın Devlet Bahçeli’nin sanal ve çarpıtılmış gündemlerle ülke gerçeklerini örtme girişiminde bulunan Erdoğan’a karşı tutumu çok dikkat çekici ve örnek olmalıdır. Sayın Bahçeli oluşturulan sanal gündemlerin peşine takılmayıp ülkenin gerçek gündemini kararlı bir biçimde işlemeye devam edeceğini ifade ettikten sonra Osmanlıca ve felsefe tartışmalarına dair Erdoğan’dan pek bir ses çıkmadı sanırım. Osmanlıca ve felsefe tartışmalarında kendi karakterlerini daha çok sorgulattıklarına daha çok şahit olduk.
Yıldıray Çiçek: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu konuda gördüğünüz tutarsızlıkları ve içinize düştüğü yanlışlıklar sizce nedir?
”ATANMIŞLAR BİLİM ADAMI DA OLSA BİR TÜRLÜ AYDIN OLAMIYORLAR”
Ruhi ERSOY: Geçen ay 19. Millî Eğitim Şurası kararlarından biri de Osmanlıca’nın liselerde seçmeli olarak okutulması idi. Cumhurbaşkanı Erdoğan “isteseniz de istemeseniz de bunu öğreneceksiniz” ifadeleriyle ülkeyi despot bir rejime götürdüğünün de adeta haberini veriyordu. Geçen haftaki TÜBİTAK ödül töreninde “Türkçenin felsefe ve bilim yapmak için elverişsiz olduğundan bahisle “Türkçe ile felsefe yapılamaz. Ya Osmanlıca ya İngilizce kullanmanız lazım!” diyerek; iki sene önce “Türkçe ile felsefe yapılmaz diyen ırkçıdır” cümlesini sanki başkası söylemiş gibi kendi kendini yalanlayan; dil, bilim ve felsefe konularında ne tür bir yetkinliğe sahip olduğu meçhul olan Erdoğan’a Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı Prof. Dr. İoanna Kuçuradi: “Şunu da söylemeliyim: Türkçe bugün felsefe yapmaya çok elverişli bir dil. Biz Türkçe felsefe yapıyoruz, yayınlarımız da var. Ama belli ki kendisi (Cumhurbaşkanı Erdoğan) bunu bilmiyor.” sözleriyle cevap vermiştir. Osmanlıcanın Türkçenin tarihî dönemlerinden birinin adı olduğunu bilemeyecek kadar konunun uzağında olan birisine en azından TDK başkanı veya bilim kurulu üyelerinden birinin cevap vermesi gerekirdi ama olmadı. Neticede atanmışlar bilim adamı da olsa bir türlü aydın olamıyorlar.
Yıldıray Çiçek: Belli konuları gündem değiştirme malzemesi olarak seçip gündemin ajandasını belirlemek hırsıyla sürekli yersiz ve temelsiz çıkışlar yapan Erdoğan’ın tutumunu göz önünde bulundurarak, medya aracılığıyla kitle oluşturmaya yönelik uygulamaları nasıl değerlendirmek gerekiyor?
Ruhi Ersoy: Amerikalı sosyolog C. Wright Mills’in İktidar Seçkinleri adlı eserinde belirttiği gibi medya kitle insanına kim olduğunu anlatarak ona kimlik kazandırır; medya kitle insanına ne olmak istediğini anlatır ve böylece ona hırs, beklenti ve tutkular kazandırır ve yine aynı medya, kitle insanına öyle olmadığı hâlde öyle olduğunu nasıl düşüneceğini anlatarak ona meselelerin özünden ve gerçeklerden kaçış imkanı sunar.
Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın arkasındaki medya desteğiyle toplumsal algıda oluşturmaya çalıştığı sahte gerçekliklerin en son gördüğümüz Osmanlıca tartışmasında olduğu gibi zamansız çıkışlarla sürekli medyada kendine yer bulmasını bu açıdan değerlendirmek mümkündür. Medya yardımıyla kitlelerin yanılgıya sürüklenmesi, gerçeklerden kaçışı mümkün kıldığı ve iktidarın ömrünü uzattığı gerekçesiyle iktidar tarafından tutkuyla benimsenmiştir.
Yıldıray Çiçek: Felsefe ile dil arasındaki ilişki konusunda ne düşünüyorsunuz?
”SÖZ VARLIĞIMIZ NE KADAR ZENGİNSE DÜŞÜNME ALANIMIZ DA O DERECE GENİŞ VE ZENGİNDİR”
Ruhi Ersoy: İnsanın yarattığı kültürel varlık olan ve yalnızca bir iletişim aracı değil, insana özgü bir düşünme ve kültür kurumu olan dil, yalnızca bir iletişim aracı olmayıp, sanat, din, ahlak, felsefe, bilim ve hukukun vazgeçilmez bir unsurudur. Kültürel bir varlık ve değer olduğu için bir taraftan kültürün, bilimin taşıyıcılığı, aktarıcılığı görevini de üstlenmiştir. Büyük düşünür Wittgenstein, “Düşüncenin sınırları dilin sınırları” sözüyle felsefe sorunlarının aynı zamanda dilin sorunları olduğunu da ifade etmiştir.
Bu görüş felsefeyi ve diğer alanları da etkilemiş, Einstein da aynı görüşü “Dilin sınırı, beynin sınırıdır.” cümlesiyle dile getirmiştir. Dil ile varlıklar arasındaki iç içelik ilişkisi kabul gören bir düşünce olup, dünyadaki deneyimlerin de dilin betimlemesi yöntemiyle kavrandığı bilinen bir gerçekliktir. Söz varlığımız ne kadar zenginse düşünme alanımız da o derece geniş ve zengindir. Söz ve kavram alanı yetersiz dile sahip olan bireyler, bırakın karmaşık olayları, nesneleri ayırt etmeyi en sade düşünceleri bile ifade edemezler. Her sözcük bir mumsa, bin mumla aydınlatılan bir oda yüz bin mumla aydınlatılandan elbette farklı olacaktır. O halde sözcük belleğimiz, söz varlığımız ne denli zenginse, evreni anlamamız ve yorumlamamız da o denli zengindir.
Yıldıray Çiçek:Bu bağlamda konuyu Türkçe özelinde değerlendirecek olursak, zengin ve etkileşim temelli bir dil olarak Türkçenin dünya toplumları üzerindeki etkisi konusunda neler söylemek istersiniz?
Ruhi Ersoy: Türkçe tarihî derinliğe ve coğrafi genişliğe sahip bir dildir. Bu özelliğinden dolayıdır ki birçok dil ve kültürle temas kurmuş, alışverişte bulunmuştur. Saf ırklar içe kapalı, gelişmemiş, ilkel toplumlar olup, yalıtılmış olarak daha çok Afrika, Amerika ve Avustralya yerlilerinde rastlamaktadır. Bu toplumların dili de gelişmemiştir. Dil ve kültür temaslar sonucu zenginleşir. Türkçe birçok dilden kelime aldığı gibi (bir çok dile de kelimeler) vermiştir de. Sırpça en fazla Türkçe kelimenin (8-9 bin) bulunduğu dildir. Arapça, Farsça, Rumca, Ermenice, Slavca ve Kafkas dillerinde binlerce Türkçe kelime yer alırken, Türkçede de bu dillerden alınan çok sayıda kelime kullanımdadır.
Diller arası etkileşimde verici dilleri konuşan toplumlar uygarlıkta, bilimde, kültürde üretken ve baskın durumdadırlar. Dillerin etkisi, aslında kültürlerin, uygarlıkların etkisi olarak kendisini gösterir. Bilimde, teknolojide, uygarlıkta üretken olan, dünya siyasetinde bir güç olan toplumlar, verici dil olarak başka dillerin söz varlığını etkiler. Tüketici toplumların başka dillere katkısı zayıf olup, bunlar aynı zamanda bilim, teknoloji ve uygarlıkta geri durumdadırlar. Türkler de bilimde, teknikte, uygarlıkta üretken; dünya siyasetinde egemen oldukları dönemlerde başka dillere kelimeler vermişlerdir.
Yıldıray Çiçek: Bugün konuştuğumuz Türkiye Türkçesine geçmeden önce, ilgili husustaki yanlış veya eksik yorumların önüne geçilebilmesi amacıyla Osmanlı Türkçesinin ve dolayısıyla Türkçe’nin tarihinden ve çeşitli dönemlerdeki gelişim aşamalarından bahseder misiniz?
Ruhi Ersoy: Türkler 13. yüzyılda ana yurtta kullandıkları yazı dilinden farklı yeni dil oluşturmuşlardır. 13. yüzyıldan 15. yüzyıl sonuna dek Azerbaycan, Irak, Suriye, Anadolu ve Balkanlarda kullanılan bu edebî dile Eski Oğuz Türkçesi adı verilir. Türkçenin bu döneminden hem Azerbaycan Türkçesi, hem de Osmanlı Türkçesi çıkmıştır. 16. yüzyıldan 20.yüzyıl başlarına dek Osmanlı coğrafyasında kullanılan Türkçe, “Osmanlıca” veya “Osmanlı Türkçesi” olarak adlandırılır. Osmanlılar kendi kullandıkları dile “Türkçe, Türkî, zebân-ı Türkî, lisân-ı Türkî” demişlerdir. Tezkire yazarları “lisân-ı Türkî”de yazmış şairleri kitaplarında toplamışlardır. Türkçenin bu dönemi şairden şaire, eserden esere yüzyıllara göre sadelik bakımından değişiklik göstermektedir. Zâtî’nin Ah çok çok sevdügüm sanma ki az az aglaram//Nâle eyler dururum derd ile durmaz ağlaram beytinin sadeliği yanında Nef ‘î’nin
Meyhâne-i nâz olmuş o çeşm-i siyeh-i mest//Her kûşe-i pür-fitnesi bir hâb-geh-i mest beyti daha fazla Arapça-Farsça kelime ve terkip içermektedir. Tanzimat’la birlikte bütün dünyada olduğu gibi geniş halk kitlelerinin kullandığı dile dönüş hareketi başlamış 20. yüzyılın başlarında bu süreç tamamlanarak yerini bugün kullandığımız Türkiye Türkçesine bırakmıştır.
Yıldıray Çiçek: Osmanlı Türkçesinin zenginliğini vurgulayarak buradan sağlanacak katkıyla Türkçenin daha yetkin bir dil olabileceğini iddia eden görüşler seslendirilmeye başladı. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
”YAPMAMIZ GEREKEN DİLİMİZİN KAPSAMINI GENİŞLETMEK, KÜLTÜR UFUKLARIMIZI AÇMAKTIR”
Ruhi Ersoy:Bugünkü Türkçemiz kesinleşmiş bir gerçektir. Osmanlıcaya, hatta elli yıl önceki Türkçeye dönüşü bile istesek de yapamayız. Çünkü dil tabii bir varlıktır ve kendine has kanunları vardır ama kökeni Arapçaya, Farsçaya ya da başka dillere giden birçok kelimeden Türk halkı vazgeçmemiştir. Cumhuriyetin kuruluşunda gazetelerde, resmî yazılarda, kitaplarda Türkçe kelimeler yüzde yirmi oranının altındayken bugün yüzde seksenin üstünde… Biz dil devrimini gerçekleştirdik. Artık bunun tartışılması gerekmez. Yapmamız gereken dilimizin kapsamını genişletmek, kültür ufuklarımızı açmaktır.
Yeryüzündeki her dil gibi Türkçe de bilinen belirli sayıdaki yöntemle sonsuz sayıda sözcük, terim, deyim, kavram ve cümle üretebilecek yeteneğe sahiptir. Türk Dil Kurumunun 2008 yılında sanal ortamda kullanıma sunduğu Büyük Türkçe Sözlük’te yaklaşık beş yüz yetmiş ikibin söz varlığı bulunmaktadır. Aynı coğrafyadaki farklı kültürlerle etkileşim sonucunda Türkçenin tarihsel derinliğinden gelen söz varlığı renklenmiş, çeşitlenmiş ve zenginlik kazanmıştır. Bu söz varlığı, Türkçenin anlatım gücünü olumlu yönde etkilemiş, daha da geliştirmiştir. Bir dilin söz varlığı, aynı zamanda o dili konuşan toplumun kavramlar dünyasının, dünya görüşünün göstergesidir.
Yıldıray Çiçek: Özellikle iktidar açısından çok hassas ve sıkıntılı bir sürecin ortasında,Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından dile getirilmek suretiyle fitili ateşlenen Osmanlıca tartışmasının ardında, gerçeklik boyutunda size göre neler yatmaktadır?
Ruhi Ersoy: Kültürümüzün aynası olan söz varlığımızı yeterince öğretemeyen başarısız siyasetçiler hatalarını dilin yetersizliğinde arayarak kendi çapsızlıklarını gizleme telaşı içine girerler. Bugün ülkemizde süre giden yapay Osmanlıca tartışması da iflas etmiş bir eğitim sistemini gizlemeye yöneliktir. Günümüzde ABD, İngiltere, Fransa, Almanya gibi ülkelerde sekiz yıllık eğitim sisteminden geçen çocukların ders kitaplarında 70.000 kelime yer almaktadır. Bu rakam Japonya’da 44.000 dir. İtalya’da 32.000 dir.
Türkiye’de ise 6-7.000 dir. Bunun ancak yüzde onuyla düşünüp, konuşan ve yazan bir nesille bir yere varılamaz. Gelecek açısından kaygı veren bu durum sadece bir millî sorunu değil, aynı zamanda bir millî güvenlik sorunu olarak da hayati bir önem taşımaktadır. 600.000 kelimelik kadrosunun 200-300’ünü vererek ortaya bıraktığı kuşakları aynı zamanda oy deposu olarak da gören iktidar özellikle bu durumun sürmesini arzulamaktadır. Dil ile düşünce arasında doğrudan bir ilişki vardır. Söz kadrosu zengin olanlar daha geniş düşünme imkânı bularak olan biteni de anlayacaklardır. O yüzden de bilim kuruluşunun yöneticiliğine park ve bahçelerde görev yapmış insanlar getirilmektedir.
Yıldıray Çiçek: Eğitimin asıl sorunlarına yönelik çözüm önerilerinin değil de Osmanlıcanın eğitim müfredatlarında yer alıp almamasının konuşulması sizde nasıl bir iktidar algısı yaratıyor? İktidar bu meseleyi doğru kavrayabiliyor mu?
Ruhi Ersoy: Osmanlıca ve tarihî Türk lehçeleri ortaöğretimde seçmeli ders olarak okutulabilir. Esasen bu dönemde verilen dil ve edebiyat derslerinin bir amacı da bireyin geçmişine ait kültürel ve edebi eserleri aktarmaktır. Bunu doğru dürüst yapamayanların Osmanlıcanın arkasına sığınmaları gülünç bir durumdur. “Yunus Emre’nin dili de Osmanlı Türkçesidir.” diyen eski Türk edebiyatı profesörlerinin olduğu bir ülkede cehaletin zirve yaptığını görüyoruz. 1240-1320 yılları arasında yaşayan Yunus Emre’nin eser verdiği dönemde Osmanlı Devleti Söğüt’te bir beylik olarak yeni kuruluyordu. Sanırım bunlar Kadı Burhanettin’i de, Şeyhi’yi de Osmanlıca yazanlar olarak değerlendiriyorlar. Bazı aydınların Osmanlıcanın temelini “Kur’an Arapçası” olarak görmeleri de körün fili tarifinden başka bir şey değildir. Bir ülkede, aydınlar harfle dili aynı şey sanıp günlerdir tartışılıyorsa, bu iş artık meleklerin cinsiyeti münakaşasına dönmüştür. Alfabe değişimini dil değişimi şeklinde millete yutturmaya çalışan bir zihniyetin kurtuluşu Osmanlıcada araması garip bir durumdur. Tanzimat’a kadar eğitimde kullanılmayan Osmanlı Türkçesi resmi yazışmaların ve edebiyatın dilidir. Dil tek başına toplumu alıp bir yere taşımaz. Eğer öyle olsaydı bu dili kullanan Osmanlı devleti çökmezdi.
OICD tarafından 3 yılda bir yapılan uluslararası öğrenci değerlendirme testi PISA 15 yaş öğrencilerine dönük bir uygulamadır. PISA’da Türkiye 44. sırada yer alarak Avrupa’daki ülkelerden sadece Arnavutluk’u geçmiştir. 2006’da 30. sıralardan 2012’de sırayı 44’e çıkaran bir eğitim politikası. 19. Millî Eğitim Şurası’nda esas kanayan yaramızı ele almayıp, Osmanlıca, turizm meslek liselerinde içki servisi gibi konuları tartışanlar sahibinin sesi olan eğitimcilerdir.
Yıldıray Çiçek: Son olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın,Türkçenin felsefe yapmak için yetersiz olduğuna vurgu yapan çıkışını Erdoğan’ın tutumu ve Türkiye’deki felsefecilerin çalışmaları açısından nasıl okumak gerekiyor?
”İLGİLİLERE ÖNERİ…”
Ruhi Ersoy: Meslekten futbolcu ve muhasebeci olan bir Cumhurbaşkanımız “bugünkü Türkçe ile felsefe yapılmaz” diyor. Elbette bu sözde eleştirilecek çok yön var ama ironik olarak bakıldığında şöyle de düşünülebilir. Her şeyden önce felsefeyi kendisine dert edinen bir başımız var ve üstelik diplomasında “Phil.doktoru” yazan nice sosyal bilimci ve akademisyen ilahiyat fakültelerinden felsefe dersleri kalksın derken. Böyle başın böyle hocaları aslında (birkaçı hariç) felsefe yapamadıklarını kabullenmiş de oldular. Buradan şöyle bir sonuç da çıkarılabilir. Ya Cumhurbaşkanının dediği gibi bu dille felsefe yapmak mümkün değil, o yüzden üniversitelerdeki onca felsefe bölümü bir şey yapamaz hâlde veya 80 yıldır bu ülkede felsefeciler bir şeyler üretiyor ancak Erdoğan bundan habersiz. Bu durumda taraflardan birisi yalan söylüyor.
Cumhuriyet döneminde Arap alfabesi ile yazılmış binlerce eser Latin alfabesine aktarılmış olarak kitapçı raflarında okuyucusunu beklemektedir. Üniversitelerin matematik, fizik, kimya, biyoloji gibi temel bilimler bölümlerine öğrenci gelmediği için kapanan bir devletin yöneticileri her gün bizi bir sabah kalktığımızda başka başka yalanlarla kandırmaktadır. “Bir sabah kalktık ki o dil yok” yalanını çok rahatlıkla söyleyebilen bir zihniyeti kitapçı vitrinlerinde Türkçeye çevrilmiş dünyanın dört bir tarafından filozofların kitapları da yalanlamaktadır. Bilim tarihçimiz ve felsefecimiz Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu’nun konuyla ilgili pek çok dersi Youtube’da var, Sevim Tekeli’nin “Bilim Dillerinin Tarihsel gelişimi ” isimli makalesine de bakılırsa konunun mukayeseli ve örnekli olarak anlatıldığı görülecektir. İlgililere öneririz.
Yıldıray Çiçek: Sizce Cumhurbaşkanı bu konular hakkında yeterince bilgi sahibi mi? Yoksa önüne konulanları mı servis etmektedir?
”BİR SORUNLU DURUM VAR ORTADA …”
Ruhi Ersoy: Onu bilemem ama görünen bir sorunlu durum var ortada o da sayın Cumhurbaşkanın dile yaklaşımında yatmaktadır. Dil bilincinden yoksun iseniz bu tür problemlerden zaten kaçamazsınız. Cumhurbaşkanı eğer günümüz Türkçesi ile felsefe yapılmaz derken Osmanlı Türkçesi ile felsefe yapılır gibi bir önerme kuruyorsa bu önermenin cidden çok sorunlu olduğunu fark etmemiş demektir. Süreç dediğimiz zmanın ve tecrübelerin birikiminin dillerin üzerindeki etkisini muhtemelen bilmiyor. Bir defa Osmanlıcadan ne anladığı net değil. Hangi yüzyılın Osmanlıcası? Osmanlıca süreç içinde zenginleşmiş ve felsefe yapmaya imkan verir bir dil halini almıştır. Hiç bir dili ilk haliyle felsefe yapmaya müsait değildir.
Bu noktayı çıkış noktası olarak ele alırsak günümüz Türkçesinin süreç içinde felsefe yapma imkanlarını yitirdiğini de kabul etmek zorunda kalırız. Durum öyleyse aşağı yukarı 90 yıllık genç Cumhuriyetin 12 uzun yılını tek başına yönetmiş bir iktidarın başı olarak, günümüz Türkçesinin felsefe yapabilme imkanlarını tekrar kazanması adına neler yapmıştır? Öğrenmek hakkımız.
Sayın Eski Başbakan ve Yeni Cumhurbaşkanı Erdoğan döneminde Tarih alanında hangi önemli yayınlar yapıldı?, kaynak eserler çevrildi, çalışmalar yapıldı ve buradan hareketle böyle bir sonuca varıldı.
Siyasi iradenin emrindeki TTK ve TDK, AKM bugüne kadar hangi araştırmaları yaptı. Türkologlar,tarihçiler,halkbilimciler olarak rutinin ötesinde herhangi bir çalışma görmedik. Üstelik bu kurumlar uzun süredir siyasal iktidara yakın kadrolarca yürütülüyor.
Yayın yaparak bu karanlıklarımızı aydınlığa çıkarmamaları ne kötü! Karanlıkta kalmamız müstahak mı? Hadi buyrun karanlıktan aydınlığa çıkmak için özgün çalışmalar yapmaya.
Siyasi irade fakında olmasa da; Türk tarihi, Türkoloji araştırmaları artık günümüzde Japonya’dan Amerika’ya kadar uluslararası bir bilimsel etkinlik alanı.
Artık bu konuda püsküllü fesli Kadir Mısıroğlu Hoca’nın, Mustafa Armağan’ın yaklaşımları ile “sorunlu epistemik ufuk ile kavranamaz” bu çelişkili tutumla dünya bilim çevrelerinin önüne çıkmak Ülkemize itibar kazandırmaz, sadece sorunlu bir görüntü arz eder
Dolayısıyla Türkçe ile felsefe yapılır ancak demagoji ile felsefe yapılmaz. Hayatı ve dili demagojiden ibaret zannederseniz bu tür yalan yanlış fikirler beyan etmekten kurtulamazsınız.
Yıldıray Çiçek: Sayın Ersoy sonuç olarak bütün bu gerçekler ortadayken toplum olarak neden hala bu tarz söylemlere ilgi gösterip sorgulamayı daha yüksek sesle yapamıyoruz?
Ruhi ERSOY: Elbette bu durumda iktidarın güç kullanımında çekince koymaması ve bir biçimde baskı kurması etkilidir. Söz konusu baskı psikolojik,ekonomik,ikbal,ekmek v.b unsurları içermektedir. Tüm bunların altındaki derin gerçeklik ise ülkemizin gecikmiş bir modernlik erken gelen post modern dalga arasında kültürel bir şizofreni yaşamasıyla alakalıdır. Değişimin dinamiklerinin zamana yayılıp tedrici olarak devam edememesi ve çok hızlı sıkıştırılmış sosyal hadiseler yaşanmakta ve olayların peşinden koşmaktan fırsat bulup durup düşünmeye ve geri planındaki olguları sorgulamaya fırsat bulunamamaktadır.
DaryushShayegan’ı tanır mısınız? Bu konuda çok değerli analizler yapan bir düşünürdür.
Yaralı Bilinç-Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni (Metis, 1997) isimli eserini halimizi anlamak için meraklı okuyuculara da tavsiye ederim.
Ünlü İranlı filozof DaryushShayegan,toplumsal şizofreniyi şöyle tarif eder:
“Kendilerini kaderin ellerine bırakan, bütün eylem hevesleri geçen, talihsizlik sonucu tüm değerlerin yer değiştirdiği heterojen bir dünyada yaşayan ezilen halkların sonunda yarı felçli bir bakış açısı edinmeye başladığını belirtir. Bu bakış hep yarı yarıya felçlidir: ötekini eleştirdiğinde kendisini ülküleştirir; bir şeye saldırdığında başka bir şeyi kutsar. Aynı anda iki sicil üzerinde kalamaz; hem soran hem de cevap veren olamaz, yani olumlu ve olumsuz nedenlerin üzerinde, her tür nesnelliğe bağlı eleştirel bir tutumu yoktur” diye değerlendirir.
Bilindiği gibi, İranlı düşünür, köklü bir medeniyete sahip olmakla beraber modernitenin ani atakları karşısında şaşkınlığa uğramış, gelişmelere ayak uydurabilmek için acele ederken üst üste yanlışlar yapan toplumlarda özellikle aydınların yaşadığı “kültürel şizofreni”yi işaret eder. Bu gibi toplumlarda, en moderninden en muhafazakârına kadar, bütün aydınların ayırıcı vasfı, duygu ve düşünce dünyalarında iki farklı kültürün sürekli itişip kakışmasından doğan zihin çarpıklıklarıdır. Bir yanda tarihin dışına düşme (anakronizm) kaygısı, diğer yanda “köksüzleşme” (yabancılaşma) korkusudur.
“Bu gibi toplumlarda bilinç bir hard diskin ikiye bölünmesi gibi birbirine zıt iki düzlemdedir. Tespitler tahliller tutarsız çelişkili, söylemler afakidir. Beynin bir tarafının iyi, dost dediğine öbür tarafı kötü, düşman der, özetle bir cinnet hali.”
“Eleştirellikten yoksunluk, ve bunu perçinleyen kutsallaştırma, dahası dikkatini sorulardan çok yanıtlara odaklayan bu yaralı bilincin var ettiği nesneler hemen her yanımızı kaplamış ve hatta benliğimizi dahi işgal etmiş durumdadır. Tuhaf denemeyecek kadar vahim, acınası düşünce yapıları var eden bu bilinç, olur olmaz verileri harmanlamada, birbiriyle hiçbir ilişkisi olmayan tutumları birleştirmede, öncelik ve sonralık ilişkisini altüst etmede ve her şeyi birbirine karıştırmada derhal işe koşulur. Ve neticede anlamdan yoksun, çarpık ve hatta çarpık olmaktan öte kelimenin tam anlamıyla boş, bomboş fikirler birbirine kenetlenerek, sürekli bir melezlemenin sonucunda her şey birbiriyle ilişkilendirilmeye çalışıldığından ortaya darmadağınık fırça darbelerinden oluşan berbat bir tablo çıkar Shayegan ‘bunu gerçek-altı dünya” şeklinde tanımlar.
Yıldıray Çiçek: Sayın Hocam anlaşılan bu eser bütün şark gibi olarak sanki bizim de hikâyemizi anlatıyor.
Ruhi ERSOY: Evet Sayın Çiçek. Mesele birilerinin zannettiği gibi Osmanlıda bütün işler yolundaydı, Cumhuriyet geldiği için böyle olmadık yani.
Alfabesini hiç değiştirmeyen, çay ocağında bile Farsça beyitler okunabilen bir kültür ülkesi olan İran’da da ve diğer şark ülkelerinde de durum farklı değil. Mesele daha derinde ama doğaçlama yaparak anlamamakta ısrar ediyoruz. Bu ısrarı Mustafa Kemal’i ve Türk rönesansı olan Cumhuriyeti anlamaya ve onu ötekileştirmeden kabullenip tedrici olarak geliştirmeye talip olunduğu zaman normalleşmenin başlayacağını düşünüyorum. Bunun yolu da milli bir perspektife sahip iktidardan ve bu konuda derin bir birikime sahip lider ve kadrosundan geçer diye düşünüyorum.
Yıldıray Çiçek : Sayın Ruhi hocam , gündeme yahut sahte gündem oluşturma çabalarına büyük ışık tuttunuz, dil ve felsefe konusunda okuyucularımızı aydınlattınız. Size tekrar teşekkürlerimi sunuyorum.
Ruhi Ersoy: Başta Ortadoğu Gazetesi olmak üzere sizlere böyle bir imkanı şahsıma verdiğiniz için ben çok teşekkür ederim.
Yıldıray Çiçek 03.01.2015
ORTADOĞU GAZETESİ