Özel içerik:

Troya, Amerika Yolcusu!

Anadolu Ateşi’nin Genel Sanat Yönetmeni Mustafa Erdoğan imzasını taşıyan...

Batı’da İsrail’e karşı ‘Kelebek etkisi’

İsrail, Ortadoğu’da Filistin’e karşı başlattığı soykırıma varan saldırılarında cepheyi...

Dünyanın en iyisi olarak kabul edilen Finlandiya’da öğretmenlik…

Proje okullarında görev yapan öğretmenlerin “sürgün” edilmesine tepki gösteren...
Ana Sayfa Blog Sayfa 36

“Sanatçılar İdeolojiyi En Ağır Yaşayan Kesim”

Güçlükler başarının değerini, artıran süslerdir ve başarıda inandığı yoldan vazgeçmeyenlerindir. İnci Özdil’de böyle bir isim. Başarmak adına asla yılmamış, bir çok yerde eğitim almış ve kendini geliştirmiş ilk kadın orkestra şefimiz. “Erkek Dünyasına Kadın Adımları” adını verdiğimiz dizimizde, kendisi ile bir araya geldik. Kendisiyle ilk kadın orkestra şefi olmasının zorluklarını, siyasete atılmasını, aldığı eğitimleri ve Suriye’de gerçekleştirmiş olduğu dostluk konserini konuştuk. Keyifli okumalar.

Röportaj: Merve Gökhan

MERVE GÖKHAN (MG) :  Erkek egemen bir alanda, kadın olarak orkestra şefliği yapıyorsunuz. Bu alanda, bir kadın olarak çalışmanın zorluklarını yaşadınız mı?

İNCİ ÖZDİL (İÖ) :  Bir kadın orkestra şefi olarak, size en başta kapı kapalı. İlk olmanın dezavantajlarından biri bu, kapalı kapıyı açmanız gerekiyor. Onu açmak için de bir mücadele gerekiyor, onu açtıktan sonra gerileri gelecektir. Ben onun zorluğunu yaşadım. Hala bu mesleği tek olarak yürütüyoruz; ama yine de dünyada sayımız fazlalaştığı için zorlukları acı çekerek değil de biraz daha kademeli olarak yenebiliyoruz.

“TÜRKİYE’DE İNSANLARIN GELİŞMESİNİ İSTEMİYORLAR”

MG: Geçtiğimiz seçimlerde Vatan Parti’sinden milletvekili adayıydınız. Siyasetin içerisinde bulunan bir kadın adayı olarak, sanatı toplumda nereye koyuyorsunuz?

İÖ: Sanat insan için çok önemli. Sanatta insan için oluştuğu için, insana çok önem vermemiz gerekiyor. Sanat insanı geliştiriyor; insanın bakış açısını, yaşam biçimini, felsefesini geliştiriyor. Bu nedenle Atatürk’ümüzün dediği gibi; hakikaten de sanatsız bir toplumun hayat damarlarından biri kopmuş demektir. Şu anda biz bunun mücadelesini veriyoruz. Gerçek aydınlanmanın, yaşamın insanlığa katması gereken o katma değerleri sanat çoğaltır. Bu çoğaltmanın önüne geçmek için sanat kurumlarına, sanatçılara kapıları kapatmaya çalışıyorlar. Biz de ne yapıyoruz? “Hayır yapamazsınız.” diyoruz. Bunun mücadelesini veriyoruz; çünkü şu anda insanların gelişmesini istemiyorlar Türkiye’de. Bunu önlemek için de sanatı çok daha fazla yaymak gerekir. Şimdi bir Ankara’yı düşünün bir de Güneydoğu’yu düşünün. Orada elinde silah var, gençler dağa kaçırılıyor ya da dağa çıkıyor ya da ne bileyim, öldürüyor. Bunları yaşadık. Terör meselesini yaşıyor Türkiye; ama buraya bakıyorsunuz, burada da tam tersi sanata düşkün, sanat yapan, konservatuarlarda çalışan, operalarda, tiyatrolarda, senfoni orkestralarında çalışan, bir sürü genç yetiştiriyorsunuz. Silah tutmuyor, enstrüman tutuyor. Sanat çok önemli toplumda. Bizim Vatan Partisi olarak da yapabileceğimiz en önemli şeylerden birisi, yalnızca 6 ilde sanat kurumlarını kurmak değil, bütün illerde 81 vilayete bunu yaymak. Senfoni orkestraları, oda orkestraları, koroları… Bunlar geldiği zaman kötü şeyler düşünmesi, mümkün değil. Araba kullanması bile değişik oluyor insanın.

MG: Türkiye’nin “İlk kadın orkestra şefi” olma onuruna sahipsiniz, ilk olmak nasıl bir duygu ve bir orkestrayı yönetmenin zorlukları neler, meslek hayatınız boyunca ne gibi zorluklar yaşadınız?

İÖ: Onun tekniğini öğreniyorsunuz. Orkestra şefliğinde önemli olan şu; bir enstrümanı çalmayı çok iyi bilmeniz gerekiyor, besteci olmanız lazım. O eserler nasıl yazılıyor; orkestra şefi olduğunuzda, yöneteceğiniz eserin ne olduğunu, nasıl yazıldığını bilmeniz gerekiyor. Besteci size ne anlatmaya çalışıyor, bilmeniz gerekiyor, bunu ancak bir besteci ayrıntılı bir şekilde anlayabilir. O yüzden ben hem piyano hem bestecilik yüksek lisansı yaptım, ondan sonra orkestra şefliği, bunlar birbirini bütünleyen şeyler. Bir orkestra şefi için, özellikle kadın orkestra şefinin çok sağlam, eğitimi güçlü bir geçmişe sahip olması gerekiyor. Ben görüyorum, özenmiş, orkestranın karşısına geçiyor, elini kolunu sallıyor; bu değil. Orkestra şefliği çok önemli bir meslek. Bir defa siz enstrümanları yönetmiyorsunuz. Orada yönettiğiniz şey insan, o yüzden insan faktörünü çok iyi bilmemiz gerekiyor. Bir disiplin içerisinde, 120 kişi ayrı şeyler düşünüyor ve verilmiş notalar da ayrı, bütünü senin önünde var. O bütünü gören orkestra şefi, parça parça bir partiyi orası çalıyor, bir partiyi flüt, bunların hepsini bir araya getiren ve koordine eden orkestra şefidir ve biraz katı olmak zorundayız. Orkestranın çalacağı eserde, bir tek doğru vardır; o da orkestra şefinin yorumudur ve o yorum üzerinden orkestra çalıştırılır ve performans sergilenir.

“SANATÇILAR İDEOLOJİYİ, EN AĞIR YAŞAYAN KESİM”

MG: Orkestra şefliğinden, siyasete atılmaya karar vermenizde ki sebepler nelerdir? Tekrardan milletvekili adayı olmayı düşünüyor musunuz?

İÖ: Biz sanatçılar, zaten ideolojiyi en ağır yaşayan kesimiz. Hepimiz aslında siyaseti, en yoğun şekilde yaşayan insanlarız. 2012 yılında TÜSAK meselesi gelmişti. Hemen emeklilik dilekçemi verip, TÜSAK’a karşı savaşmak gerekiyordu. O bir siyasi karardı. Sanat yaşasın, Atatürk’ün devrimi yaşasın diye, bir karardı. Tabii ki yaş olarak çok erkendi, bu kararı vermek; ama Türkiye her şeyin önünde. Türkiye’nin bekası ya da sanat kurumlarının bekası söz konusuysa o zaman siyasete atılacaksınız, öne çıkacaksınız ve o tehlikeyi bertaraf edeceksiniz. Bizim de yaptığımız oydu Sıdıka ile birlikte. Hemen emeklilik dilekçemizi verip, öne atıldık ve TÜSAK meselesini de ortadan kaldırttık. Sanatçı böyle olmalı. Türkiye’yi sevmeyen, sanatını toprağını yitirmiş demektir. Ben öyle bir sanatçı değilim ve hiç bir zaman sanatımı, toprağımı kaybetmem. Her zaman Türkiye’nin yanındayım. O nedenle siyasete atıldım. Türkiye’de her şey güzelleşir, milli hükümet kurulur, her şey yerli yerine gelir, ondan sonra siyaseti bırakırız. Sanata daha ağırlık veririz; fakat şimdi ikisi birlikte yürümek zorunda. Siyaseti bırakmamız mümkün değil, Türkiye düzlüğe erişinceye kadar bu bir görevdir, vatan görevi.

“BİZ %200 İYİ OLMAK ZORUNDAYIZ”

MG: Müzisyenlik için almış olduğunuz eğitimlerde ve sonrasında ki çalışma hayatınızda ne gibi zorluklar yaşadınız?

İÖ: İlk başta kadın orkestra şefinin nasıl olacağını bilmiyor; çünkü alıştığı bir obje değil. Hep o podyuma çıktığınızda, kaslı kaslı erkekleri görmeye alışmışlar. Ben de biraz ufak tefek bir kadınım; ama orkestra için önemli olan kadın erkek değil, eğer podyuma çıktığınızda iyi bir orkestra şefiyseniz her zaman kabul görürsünüz. Mesleğinizi bilmiyorsanız, orada işiniz bitiyor. Yalnız şöyle bir eşitsizlik var; mesleğinde iyi olmayan erkek orkestra şeflerine, bir sürü şanslar tanınabiliyor. Yönetemiyor, iyi müzisyen değil, görüyorsun; ama sahnelerden eksik olmuyorlar. Kadın orkestra şefi için öyle değil, bazen ne kadar iyi olursanız olun, kapıyı kapatıveriyorlar. Biz %200 iyi olmak zorundayız mesleğimizde ve o nedenle ben eğitimimi Türkiye’den sonra,  birçok değişik ülkelerde pekiştirip öyle döndüm Türkiye’ye.

TÜRKİYE-SURİYE DOSTLUK KONSERİ

MG: Geçtiğimiz aylarda Şam’da, Türkiye-Suriye Dostluk Konseri verdiniz. İki ülke arasındaki ilişkilerin gergin olduğu bu dönemde, bu biraz cesaret isteyen bir durum. Konser sürecinde yaşadığınız duyguları bizimle paylaşır mısınız? Konserin önemi nedir sizce?

İÖ: Sanat ve siyaset ne kadar birbiriyle iç içe, Şam Konseri bunun en güzel örneği. Biz çünkü Türkiye ve Suriye’nin dost olması gerektiğine inanıyoruz. Ben bir orkestra şefi, sanatçı olarak, Suriye ve Türkiye’nin dost ülkeler olup, bu terör belasına karşı birlikte mücadele etmeleri gerektiğini düşünüyorum. Aynı kaderi paylaşıyorlar hemen hemen. Terör saldırılarıyla bölünmeye çalışılıyor, Kürt koridoru oluşturulmaya çalışılıyor. Benim amacım Türkiye’deki ve Suriye’de ki sanatçıları buluşturmak ve iki ülke arasında kardeşliğin ve dostluğun olduğunu, bütün dünyaya duyurmaktı. Recep Tayyip Erdoğan’ın Suriye’ye, Beşar Esad’a olan sevgisizliği, haksız ithamları, bunları görüyoruz; ama Suriye halkı, Türkiye halkı arasında hiçbir problem yok. Onu sanatçılarda da gördüm ben. Oraya gitme amacım, sanatçıları bir araya getirip, Suriye ve Türkiye dostluğunu bütün dünyaya ilan etmekti ve bunu da yaptık. Birbirimizde çok sevdik, şefleri de harika bir insan halen de haberleşiyoruz. Suriyeli sanatçıların ne kadar sebatkar olduklarını, ülkeleri için ne büyük fedakarlıklar yaptıklarını gördüm. Elektrikler gidiyor prova yaparken, hemen yanındaki cep telefonunu çıkarıp, cep telefonun ışığıyla, yanındakinin notasını aydınlatıyor ve o şekilde devam ediyorlar. Kemanı bırakmak yok, ses kesmek yok. Sirenler çalıyor, “Sığınağa gidin.” diye uyarılar alıyorlar; ama hiç aldırmıyorlar, provaya devam ediyorlar. Dediler ki “Biz eğer enstrümanlarımızı çalmayı bırakırsak, halk en büyük motivasyon kaynağını kaybeder. Yine Atatürk’ümüzün dediği gibi, hayat damarını kaybeder, Suriye halkı. Biz bu nedenle, çalışmalarımıza devam ediyoruz.” dediler. Salon da doluydu konser esnasında, ayağa kalkıp alkışladılar. Türkiye ve Suriye halkı arasında, ciddi anlamda hiç bir problem yok. Sevgiyle kucakladılar. Çok da iyi anlaştık, hatta son provada karşılıklı biraz gözyaşı döktük, birbirimizden ayrılacağız diye. Bunu daha da büyütmeyi planlıyoruz. Rusya, Türkiye ve Suriye birlikte konser yapmaya çalışıyoruz. Onun konser çalışmaları içerisindeyim şimdi ben. 120 kişilermiş, 60 kişi kalmışlar. Orkestranın yarısı Suriye’yi terk etmiş, başlarda oturanların hepsi gitmiş; ama yine de Suriye ile olan bağlantılarını koparmıyorlar. Kemanlara, yaylı sazlara, tel gerekiyor onlar gönderiyorlar. Nefesli sazlar için kamışlar yok, onları hep yurt dışına gitmiş olanlar buradakilere gönderiyorlar.  Nota bulamıyor, mesela nota yolluyor, hala dayanışmaları sürüyor. Hala inatla, Suriye Devlet Senfoni Orkestrası çalışmalarına devam ediyor.

“SANATIN GÜCÜ BOMBALARDAN DAHA GÜÇLÜ BİR SES”

Aslında ben Ekim’de gidecektim oraya; fakat programları yetiştiremedik, o nedenle kasıma kaldı. Ekimde gitseydik, ciddi bir saldırı olmuş ve 6 kişi hayatını kaybetmiş, 2 dansçı hayatını kaybetmiş; ama buna karşın onlar konserlerini yapmışlar. Bizim konserden öncede, 2 tane havan topu attılar, kültür bakanı o yüzden gelemedi konsere. Kültür bakanlığının, çok yakın bir yerine düşmüş. Konserden sonra da, havan topları devam etti; ama ne halk korkuyor ne orkestra aynı şekilde çalmaya devam ediyor. Sanatın gücü, sizin attığınız mermilerden de bombalardan da daha güçlü bir ses.

MG: Ülkemizde ilk kadın orkestra şefi olarak öncü oldunuz, ama yine de kadın orkestra şefi bir elin beş parmağını geçmeyecek kadar az, sizce bunun sebebi nedir?

İÖ: Bir kadın orkestra şefi geldi; fakat o Fransa’ya göç etti. Çok ciddi problemler yaşadı, sanıyorum. Bir tane yetişiyor, Amerika’da bir genç kız. Yani gelecek, bu kapıyı açtık. Gelecek, gelmemesi mümkün değil. Biz bu zorlukları aştık, onlar devam ettirecekler.

MG: Kardeşiniz Sıdıka Hanım’la birlikte  “TC Sanatçı İnisiyatifi” hareketine öncülük ettiniz, bu hareketin amacı neydi?

İÖ:  TC Sanatçı İnisiyatifi,  TÜSAK meselesine karşı çalışıyorduk. O sırada ben Bursa Devlet Senfoni Orkestrasının şefiydim, Sıdıka da Antalya’daydı. Gezi olayları patlak verdi, o sırada imza kampanyaları falan düzenledik. TC Sanatçı İnisiyatifi’ni kurma amacımız oydu. Birde TC’leri kaldırıyorlardı, ona bir tepki olsun diye koyduk. Daha sonradan bunu daha da büyütelim dedik, 29 Mayıs 2014’te Ses Tiyatro’sunda, büyük bir sanatçı toplantısı yaptık. 576 kişi falan geldi. Orada TÜSAK’a karşı, bir basın açıklaması yapıldı. Ondan sonra da karar verildi, sanatçıların birlik kurultayını yapalım Ankara’da diye. Hemen bir hafta sonra da, sanatçılar birlik kurultayını yaptık. Orada da Türkiye Sanatçılar Birliği’ni kurduk. Bu tamamen kendi kendine gelişen bir olay. Sen bize saldırıyor musun, sanata saldırıyor musun? Bizde sanatçı ordusu şeklinde sana karşı çıkarız. O insiyatifle kuruldu.

TÜRKİYE SANATÇILAR BİRLİĞİ’NİN HEDEFLERİ

MG: Türkiye Sanatçılar Birliği’nin genel başkanlığı görevini yürütüyorsunuz. Türkiye Sanatçılar Birliği’nin kuruluş amacı ve hedefleri nelerdir?

İÖ: Şu andaki tek hedefimiz, sanata ve sanatçıya yapılan saldırılara engel olmak. Birçok arkadaşımız devlette çalışıyor, o nedenle hareketlerimiz kısıtlanıyor. 657 sayılı devlet memurları kanuna tâbi oldukları için, biraz hareketleri kısıtlanıyor. Bizim gibi özgür olanlar az. Her şeye karşın sanatla, kurumlarla ilgili saldırı yaptıklarında, buna karşı hemen önlem almaya çalışıyoruz, asıl amacımız o. Bizim sanatsal aktivitelerimiz de oluyor; mesela şimdi bir çocuk projesi üzerinde çalışıyoruz, TSB olarak. Çocuk masalları ve çok sesli müzikle birlikte, o masalları çocuklara sunmak… Bütün Türkiye’yi de gezeceğiz, bu masal projesiyle. Kapadokya projemiz var, Mayıs-Haziran gibi. Aslında geçen yıl yapacaktık; fakat 15 Temmuz olayı olunca gidemedik Kapadokya’ya. Bütün sanatçıları oraya toplayıp, Kapadokya için eserler yazdıracak, heykeltıraşlar, besteciler, ressamları oraya götüreceğiz. Orada Kapadokya için eserler yapacaklar. Ondan sonra ertesi yılda, onların icrasını yapmaya çalışacağız.

“EVET DİYEN SANATÇININ, SANATÇILIĞINDAN ŞÜPHE DUYARIM”

MG:  Referandumda bazı sanatçılar evet, bazıları hayır oyu vereceklerini açıkladı. Siz sanatçıların oyunu açıklamasını, nasıl değerlendiriyorsunuz?

İÖ: Bu işin eğitimin almış, konservatuarda bunun tezgahından geçmiş, hiçbir sanatçı “evet” demez. Buna “evet” diyen sanatçının, sanatçılığından şüphe duyarım. Cumhuriyetle biz var olduk. 1924’te Müzik ve Sahne Sanatları Kanunu olmasaydı, Türkiye’de sanat diye bir şey olmayacaktı. 1924’de ki o kanunla, Atatürk’ün o devrimiyle biz sanata başladık. Cumhuriyeti ortadan kaldırmaya çalışan, bir rejimle nasıl sanatı ayakta tutacaksınız? Mümkün değil. Yandaş sanatçı olmakla, sanatçı olunmuyor. Bu şekilde sanatı var etmek için savaşarak, Atatürk devrimini devam ettirerek, bir sanat yaşamı olabilir. Ortaçağ düzeninde İslamcı, gerici kafalarla, sanatı geliştirmek mümkün değil. Ya sanatı unutacaksınız ya da sanatı yaşatmak için, Cumhuriyet için uğraşacaksınız. Cumhuriyet’i yıkmaya çalışan her şey için, “hayır” diyoruz. Bence iyi anlatmak gerekir insanlara. Kamu tüzel kimliği olan her türlü kurum ve kuruluş yasayla düzenlemiştir Türkiye’de. Bu yasa şimdi tek kişiye veriliyor, bu kişi isterse bu yasa devam eder, istemezse bu yasa ortadan kalkar. Bu yasa ortadan kalktığı zaman, bütün sanat kurumları kapanır. Devletin özel sanat kurumlarına yaptığı desteklerin de hepsi kalkar. Sanat diye bir şey olmaz. Bunu anlatmamız lazım, bu arkadaşlarımıza. Bence bunun farkında değiller, farkında olmaları gerekiyor. Hepsine anlatacağız. Operada, balede görüyoruz; ama “evet” diyecek hiçbir arkadaşımız yok. Cumhuriyetin bütün kazanımlarını siz reddediyorsunuz. TBMM İstiklal Savaşı’yla kuruldu, o İstiklal Savaşı veren ordular kurdu. O mecliste orada hepimizin atalarının, dedelerinin kanı var. Meclis öyle kolay kurulmadı. Meclisi ortadan kaldırıyorsun ya da orada kuru bir kalabalık, ne yaptığı belli olmayan, kendini saraya kilitleyen bir cumhurbaşkanı, nasıl oluyorsa başkan. Bu başkanlık sistemi de başkanlık sistemi değil. Ancak muz cumhuriyetlerinde görülen bir sistem bu. Yalnızca muz cumhuriyetlerine yerleştirmek istediği sistem oluyor. O zaman siz neye hizmet ediyorsunuz? Amerika’ya hizmet ediyorsunuz. Bir bakıyorsunuz Abdullah Öcalan “Biz başkanlık sistemine karşı çıkmayız.” diyor, FETÖ terör örgütü de, o da aynı şekilde “Biz başkanlık sistemine karşı çıkmayız.” diyor. O zaman siz cumhuriyet sistemine hizmet etmiyorsunuz, Abdullah Öcalan ve FETÖ’ye hizmet ediyorsunuz.

MG: Cumhurbaşkanı’nın da tam tersi bir iddiası var; “Hayır diyenler, 15 Temmuz’un yanındadır.” diyor.

İÖ: Dolmabahçe Sarayı’nda konuşulan konuları biliyoruz. Abdullah Öcalan’ın boy boy demeçleri var. Biz aklımızı peynir ekmekle yemiş insanlar değiliz. Hepimiz görüyoruz ve biliyoruz. 15 Temmuz önümüzde, 15 Temmuz’u kim yaptı ve nereye yaptı? 15 Temmuz FETÖ’cülerin, yani Amerika’nın yaptığı bir işgal planıdır. Nereye yaptı? Direkt meclise yaptı. Şimdi aynı şeyi sen yapıyorsun, meclisi ortadan kaldırıyorsun. Daracık bir bürokrat çevresiyle, “vesayet sistemi” diyor ama asıl sen o bürokratları yöneteceksin. Milletin seçmediği adamlarla, sen kendi çevrendeki birkaç kişiyle, Türkiye’yi yönetmeye çalışacaksın. Tek kişi bu uluslararası saldırılara karşı mücadele veremez, ya 80 milyonla bu mücadeleyi verirsin ya da bu mücadeleyi veremezsin, yıkılır gidersin. Bir masayı düşünün 3 ayağı yok, bir tane yarım ayak var. Nasıl ayakta duracak o masa, masayı ayakta tutmaya çalışacaksın tek ayakla mümkün değil, tabiat kanuna aykırı. Bu nedenle yapılan son derece yanlış, bunu bütün herkese anlatmak gerekiyor.

 

 

“Mizahın Kendisi Muhaliftir”

Erkek Egemen Mesleklere Kadın Adımları” röportaj dizimize kaldığımız yerden devam ediyoruz. Dizimizin 5.bölümünde Bayan Yanı Dergisi Karikatüristi İpek Özsüslü ile bir araya geldik. Dünya’daki ilk ve tek kadın mizah dergisi olan Bayan Yanı’nın karikatüristi İpek Özsüslü ile kadının mizah ve sanat alanındaki konumu ve başarısı üzerine üzerine konuştuk.

Röportaj: Seda Özdemir

Fotoğraf: Sinem Hançerigüzel

SEDA ÖZDEMİR (SÖ) :  Karikatür çizmek ve bir mizah dergisi her zaman erkeklerin işi olarak görülen bir dal olmuştur. Fakat siz Türkiye’de ve hatta dünyada ilk kadın mizah dergisini çıkarıyorsunuz. Kadınların egemen olduğu meslekler dururken neden karikatüristlik ve dergicilik?

İPEK ÖZSÜSLÜ (İÖ) :  Ben karikatürist olmaya karar verdiğimde bunu hiç cinsiyetler açısından değerlendirmedim. Karikatürü asla erkek işi olarak görmedim. Karikatür çizmeyi çok seviyorum. Mesleklerin kadın işi-erkek işi olarak ayrılmalarına ve çocukların cinsiyetçi bir şekilde yönlendirilmelerine karşıyım.

SÖ :  Bayan Yanı’nı çıkarma kararını nasıl aldınız? Bayan Yanı Dergisi ekibi hakkında bilgi alabilir miyiz? Çalışanların hepsi kadın mı?

İÖ :  8 Mart 2011’de, Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ne özel bir sayı olarak çıkardık. Evet, çalışanların hepsi, teknik ekip ve Sıdıka karakterinin yaratıcısı Atilla Atalay hariç herkes kadın.

“KADROYA DAHİL OLMAK İSTEYEN ERKEKLER VAR”

SÖ :  Bayan Yanı ek olmaktan çıkıp kendi başına bir dergi halini aldıktan bugüne kadar erkek meslektaşlarınızdan ne gibi tepkiler aldınız?

İÖ :  Ek olarak çıkmadı özel bir sayıydı. Erkek meslektaşlarımızdan güzel tepkiler de aldığımız oldu olumsuz tepkiler de. Bayan Yanı kadrosuna dahil olmak isteyenler bile var.

SÖ :  Erkek egemen bu alandaki algıları kırarak Bayan Yanı’nı çıkardınız. Dünyanın tek kadın mizah dergisisiniz. Peki mizah dergisi çıkaran bir kadın olarak ne gibi zorluklarla karşılaşıyorsunuz?

İÖ :  Her durumda ve ortamda cinsiyetim ön plana çıkarılıyor. Benimle yapılan röportajlarda bile mutlaka bir soru kadın karikatürist olmak üzerine. Bu beni çok sıkıyor. Hiçbir erkek karikatüriste erkek çizer olmak nasıl bir duygu diye soru sorulduğunu duymadım. Kadınlar komik olmaz gibi önyargılar ve kompleksli bir tavır var.

SÖ :  Bayan Yanı’nın yayın çizgisi ve yayın politikası nedir? Derginizi ya da bireysel olarak siz kendinizi feminist olarak ifade ediyor musunuz?

İÖ :  Dergimizi de kendimi de feminist olarak tanımlayabilirim. Yayın politikamız bir mizah dergisi nasıl olması gerekiyorsa öyle. Haklıdan ve ezilenden yana, muhalif, komik.

SİZİN NE İŞİNİZ VAR SİYASETLE, POLİTİKAYLA?”

SÖ :  Derginizin yapı ve içeriği bakımından her anlamda kadınların yanında olmasının yanı sıra sadece kadınlara özgü konulara eğilmekle kalmıyorsunuz, politik bir tavrınız da var. Peki bu tavrınıza karşılık insanlardan ne gibi yorumlar alıyorsunuz?

İÖ :  Mizah dergisi okurları mizahın politik olduğunu bilir. Hayatında mizah dergisi okumamış, yalnızca sosyal medya hesabımızı takip eden kimi insanlar “Sizin ne işiniz var siyasetle, politikayla? Kendi işinizi yapsanıza.” gibi trajikomik çıkışlar yapıyorlar.

SÖ :  Dergiyi çıkarırken yaptığınız görüşmelerde ve çıkaracağınız derginin bir konuya karşı alacağı tutumu belirlerken, “Şunu şöyle yaparsak şöyle tepki alırız, yapmayalım.” dediğiniz oluyor mu?

İÖ :  Evet, özellikle son günlerde daha dikkatliyiz.

SÖ :  Ülkemizde kadına şiddetin, tacizin ve benzeri olayların hayli arttığı son yıllarda, bunlara karşı mizahla tepki göstermek zor bir iş olsa gerek. Bunlar göz önüne alındığında derginin içeriğini oluştururken ne gibi kriterlerle hareket ediyorsunuz?

İÖ :  Tecavüz, çocuk istismarı gibi konularda çizmek espri bulmak gerçekten bazen çok zor geliyor. Biz haksızlığa uğramış herkesin, her kadının yanında olduğumuzu hissettirmek istiyoruz. Tabii insanları güldürmeliyiz de. Aktüel konular haricindeki karikatürlerimizin, çizgi öykülerimizin komik olmasına ve kullandığımız dilin cinsiyetçi olmamasına dikkat ediyoruz.

SÖ :  Feminen çevrede “bayan” kelimesi tepki alır ve “Bayan değil, kadın” şeklinde düzeltmeler yapılır. Siz dergi olarak niçin “Bayan Yanı” ismini tercih ettiniz? Bunun mizahi bir amacı var mıdır?

İÖ :  Tabii ki, biz mizah dergisiyiz ve adımızı ironik olsun diye böyle koyduk, bayan yanı bilete atıfta bulunarak. Maalesef bu da her zaman anlaşılmıyor, sürekli “Ya sizin dergiyi çok seviyorum; ama neden bayan? “Bayan değil, kadın” diye mesajlar alıyoruz.

“MİZAH DERGİLERİ MUHALİF OLMAK ZORUNDA”

SÖ :  Karikatür dergilerine baktığımızda genelde muhalif bir duruşları olduğunu görürdük. Ama son zamanlarda Misvak gibi iktidara yakın dergiler de gördük. Siz Misvak’ı nasıl değerlendiriyorsunuz ve karikatür dergileri muhalif olmak zorunda mı?

İÖ :  Mizah dergileri muhalif olmak zorunda; çünkü mizahın kendisi muhaliftir.

SÖ :  14 Şubat ve 8 Mart tarihleri sizin için neler ifade ediyor?

İÖ :  14 Şubat pek bir anlam ifade etmiyor. 8 Mart ise Amerika’da bir tekstil fabrikasında başlayan grev sonucu, içeri kilitlenen ve çıkan yangından yaşamlarını kaybeden kadın işçileri anma günü. Bu yüzden çok anlamlı, çiçek verilip geçiştirilecek bir gün değil.

 

“Kendi Geçmişi Olmayanın Geleceği De Olmaz”

Mehmet Perinçek ve Özlem Kumrular’ın yayın hayatına kazandırdığı “Zaman Treni”  kitabı, çok merak edildiği halde üzerinde az konuşulan konuların gün yüzüne çıktığı bir eser. Tarih meraklılarını bilgilendiren, yer yer şaşırtan Zaman Treni; ocak ayında daha kapsamlı bir şekilde kitap haline gelerek okuyucuların huzuruna çıktı. Kitabın yazarlarından Mehmet Perinçek ve Özlem Kumrular ile eğlenceli ve faydalı bir ropörtaj gerçekleştirdik.

1)Önce Ulusal Kanal’da ‘’Zaman Treni’’ programı yapıyordunuz, Kitabı hazırlamak fikri nereden doğdu? 

Mehmet Perinçek: Kitap oluşturma fikri en başından beri programı yaparken de kafamızda vardı. Televizyon programları yaygın izlenmek açısından ve kitlelere ulaşmak açısından önemli fakat kalıcılık açısından televizyon programları yeterli olmuyor. Kalıcılık anlamında televizyon programlarının bir özelliği yok. Yaygın kitlelere ulaşmak açısından televizyon programları yapalım, diğer taraftan da bütün bunların hepsinin kalıcı olması bakımından yazıya dökelim ve kitap olarak da yayınlayalım diye daha en başından konuşuyorduk, kitapta televizyon programında olmayan röportaj ve söyleşiler de var.

Özlem Kumrular: “Söz uçar, yazı kalır” mantığıyla emek verdiğimiz programları ölümsüzleştirmek, somut bir şekilde kalıcı kılmak istedik.  Bunların bir kısmını özet halinde Aydınlık’ta yayınlamıştık. Söyleşileri herkese ulaştırmak gerektiğini düşündük.

2) Kitabınız da söyleşisini yaptığınız konuları neye göre belirlediniz?

Mehmet Perinçek: Konuları belirlerken daha çok konudan ziyade araştırmacılara yöneliyorduk, yani bir konuda farklı belgelere farklı kaynaklara özgün belgelere dayanarak yapılmış bir çalışma varsa onu mutlaka değerlendiriyorduk, güncel tartışmalara göre de belirlediğimiz konular vardı. Mesela bir dönem kadın meselesi tartışıyorduk, kadın söyleşisi yaptık. Bir dönem Osmanlıcanın sık olarak tartışıldığı sırada Osmanlıca programı yapmıştık. Hem güncel tartışmalara göre belirlediğimiz konular oluyordu, hem de özgün belgelere dayanarak bir araştırma, araştırmacı varsa onları bize ilk bulgularını paylaşması için söyleşi teklifi götürüyorduk. Farklı farklı şeylerden hareketle hem güncel tartışmalar hem de özgün araştırmaları televizyonda o zaman yansıtmaya çalışıyorduk, daha sonrada bunları kitapta topladık.

Özlem Kumrular: Hepsi konularının uzmanı, yakından tanıdığımız tarihçiler. Eserlerini okumaktan zevk aldığımız, sıkı takipte olduğumuz kişiler. Ayrıca hepsinin son zamanda üzerinde çalıştığı konulara değinmeye çalıştık. Yani bu eserlerin büyük bir kısmını ilk defa biz paylaşmış olduk. Yeni belgelerle ve yeni perspektiflerle çalışılan konuları tanıtmayı hedefledik.

3) Kitabınız pek de bilinmeyen ve bilinenin aksi olan tarihi olaylarla dolu. Günümüzde de birçok tarihçi kendisinin ‘’Resmi Tarihi’’ çürüttüğünü ve çürütülmesi gerektiğini söylüyor, sizin bu konuda ki anlayışınız nedir?

Mehmet Perinçek: Yani tabi bir taraftan gerçekten tarihte hurafecilik var, yani birçok konu hem ekonomik hem siyasi altyapısından koparılarak anlatılıyor Türkiye’de. Dünyada da birçok yanlışlar var, ama diğer taraftan da ayrı bir kampanya da yürütülüyor. Evet hurafecilik ve bazı dogmalar ne yazık ki Türk tarihinde rastlanıyor ama diğer tarafta da bu dogmaları yıkma veya bu hurafeciliği ortadan kaldırma adına da doğru bilinenlerin çarpıtılmak istendiğini görüyoruz.  Türkiye’de 1980’lerden sonra liberalizm ve Türk-İslam sentezi dayatıldı. Tarihimiz de ona göre şekillendirmek istendi. Çünkü en ideolojik bilim dalı dünyada tarih, dolayısıyla her görüşün her siyasi hareketin veya teorik ideolojik hareketin mutlaka kendine göre tarih anlayışı oluyor ve ona göre baştan yazma ihtiyacı duyabiliyor, Türkiye’de laikliğin törpülendiği o süreç ve buna paralel olarak da liberalleştirmek istendiği süreçte de ona göre bir tarih yazımı yazılmak istendi. Tabi Neoliberal fikirler daha çok ulus devleti ve Kemalizm’i ve Türkiye’nin çağdaşlaşma sürecini hedef alan bir tarih anlayışı belirlediler, kimlikleri ön plana çıkartan bir tarih anlayışı belirlediler ve ona görede birçok doğrularıda çarpıtmaya başladılar. Bunun tam başka bir benzeride İslamcı çevreler tarafından Türkiye’de özellikle yapıldı. Türkiye’nin çağdaşlaşma sürecini tamamen bir baskı ve diktatörlük süreci olarak gösterdiler. İttihat Terakkilerden veya hatta daha öncesinden Genç Osmanlılardan başlayarak Türkiye’de gericilik ile ilericilik arasındaki saflaşmada gericiliği ön plana çıkartma veya onu haklı göstermek çabası içerisine girdiler. Özellikle son dönemde Sultan Abdülhamid tartışmaları veya buna benzer İskilipli Atıf tartışmaları bunun tipik örnekleridir.

Özlem Kumrular: Resmi tarihi çürütmek için öncelikle alanda kullanılmayan belgelere ulaşmak gerekir. Dünya arşivlerle dolu. Başka ülkelerdeki arşivlere ulaşmak resmi tarihi çürütmek için en klasik maden.  Her zaman zafer olarak gösterilen bir savaşın aslında bir hezimet olduğunu bile çıkarabilirsiniz farklı arşivlerde çalışarak.  Bir otoritenin altında tarih yazarsanız zaten “resmi” olmak zorundasınızdır. Bu sebeple tarihi yapanların başarısızlığını doğrudan, korkusuzla kaydedemezsiniz. Bu dünyanın her yerinde böyledir.

4) Türkiye’de yapılan tarih çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Mehmet Perinçek: Zaman Treni kitabında dil olarak basit ve günlük sohbet dilini kullanmaya korumaya çalıştık, kitapta bu bakımdan da esas düşüncemizde tarihi popüler hale getirmek için illada bayağılaştırmaya gerek olmadığını da göstermek istedik. Bir taraftan tarih popüler hale getirilebilir, fakat bunu yaparken de sığ hale getirip yüzeysel bir şeyler yapıp onu popüler hale getirmeye gerek olmadığını özellikle göstermek istedik. Türkiye’deki çalışmalarda bu bakımdan yaşanan sorunlar oluyor ya çok aşırı akademik bir benimseniyor bu halktan kitlelerden tarihi koparıyor ya da aşırı bir bayağılık ve sığlık popülerlik adına yaygın okunması adına malzemeler üretiliyor bununda aslında geniş kitlelere ulaşsa bile hiçbir faydası olmuyor, biz bunu özellikle harmanlamaya çalıştık.

Özlem Kumrular: Türkiye’ye belli başlı beylik konulara çok ciddi bir şekilde yoğunlaşma var. Son dönemlerde daha minör konular da çalışılıyor artık. Ayrıca sosyal tarih çalışmalarında da çeşitlilik olmaya başladı. Ama ülke genelinde bir dil problemi ve disiplinler arası çalışma eksiği var. Zaman Treni bu açıdan önemli bir eser oldu. Orijinal kaynaklarla, orijinal dilinde bilgiye ulaştırıyor. Tarihçiler,  herkesin anlayabileceği dilde en derin konuları incelediler bu eserde.  Ağır bir konuyu bile, kolay okunur hale getirmek, bu arada da akademi çizgisinden çıkmamak mümkünmüş. Türkiye’nin genelinde hep aynı tip kaynaklar kullanılarak yapılıyor araştırmalar. Aynı arşivler, benzer türde belgeler… Klişenin dışına çıkan tarihçi sayısı çok az. Diğer bir taraftan da disiplinler arası tarih çalışmalarında bir eksiklik var. Edebiyat, ekonomi, sosyoloji gibi yakın disiplinlerin tarihte kullanılmasına çok az şahit oluyoruz ne yazık ki.

5) Zaman Treni’nde her bölüm ayrı bir durak olsa tarihin renkli vagonlarıyla yapılan yolculukta nerede inmek istersiniz?

Mehmet Perinçek: Bütün dönemler ilginç, her dönemde görmek isteyeceğim, duymak isteyeceğim ve yaşamak isteyeceğim anlar mutlaka hepsinde olurdu ama benim kendi çalışma alanım olarak hem de kendi siyasi fikirlerim açısından İstiklal Savaşı ve Cumhuriyet Döneminin ilk 15-20 yılının herhangi bir sürecinde bulunmayı isterdim. Şimdi belgelerden okuyoruz, anılardan, kitaplardan, araştırmalardan okuduğumuz dönemi bizzat kendi gözlerimle görmek isterdim. Hem de o dönemin o devrimci ruhuna atmosferine havasını yaşamak da insana ayrı bir şey katardı diye düşünüyorum. Benim açımdan büyük bir keyif olurdu.

Özlem Kumrular: Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda durmak isterdim. Yepyeni bir devlet kurmanın heyecanına eşlik etmek isterdim.  Atatürk’ün hayatta olduğu yıllarda Ankara’da ya da İstanbul’da bulunmak, heyecanla anlatılan 10. yıl kutlamalarına katılmak ne güzel bir hayal!

6) Tarih alanında çalışma yapmaya çalışan İnciraltı Tarih Cemiyeti’ne mesajınız nelerdir?

Mehmet Perinçek: Tarih biraz önce de belirttiğim gibi en ideolojik bilim alanlarından bir tanesi. Dolayısıyla herkes kendi tarihini kendi geçmişini yazıyor ve kendi geçmişi olmayan tarihi olmayanın da geleceğinin olamayacağı bir dünyada yaşıyoruz. Bu bakımdan İnciraltı Tarih Cemiyeti’nin çalışmaları Türkiye’nin devrimci gençliğinin kendi tarih anlayışını öğrenmesi, benimsemesi, araştırması açısından büyük bir önem taşıyor dolayısıyla çalışmalarından dolayı İnciraltı Tarih Cemiyeti’ni kutluyorum. Kendi geçmişi olmayanın geleceği olamayacağı bilinciyle bu çalışmaları çok daha ileriye taşımalarını hem umuyoruz hem de çalışmalarını merakla bekliyoruz. Ayrıca  ‘’Zaman Treni’’ kitabına katkılarından dolayıda bir kez daha cemiyete teşekkürlerimi buradan sunmak isterim.

Özlem Kumrular: Türkiye’de Osmanlı Tarihi ve Cumhuriyet Tarihi’nin dışındaki araştırma konuları biraz fakir kalmış durumda.  Avrupa tarihi üzerine kimse ciddi şekilde çalışmıyor.  Afrika, Amerika çalışmalarımız zayıf. Biraz daha klasik dışına çıkan konulara yönelmeniz çok iyi olur. Aynı coğrafyada, aynı zamanda diliminde dolaşmaya çok alışık bir tarih çalışması geleneğimiz var.  Bunu kırıp biraz sınırları aşmalı, farklı konulara yolculuk etmeliyiz. Mesela, Ortaçağ’da İskandinavya’da neler oluyordu? Ya da Afrika’nın Batı kıyıları coğrafi keşiflerden nasıl etkilendi? Çalışma alanımızı çeşitlendirmeliyiz.

Röportaj: Eren ÖZTÜRK – Fırat KİP

İNCİRALTI TARİH CEMİYETİ

“Art Niyetli Filmler Korku Sinemasını Tahrip Ediyor”

Türk korku filmi deyince herkesin aklına gelen birkaç temel şey vardır. Kimisi “Türkler korku filmi çekemiyor” derken, kimisi de başarılı bulmaktadır. Özellikle son 10 yılda cin temalarının daha doğrusu İslami temaların işlenmeye başlanmasıyla her yıl birçok Türk korku filmi çekilir oldu. Sektördeki nicelik olarak artışa rağmen eleştiriler azalmadan devam ediyor. Röportajlık olarak son dönemin başarılı Yönetmenlerinden Özgür Bakar ile bir araya geldik. Yönetmenliğin yanı sıra senaristlik ve yapımcılık da yapan Bakar komedi filmleri yaparken korku filmlerine geçiş yaptı. Bu geçişi başarıyla sürdüren Özgür Bakar ile Türk Korku filmlerini, korku sinemasının geleceğini, oyuncu seçme kriterlerini ve daha birçok merak edilen konuları konuştuk.

Röportaj: Ercan Deniz Küçük

Fotoğraf: Sibel Gülersöyler

ERCAN DENİZ KÜÇÜK (EDK) :  Özgür Bey, size en çok sorulan sorulardan birisiyle başlayalım. Komedi filmlerinden korku filmlerine geçiş yaptınız. Bir dönem güldürürken şimdi korkutuyorsunuz. Bir röportajınızda “Kendi sirkimi kurdum.” diyorsunuz. Bu sert geçişin amacı sadece eğlenmek mi? Yoksa “Bu alanda bir boşluk vardı ve ben bu boşluktan ilerlerim.” mi dediniz?

ÖZGÜR BAKAR (ÖB):  Onu işten aldığım keyfi ifade etmek için söylemiştim. Yoksa tek amacımız bu olamaz. Sinema yapıyoruz sonuçta. Ama “Komedinin geldiği nokta ortada.” diye o gün de söylemiştim. Bugün de seyircinin komedide yaptığı tercihler çok net ortada. Ya o tarzda bir komedi yaparsanız ayakta kalabiliyorsunuz, kendinizi başarılı hissedebiliyor ve insanlara kendi mizah dilinizi geçirdiğinizi hissedip devam ediyorsunuz ya da onların şu anda talep ettiği şeyi yapıyor ve mutsuz oluyorsunuz. Biz o sürede komediyle ilgili enerjimizi televizyon dizilerinde atıyorduk. Çok fazla yazar grubuyla çalıştım. Sit-com’larda, skeç programlarında, komedi programlarında ve mizah dergilerinde komedi üzerine çalışmalarda bulundum. Şu anda televizyonda bir tane bile komedi dizisi yok. Sadece “Güldür Güldür Şov” adı altında başka bir format var. Böyle bir talep kalmadı. Net talep edilen güldürü türünün de Recep İvedik olması, o tarz sinema yapmak istemeyenler için bir kapı bırakmıyor. Sonuç itibariyle ben şu anda korku filmi yapıyorum. Korku filmi benim izlemeyi sevdiğim ve bir gün çok daha büyük bütçelerle yapmayı hayal ettiğim şeydi. Lakin komedinin geldiği nokta nedeniyle biraz daha erkene almak durumunda kaldık. Yine bir komedi yapma lüksümüz olduğunda da ilk etapta bu süreçte yaşadığım durumları hicveden bir komedi yapmayı tercih ettim. O yüzden tamamen ülkenin talepleriyle isteklerimizin uyuşmamasıyla ilgili bir durum.  Ben duruma şöyle bakıyorum: Komedi çok zor bir tür. Daha önce güldürmeyi, eğlendirmeyi seçiyordum. Şu anda insanları korkuturken eğleniyorum. Kendim eğlenmeyi seçiyorum. O yüzden “Kendi sirkimi kurdum.” demiştim. Ama sinemaya aşık bir yönetmen olarak bugün korkuyu yavaş yavaş evriterek bilim-kurguya, “Deccal 2”de de ajan hikayesine çevirdik. Korku filmi unsurlarının yanında bir ajan hikayesi izleyecek seyirciler. Korkunun içine biraz aksiyon yedirmiş olduk. Yavaş yavaş türler arası geçişi sağlayıp çok iyi bilim-kurgu filmleri yapmak istiyorum. Çok iyi macera filmleri yapmak istiyorum. Bir yandan da kalemimiz soğumazsa her fırsat geldiğinde komedi filmi yapmak istiyorum.

 

TÜRK KORKU FİLMLERİ

EDK:  İsminiz artık korku filmleriyle özdeşleşti. Komedi geçmişiniz biraz daha arkada kaldı. Korku filmi senaristi olarak fikrinizi merak ediyorum. Buraya gelirken Röportajlık ekibi olarak kendi aramızdaki konuşmalarda bile tartıştık. Ben başarılı bulsam da “Türkler korku filmi çekemiyor.” cümlesiyle çok sık karşılaşıyoruz. İnsanlar Türk korku filmlerini korkmasına rağmen neden beğenmiyor? Ne düşünüyorsunuz?

ÖB:  Rakam bazında çoğalma olsa da nitelik-nicelik ayrımına geliyor konu. Nitelikli yapıların sayısı az ve bu filmlerin popülaritesinden yararlanmak isteyen art niyetli filmlerin verdiği bir tahribat olarak görüyorum ben bu durumu. “Eşkıya” filminin 80 tane kopyası çıksa ve bu durumdan lanet etsek bu, Eşkıya filminin iyi olduğu gerçeğini değiştirir mi? İyi yapılan korku filmlerini biraz manipüle eden bir durum var bu kalabalık içinde. Normal ticari bir sirkülasyon olarak görüyorum ben bunu. Daha önce de söyledim. Mesela şu anda “Dağ” filminin getirdiği başarıyla önümüzdeki günlerde tv’lerde asker dizileri popülasyonuyla karşılaşacağız. Biz işin arka tarafında olduğumuz için olay şu anda gözümüzün önünde cereyan ediyor. Bir sürü askerli dizi ve film hazırlanıyor şu an. Önümüzdeki günlerde yayına girecek. Bu ticari bir yaklaşım. Ama bu ilk yapılan işlerin görece daha iyi olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Sadece bunun ayırımına varacak kadar birazcık sinefil olmak gerekiyor. Bunları ayırt edenlerle yolumuza devam ediyoruz. Yolumuza devam ettiğimize göre, bize hala şans tanındığına göre demek ki bir yerlere başarılı bulunuyoruz. Bu zorlamayla olacak bir şey değil. Şu an Türkiye’nin en büyük yapımcıları bile bu anlamda bir risk görse ikinci adımı atmaz. Riskli bir tür olsa ya da kötü yapılıyor olsa devam etmez. Kötü yapılan işlerin de zaten bir sıkımlık kurşunları oluyor. Bir daha adlarını duymuyoruz. Sinemasal değeri herkese göre tabii ki tartışılır ama seyirciyi tatmin olarak mutsuz salondan çıkarmamayı hedefliyoruz. Hem neye göre kötü film? “John Wick” de giriyor, “Moonlight” da giriyor. Onlara ne kadar eleştiri getiriliyorsa bize de bizden beklentiye göre o oranda eleştiri getiriliyor. Biz yolumuza devam ediyoruz. “John Wick” mesela, eleştirilse de 3.filmi yapacak. Çünkü sevenleri de var.

Biz dünya ölçeğinde işler de yapıyoruz. Sadece orada artık başka pratikler giriyor devreye. O da nedir? Bizim karşımızdaki rakiplerin 1910’larda demir ağlarla örüp dört bir yana kurdukları dağıtım ağı sistemleri var. Bizim daha öyle bir sistemimiz yok. Bizim Edirne’den dışarı çıkınca 2 fuar, 2 acenta dışında kendimizi göstereceğimiz alanlar daha yeni yeni oluşmaya başladı. Karşımızdaki 100 yıllık bir dağıtım ağı ve empoze edilmiş sinema kültürü. Köylerimize kadar girebiliyorlar. Ama biz giremiyoruz.Evrensellik algısına dahil olmak kolay bir buluş değil. Korku türü avantajlı bir tür. Aşka, mizaha bakış açımızı dünyaya çok kolay kabul ettiremeyebiliriz.  Ama korkunun evrensel bir durumu var. Bazı öğeler bize garip gelebilir. Mesela Uzakdoğu öğeleri gibi. Ama onların burada da kitlesi var. Bizim işlerimizin de onlarda karşılığı olduğunu filmi ulaştırınca çok net gördük. Bu tamamen dağıtım gücüyle alakalı bir şey. Ezcümle sorunun iyi film kötü film odaklı olduğunu düşünmüyorum.

 

“BİZİ, İZLEMEYENLER ELEŞTİRİYOR”

EDK:  Türkiye’de korku filmi deyince akla gelen 3 isim var. Hasan Karacadağ, Alper Metçi ve siz. Bu 3’lüden Hasan Karacadağ röportajlarında “Türkiye’de insanları zombiyle, vampirle korkutamazsınız. Türkler inanmadığı şeyden korkmazlar.” diyor ve daha çok tema olarak cin temasını kullanıyor. Siz Deccal filmiyle bu temadan uzaklaşmaya başladınız. Deccal 2’de iyice uzaklaşıyorsunuz. Türkler de Türk korku filmlerinden korkuyor; ama beğenmiyor. Siz bu bağlamda Hasan Karacadağ’ın bu sözlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

ÖB:  Az önce de söylediğim gibi bizim izleyicimiz bizden memnun. İzlemeyenler bizi eleştiriyorlar. Çok yerde söyledim bunu, “Seyirci halinden memnun.” dedim. Bizi eleştirenler çok başka beklentileri olanlar. Bizi çok ciddi Amerikan stüdyo gücüyle kıyaslayanlar. Kendi otokontrollerimiz bile bazen işi yaralıyor. Deccal’in ilk filminde Deccal’den bahsederken fenalaşan imam sahnesini atmak zorunda kalmıştım sonradan tepki alırız endişesi ile. Belki hiçbir şey olmazdı ama belli olmaz. Genellikle zaten izlemeden ön yargıları olanların bakış açısını değiştirmeye davet ediyorum. Her yerde cin lafını duymaktan kusacak noktaya gelmiş adam artık. Ona da bir şey diyemiyorsun ve hepsini bunlardan ibaret sanıyor. Can Evrenol, “Baskın” diye çok başarılı bir film yaptı. Dünyanın her yerinde gösterildi, bütün dergilerde kapak oldu. Entelektüel tayfa da hemen destekledi. Onların görmek istediği şeyi yaptı çünkü ama ülke sınırları içinde gerekli ilgiyi göremedi. İkisinin arasını tutturmayı hedef ediniyorum. Seyirciye yeni bir şey gösterirken oturmuş hafızasından faydalanma. Bu da emekliye emekliye olacak bir süreç. 2 bebek büyütüyorum sabrım var 🙂

Hasan Abi’nin söylediğine gelirsek, dönemi için çok doğru bir saptama. Biz de defalarca belirttik bunu.  Ama ben artık değişimin eşiğine geldik diye hissediyorum.

EDK:  Doydu mu seyirci?

ÖB:  Aslında doymadı. Doyulacak bir şey yok. Her zaman bir köşede durmalı bu tema. Çünkü hala Amerikalılar da, Avrupalılar da exorcism temalı filmler yapıyor. O, türün içinde bir tür. Bu tür bir yandan iyi yapılmaya devam etmeli. Ama yine bizim öğelerimizle harmanlayarak bir vampir hikayesi yapılabilir. Şimdi bunun üzerine bir taslak çalışmaya başladık. Anadolu vampir hikayeleri üzerine… Mitolojik alt yapısını da bulduk. Biz 1800’lerde Osmanlı köyünde yaşandığı iddia edilen bir vampir hikayesi deneyeceğiz. Böyle bir risk alırken Osmanlı’yı koyuyoruz içine. Vakanın önce bir cin vakası gibi zannedilmesi gibi ufak hileler yapıyoruz. Finalde bir vampire bağlayacağımız bir film denemek istiyoruz. Denemeden bilemeyeceğiz. Doğru yapılıp yapılmadığını anlamak lazım. Baskın bence doğru yapılmış denemeydi. Senaryoları beraber yazdığım Alper, “Gassal” diye bir şey denedi, başarılı olmadı. Ben “Helak”ta bir şey denedim, başarılı olmadı. Finalde sevildi; Hatta şu anda açıkara kendi izleyicimin favorisi ama seyirci nezdinde o anda tepki alamadı. O dönem aslında biraz geçiyor gibi. Bu kötü filmlerin tahribatı şerden hayır doğuracak gibi.

 

KORKU FİLMLERİNİN GELECEĞİ

EDK:  Dönemlere girmişken, bir dönem korku filmlerinde gençlerin başlarına gelen olaylar işlendi. Bir dönem şeytan teması işlendi. Şu an cin teması işleniyor. Siz “Vampirleri deneyeceğiz.” diyorsunuz. Bundan sonra korku sinemasında nasıl bir dönem bekliyorsunuz?

ÖB:  Dünya sinemasında alt türlerin hepsi birbirine geçmiş durumda. “Her” diye bir film yapıldı. Çok da beğenerek izledik. Filmin özüne baktığın zaman ütopik bir zaman diliminde, gelecekte geçiyor. Çok stilize bir iş. Filmin ortaya koyduğu farklılık bilim-kurgu anlamında, artık makinalarla yapay bir sesle aşk yaşayabilme durumu. Ortaya bu farklı ürünü koyduktan sonra geri kalan bütün alt yapısını binlerce kez izlediğimiz bir romantik komedi, aşk filmi matematiği üzerine kurgulanmış. Şimdi artık sinema böyle bir yere gidiyor. Biz de farklı ne yapabiliriz diye düşündük;

“Deccal 2”de çok ciddi dövüş sahnelerimiz var. Bir kıyamet alameti üzerinden gidiyoruz. Dünyanın üzerindeki değişiklikler üzerinden gidiyoruz. Göller çöl oluyor, artan depremler, açlık vs gibi insanların uzaktan uzağa korktuğu öğe üzerinden aksiyon filmlerinin belli akslarını yerleştirerek şeytan teması üzerinden gidiyoruz. Değişik bir şey yapmaya çalıştık. Çok da seyirci odaklı bir şeyler yapmaktan herkes sıkıldı. Seyircinin de elinden tutarak seyirciyi değiştirme çabası söz konusu. Hem onların istediklerinden hem bizim istediklerimizden bir harman yaparak böyle bir evrim yoluna gideceğiz. 1-2 sene içerisinde sonuçlarını göreceğiz.

EDK:  Sizin başarı kriteriniz kaç seyircidir?

ÖB:  Bunu rakam olarak söyleyemem. Ben devam edebiliyorsam yaptığımız iş başarılıdır demektir. Bunun bir karşılığı var demektir. Para koyan insanların mağdur olmadığı, seyircinin girip çıkarken mutsuz olmadığı anlamına gelir. “Ortalama bizizdir.” diye düşünüyorum. Bir filmin potansiyelinin Türkiye’de çok tutarlı saptaması yapılamaz. Ama sorsan herkes her şeyi bilir.

Biz “Deccal”i girdiğimiz gün çok büyük beklentimiz vardı. Reklam çalışması çok iyi yapıldı. Tarihi çok uygundu. Ama bizim girdiğimiz gün terör eylemi oldu. Bir anda bütün dengeler değişebiliyor. Buna rağmen yine başarılı buluyoruz kendimizi. (ha memlekette hiç bomba patlamasın biz simit satarız yine yaşarız orası ayrı konu) Ama diyoruz ki aslında daha da başarılı olacaktı.” Azazil”i girdiğimiz gün “Dabbe 5”in programsız araya dalması, 3 tane korku filminin bir araya gelmesi gibi beklenmedik şeyler de oluyor. Bu gibi yurt dışında olmayan; ama bizde bütün dengeleri değiştirecek şeyler gibi bazı tersliklere rağmen başarılı olma durumunu konuşuyoruz. Başarının sağlamasını yapabileceğimiz tek şey devam edilebilir olması. O ekip, o yapımcı, o yönetmen devam edebiliyorsa başarılıdır. O yüzden o anlamda Hasan ve Alper abinin istikrarı bence çok önemli hep çıtayı yükselterek gidiyorlar. Diğer kulvarı sürükleyen Can’ın da yeni filminin aynı rüzgarı devam ettirmesini diliyorum. Hem yapana hem izleyene pozitif geri dönüşleri olacaktır bu gidişatın.

 

KORKU FİLMİ SEYİRCİSİ ORTALAMASI NEDİR?

EDK:  Türkiye’de ortalama korku filmi seyircisi rakamları nedir?

ÖB:  Ortalaması 200 bindir. İstikrarlı olanlar bunlar. Bu rakamlara aldanıp film yapanları hesaba katamayız. Çünkü onun 2’inci, 3’üncü filmi yaptığını görmemiz lazım. Geçen sene 60-70 film yapıldı. Bu filmleri yapanlardan 3 kişi hayatına yine devam ediyor. Her sene böyle oluyor. Yeni 60-70 kişi daha geliyor. Ama her sene yine, 2. filmini yapan en fazla 3 ya da 4 kişi oluyor.  İş o kadar merdiven altına düşmüş durumda ki… Bir filmi stilize etmek için fotoğraf makinesiyle çekmek başka bir şey; o filmin doğasının kaldıramayacağı bir ölçekten dolayı, filme hakaret eder gibi o filmi fotoğraf makinesiyle çekmek başka bir şey. Ben de mesela belgesel niteliğinde bir iş yaptım. O filmin doğası onu gerektirdiği için ben de DSLR bir makineyle çalıştım. “Aman hemen bir film çekeyim de onu bir an evvel vizyona sokayım, ne de olsa sadece afişinden girerler.” diyerek elindeki fotoğraf makinesiyle sete koşmanın çok ağır bir cezası oluyor. Kendi psikolojisine de çok ciddi tahribat yaratıyor, maddi durumuna da sektöre de yara veriyor. Yani hiçbir şekilde hayırlı olmuyor. Sektörden olanların sektörden olmayanları kandırma malzemesine dönüştü korku türü. Adama evini sattırıp iki ev parası geri vericez deyip korku filmi çektiriyorlar. Genelde bunlar korku filmi setinde çalışmış ya makyöz ya ışıkçı arkadaşların bir anlık heyecanlarından doğuyor. İşin batağına saplanınca iş işten geçmiş oluyor. Hepsi pişman oluyor ama toparlaması imkansız bir noktaya gelinmiş oluyor.

 

YAŞANMIŞ GERÇEK BİR HİKAYE İDDİALARI GERÇEKÇİ Mİ?

EDK:  Türkiye’de özellikle son dönemde korku filmlerinde çok kullanılan bir tabir var. “Yaşanmış gerçek hikayeden alınmıştır.” Siz de “Azazil” filminizde “Salih Memişoğlu’nun yaşadığı olaylardan kurgulanmıştır.” diye isim de veriyorsunuz. Gerçekten bu olaylar yaşanıyor mu? Yoksa filmin izlenmesi için kullanılan bir pazarlama tekniği mi?

ÖB:  %99’u pazarlama için kullanıyor. Ama %1 de şöyle bir gerçeklik payından bahsedeyim: Bizden beklenti röportajlarda bu durumu güçlendirmek adına, “A tabii ki yaşandı.” dememiz. Ama seyirci eski seyirci değil. “Azazil”de filmin kendisinin bu olaya, son dakikaya kadar bir bakış açısı vardı. O dakikaya kadar senarist yönetmen  yönetmen bakış açısı vardı. Şunu dedik: “Bu olayların tamamı yaşayan kişi için gerçek, dışarıdan bakan kişi için tıbbi bir vakadır.” Son dakikada seyircinin beklentisi adına bir şov sahnesi yazıyorsunuz. Filmin son dakikaya kadar olan bakış açısı benim reel bakışım. Evet, insanlar bir şey yaşıyor. Bu onun için gerçek bir hikaye. Benim eşim zaman zaman benim evde olmadığım zamanlarda bir gölge gördüğünü söylüyordu. Bu onun için gerçek bir durum. Bu tip olaylar yaşayan insanları rahatlatmayan ilaçlar, tedavi yöntemlerinin sonunda bir şekilde bu alanda hizmet veren kişilere gözüktükten sonra rahatlamaları bir delilse -psikolojik olarak bile olsa- bu o kişi için gerçek bir hikayedir. “Gittim ve hoca beni kurtardı.” diyor. Bunun gibi vakalar da filmler de var. “Emily Rose” diye bir kadın yaşamış. O gerçek. Ama tıp buna “Şizofrenik bir vaka.” diyor. Ama kadın için öyle değil. Uzaylı dediğimiz bir olgu var. Ben bu söylemin ileride çok değerli olacağını düşünüyorum. Bir de cin dediğimiz bir şey var. Bir sürü de fantastik olay yaşadığını söyleyen ve bunu cinlere bağlayan insan var. Uzaylı derken farklı yaşam formlarından bahsediyorsak cin zannettiğimiz şey ileride uzaylı çıkabilir. Eğer bir gün reel bir şeye bağlanırsa bu uzaylı çıkabilir. Biz bunu “Ammar”da dile getirdik. O yüzden gerçek hikayeden alınmış ifadesi pazarlama tarafı ağırlıklı olsa da ayakları yere basan bir tarafı da var. Sadece çok fazla bilimi kötüleyerek iş yapmamaya özen gösterdim. Her zaman önceliğim bilim oldu. Korku unsurları vs. işin baharatı. Ama çok da fazla övmemek, çok da fazla bel bağlatmamak gerekiyor seyircide yanılgı yaratmamak için.

 

ÖZGÜR BAKAR KİMLERDEN ETKİLENDİ?

EDK:  Dünya sinemasında etkilendiğiniz isimler kimlerdir?

ÖB:  Korku sinemasında Türkiye’den etkilendiğim hiç kimse yok. Ama sinema yapış biçiminde etkilendiğim çok isim var. Çok çömezken Talip Karamahmutoğlu’yla çalışma fırsatı buldum. Tolga Örnek ile bir dönem çalışma fırsatım oldu. İş yapış şekillerinde etkilenmiş çok şey öğrenmişimdir. Biçim olarak Türkiye’den etkilendiğim kimse yok. Yurt dışından isimler var. Ben biraz eski kafalıyım, çok klasikçiyim. Alfred Hitchcock, John Carpenter, Tobe Hooper var. Bazen de başka türlerin bakış açılarını kültürüme katmak için mesela Tarkovski, Ken Loach, izlemeyi severim.  İşini iyi yapan yönetmenler ortada. David Fincher’ı mesela çok çok beğenirim. Danny Boyle’u çok beğenirim. Arrival’ın yönetmenini yeni keşfettim. Takibe alacağım.

EDK:  Korku filmlerinin hazırlık süreçlerini de konuşalım istiyorum. Bir hikaye duyup üzerine kurgu mu yapıyorsunuz? Yoksa şehir şehir gezip hikayeler dinleyip bunları araştırıp mı ilerliyorsunuz?

ÖB:  Hazırlık süreciyle hikayeyi yazma süreci birbirinden farklı şeyler. Biri çok teknik bir aşama. Bu teknik aşamaya hazırlık süreci benim mütevazi olamayacağım tek konudur. İnanılmaz ter döküyorum. Çok fazla film yapıyoruz. Bu kadar hızlı ve sık çalışırken hata yapmamak, sinema sanatının genel hatlarını tutturmak adına çok iyi hazırlanmanız gerekiyor. Benim ön hazırlık dosyam külliyat boyutuna geliyor. Sette hiçbir şeyi şansa bırakmıyorum. Her şeyin önden bitmiş olmasını seviyorum. Filmin masada bitip, bizim sadece kayıt tuşuna basmamızı istiyorum. Benimle çalışan insanlar da bunu çok iyi bilir zaten. Herkes benimle beraber filmi önceden çekmiş olur. O yüzden işin teknik tarafına endüstriyel kafayla bakıyorum. Hikaye kısmına Alper’le kafa yoruyoruz. Genelde aynı kaynaklardan besleniyoruz. Özellikle kitap ve izlediğimiz yayınlar konusunda. “Deccal 2”nin finalinde bir tirad yazdık. Baktığınızda çok sosyalist bir tirat gibi duruyor. Ama bizim “Deccal”i anlayışımızın vücut bulduğu haldi o. Bizim beslendiğimiz kaynakların bize kazandırdığı dünya görüşünden kaynaklanan bir durumdu bu. Oraya yansıdı. Filmin bütününü oluştururken de yansıdı. Biz “Deccal”i bir kıyamet alameti olarak işledik; ama şu anda yaşadığımız bütün sorunların bir yere toplanmış bir bebek üzerinden bakıldığı hale getirmek için yola çıktık. Bir bebek üzerinden metaforize edip bütün insanlığın yaşadığı her şeyi dile getirdik, bebek bahaneydi. O yüzden “Deccal”de olduğu gibi genelde, etkilendiğimiz yazarlar, belgeseller vs. önemli oluyor. Bir araya geliyoruz. Bazen takıldığımız ve üzerinde anlaşamadığımız bir konudan bizim girdiğimiz çatışmaya seyirci de girer ümidiyle bir çatışma yaratıp hikaye kurgulamaya çalışıyoruz. Mesela “Azazil”de de bilimsel bakış açısıyla şu anda açıklayamadığımız şeylerin var olma ihtimali ve burada bir süper kahraman gibi bu işleri çözen bir adam üzerinden filmin sonuna kadar çatışmayla kuvvetlendirerek bir hikaye oluşturduk. Yani Akın karakteri gözlerinin önünde olan paranormal olayları izleyicinin bilim vicdanı olarak konumlandırıldı. “Deccal”de mesela biz bütün bu kötülüğü oluşturan bir şey, bir üstakıl olduğunu düşünüyoruz. “Biz bunu nasıl anlatırız?” yoluna gittik. Bunu bizim toplumda net olmasa bile genel olarak dini bakış açısında yeri olduğunu fark ettik. Hem orada hem bizim hayat görüşümüzde olan bir şey. Bunu oturup tartışmaya başladık ve bir bebek üzerinden kurguladık. “Helak”ta benim kendi başıma kalıp, cin filmi yapmak istemediğimi düşündüğümde, herkesin ortak korkularından yola çıkarak ölüm korkusu üzerine gitmek istedim. Elimizdeki verileri topladım. İnsanlar neye inanıyor? Her şeye bakıp bir matematiğin üstüne oturtma çalışması oluyor ondan sonrasında. Artık izleyicinin empati kuracağı bir karakter koymak, bir olay örgüsü yaratmak gibi detaylar kalıyor. Genel olarak hepsinin ayrı ayrı yola çıkma hikayeleri var. Yola çıkma şeklimiz genelde tartışarak oluyor.

 

KORKUYOR MU?

EDK:  Halk içinde 3 harflilerle çok uğraşanlara “3 harfliler gelir.” denir. Araştırma sürecini çok yoğun geçiriyorsunuz. Peki bu kadar araştırmalardan sonra korkmuyor musunuz?

ÖB:  Yok, korkmuyorum. Bu kadar film yapmışım, başıma şu ana kadar bir şey gelmedi. Geleceğine de inanmıyorum. Bu korkuyu büyütmek gibi bir niyetim yok benim. İnsanlar filmden çıktıktan sonra tuvalete gidemesin diye filmler yapılıyor. Ben o heyecanı salonda yaşayıp salonda bıraksınlar istiyorum. En son “Lion”u izledim. Filmi izlerken gerçekten çok üzüldük. Bizim de çocuğumuz var. Ben film boyunca eve gidip çocuğuma sarılmak istedim. Finalde de sevinçten ağladık. Bize bütün duyguları yaşattı film. Türkiye’de yapılmaması için hiçbir sebep olmayan, çok düzgün, Oscar adayı bir filmdi.

EDK: “ Ammar” filminizin başında kabus gören karakter bir anda sıçrayarak uyanıyor o sırada ezan okunuyor. Halk içinde ezan okununca sıkıntılar biter şeklinde bir inanış da var. Siz anladığım kadarıyla Anadolu’daki halkın inanışlarından da etkileniyorsunuz.

ÖB:  % 100 tabii ki. Bilimsel taraf bizim senaryoyu köpürtmemize yarıyor. Üretilenlerin tamamı aslında bu söylediğin şeye dayanarak üretiliyor. Bizim filmlerdeki farklılığımız o. Mutlaka bunun karşıtı bir karakterle yola devam etmeyi seviyoruz. Salonda her tipten insan oluyor. Film sadece o sırada salonda film izleyenler için yapılmıyor. 30 sene sonra da izlenebilir. Sinema sonsuzluğa bırakılan bir eser. O yüzden filmdeki konuyu her bakış açısıyla ele alıyoruz. Mesela ezan sesi gibi olaylar bana sinemanın içinde çeşitlilik katıyor. Ezan sesi çok güzel geliyor kulağa. Büyü malzemeleri mesela çok renkli. Yabancı sinemacının da elinde olsa bu denli yoğun kullanır. Sabunlar, dikiş malzemeleri, kemikler, kurutulmuş etler vs. Doku olarak sinemaya çok uygun.

 

OYUNCU SEÇERKEN KRİTERLERİ NELER?

EDK:  Oyuncu seçimlerindeki kriterleriniz neler?

ÖB:  Oyuncuda kusur arıyorum. Bir kadın oyuncu seçeceğim zaman taş bebek gibi birinin sinemaya yakıştığını düşünmüyorum. Daha böyle hatları kusurlu insanlar arıyorum. Kusur derken bunu kötü anlamda söylemiyorum. Daha asimetrik. Bu komedi için de geçerli. Manken esprisi yapmıyorsam, daha sıradan güzelleri seçerim.

EDK:  Filmlerinizde kimleri oynatmak istersiniz?

ÖB:  Ben çok büyük castlarla çok büyük bir korku filmi yapmak isterdim. Şener Şen’in oynadığı bir korku filmi neden olmasın? “Şeytanın Avukatı” tarzı bir şey yapsak, biz de kendi Al Pacino’muzu çıkartsak… Hem sistem eleştirisi biçiminde olan hem de görsel olarak çok üst düzey bir film yapıyor olsak… Şener Şen neden oynamasın? Demet Akbağ neden oynamasın? Ben bunların yakın zamanda mümkün olacağını düşünüyorum.

EDK:  Türkiye’nin dünya sinemasındaki yerini de konuşalım. Özellikle de korku türünde Oscarlık bir film çıkartamamanın nedeni sadece ekonomik midir? Yoksa senaryo anlamında mı yetersizdir Türk sineması?

ÖB:  Kültürel olarak bir erozyon halinde olduğumuzu düşünüyorum. Sistemli olarak önce Menderes, Özal döneminden beri eğitim üzerinde yapılan tahribatın bu sonuçları doğurduğunu düşünüyorum. 80’den önce çok yerli filmler üretilmiş. 80’den sonra sistemli olarak eğitim ideolojisinin değişmesiyle gelinen bir nokta var. Bir an evvel bu anlamda bir yapılandırma yapılmalı. Biz belki çok erken yaşta dünya klasikleriyle tanışsak, enstrüman çalmaya çalışsak farklı olabilirdi. Bu anlamda yakın dönemde yapılan en önemli çalışma Köy Enstitüleri’ydi. Devam ediyor olsaydı çok farklı, oturmuş, her alanda ülkemizin akla geleceği bir dil oluşturulabilirdi. Şu an çok geç kalınmış durumda. Ben de arayış içindeyim. Benim bir dönem üstteki ustalarım için de aynı şey söz konusu. Daha eski ustalar için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Onlar aramışlar, belli bir şey bulmuşlar. Yavuz Turgul, Lütfü Akad, Metin Erksan şu anda ilk aklıma gelenler. Ben Atıf Yılmaz’ın bu arayış esnasında söylediği bir şeyi biliyorum. Minyatür kütürümüz var Minyatür’ün bakış açısını ben sinemaya oturtabilir miyim diye 2 boyutlu çalışmalar yapıyor çekimlerinde. Bu arayış bile çok değerli. Şu anda böyle bir şey yok. Biz de kendi içimizde iyi niyetli çalışmalar yapıyoruz; ama genel bir çözüm bulunması gerekiyor. Bu da sil baştan bir eğitim politikasıyla olur. İdeolojiden arındırılmış kültür sanat ve bilim merkezli… Korku filminde nasıl popüler durumdan faydalanmaya çalışan kitle bizi nasıl tahrip ediyorsa, Nuri Bilge Ceylan tarzında filmler çekmeye çalışan, sadece festival izleyicisine odaklanan, yaptıklarına kendilerinin bile inanmadığı bir sürü film üretiliyor. Bizim yaşadıklarımızın aynısı orada da yaşanıyor. Bu üstünde çalışılırsa 15-20 yıllık bir süreç. Hindistan sinemasının yaptığı şeyi yapamıyoruz. Size Hint filmi deyince aklınıza birçok görüntü gelir. Renkleriyle, kıyafetleriyle, diliyle vs. Seversin sevmezsin. Dünyanın hiçbir yerinde Türk sineması dediğiniz zaman kimsenin aklına bir şey gelmiyor. İsimler geliyor. Ben Fenerbahçeliyim. 2000’lerin başında yurt dışına çıktığım zaman “Galatasaray” diyorlardı. Onun gibi bir şey, şimdi Türk sineması dediğiniz zaman Nuri Bilge Ceylan geliyor. Bu bireysel bir başarı. Geneli etkilemiyor, değiştirmiyor.

 

YEŞİLÇAM SİNEMASI

EDK:  Yeşilçam 100 yaşını geçti. Hababam Sınıfı, Gülen Gözler, Bizim Aile gibi filmler defalarca kez izlememize rağmen, yine olsa yine izleyeceğimiz filmler. Bugün bunu üretmek çok mu zor? Şu anda bir kez izlediğimiz filmi genelde bir daha izlemeyi tercih etmiyoruz.

ÖB:  Arada o tada yakın bir şey çıktığı zaman yine aynı oranda izleniyor. Mesela “Vizontele”, “Gora” için bunu söyleyebiliriz. Bizim “Deccal”de söylediğimiz üst akılın insan ilişkilerini getirdiği noktanın da payı var. Şu anda inandırıcı gelmiyor. Bugün “öyleymiş gibi davranmak” seyirciye geçmiyor. Mesela Emel Sayın, Metin Akpınar, Tarık Akan ve Münir Özkul’un oynadığı bir film vardı. “Yalancı Yarim”. Orada bir pazar yeri vardır. Herkes birbirine yardım eder, muazzam ortam Orada olmak için delirirsin. Filmin sonunda zengin alt edilir filan. Ama şimdi herkes zengin olmak istiyor. Diziler zengin jön pazarlamaktan başka bir şey vadetmiyor. O yüzden aynı şeyi söylüyorum, izleyicinin hayata bakışı değişmeden nitelikli ürünler tercih edilmez. Herkes Recep İvedik’i tokatlamaya çalışıyor. Tek suçu çok izlenmek. Adam kafamıza silah mı dayıyor?

EDK:  “Geçen sene 60-70 tane korku filmi üretildi.” dediniz. Siz bu çıkan korku filmlerinin hepsini izliyor musunuz?

ÖB:  Fragmanına göre karar veriyorum. Önyargılı kesinlikle olamam. Taklit olan kendi tarzını koymayan hiçbirine katlanamıyorum. Özür dilerim. Aynı  Seyirci ayrımı yapıyor. Bunu matematiksel olarak da görebiliyorsunuz.

EDK:  Türkiye’deki sinema eğitimini yeterli görüyor musunuz?

ÖB:  Ben sinema eğitimi almadım. Zaman zaman misafir hoca olarak, özel kurumlarda ders vermek için bir yerlere gidiyorum. Sinema eğitiminde dünya düzeyinden çok farklı olduğunu düşünmüyorum. Öğrencinin bakış açısında sıkıntı var. Sıkıntı kimsenin sektör insanı olmak istememesinde. Herkes yönetmen olmak istiyor. Sen de yönetmen olmuşsun diyeceksiniz. Sorun şu insan hikaye anlatma isteğinin fıtratıyla doğar. Kamera bunun aracı. Ben kendimin farkında olduğumdan beri yani yaklaşık 20 yıldır hep başı ortası sonu olan bir şeyler üretmeye çalıştım. Bu yeri geldi düz yazı oldu, yeri geldi karikatür hikayeler oldu, yeri geldi tiyatro oyunu oldu, o süreç sizi en son derli toplu bi alana getirip bırakıyor. O yüzden eğitimde değil, öğrencilerin bakış açısında sorun var. Yoksa teknik ve kuramlsa sinema eğitimin dkümanlarının tamamı hem görsel hem yazılı internette mevcut. Sorun Kimse “Ben iyi ışıkçı, iyi sesçi olacağım.” diyerek yola çıkmaması. Daha disiplinli eğitim almak adına okulun katkısı var. Ben öneriyorum.

EDK:  “Supernatural”, “The Walking Dead” gibi korku dizilerin Türkiye’de başarılı örnekleri çok olmadı. Hatta bir dönem Supernatural Türkçe’ye çevrilecek denildiğinde sosyal medyada çok fazla tepki çekti. Bunu neye bağlıyorsunuz?

ÖB:  Daha önce de söylediğim gibi bizi eleştirenler daha “A sınıfı” ve ağzımızla kuş da tutsak bizi izlemeyecek. Adam onu izlemek istiyor ve o ayarda bir şey çıkmayacağını düşünerek “Sen yapma.” diyor. Ama sosyal medyada diğer konularda çok fazla A sınıfının sesi çıksa da genel de C sınıfının sözü geçiyor. (bu ayrımlar tiksindiri duruyor ama sektörel tanımlamalar yanlış anlaşılmasın lütfen) Bu gerçeği ülkemizde de yaşıyoruz. Normalde %10’u falan temsil eden bir tepki o tepkiler. 2-3 tane tırnak içinde entelin lafına bakıp bu işlerden kimse vazgeçmiyor zaten. Daha önce de yapıldı. Çağan Irmak, “Kabuslar Evi” diye bir şey yaptı. Döndürüp döndürüp yayınlıyorlar. İlk yayınlandığı dönemde çok izlendi. Bunlar ve biz kurbanlar olacağız. Bizden sonraki nesiller rahat edecek. Ama bir yerden başlamalı. Mesela “Masum” bu anlamda bir örnek. Şu anda biz zorlanıyoruz; ama 3 sene sonra başkaları rahat edecek.

EDK:  Son olarak eklemek istedikleriniz var mıdır?

ÖB:  Ortada çok şermiş gibi duran, hepimizin eleştirdiği ve korktuğu sinemanın gidiş yönü var. Ben bunun içinden bir hayır doğacağına inananlardanım. İnşallah o güzel şeyin içinde oluruz biz de. O yüzden çok enseyi karartmayalım.

“TFF, UEFA Zorladığı İçin Kadın Ligi Kuruyor”

0

Futbol dendiğinde hemen hemen her erkeğin aklına, bunun erkekler tarafından yapılan bir spor olduğu geliyor. Kadın cephesinde ise “Erkekler futboldan ne anlıyor?” gibi bir düşünceyle futboldan uzak duranlar da mevcut. Tüm bu olumsuz önyargılara karşın futbolu sadece kendilerine ait görmeyen erkekler; sporun erkeği-kadını olmayacağını düşünen kadınlar da mevcut. İşte bu düşünce ile yola çıkmış kadınlardan biri de Nurcan Çelik. Türkiye’de kadın futbolu dendiğinde akla ilk gelen isimlerden biri olan Çelik, 2 kez kanseri yenmesini sağlayan azmi ile futbol camiasındaki tüm zorluklarla da “kadın başına” mücadele ediyor. Çelik ile Türk kadın futboluna öncülük eden takımlardan biri olan Akdeniz NurçelikSpor’u, Türkiye’de kadın futbolunun durumunu ve kadın futbolcu olmanın zorluklarını konuştuk. “Erkek Dünyasına Kadın Adımları” röportaj dizimiz kapsamında, topluma egemen olan “erkek sporu” algısını kırarak tüm güzellikleri ile sahalarda arz-ı endam eden kadınlardan Nurcan Çelik ile gerçekleştirdiğimiz röportajımız sizlerle…

Röportaj: Sinem Hançerigüzel – Enis Derdimentoğlu

SİNEM HANÇERİGÜZEL (SH): Erkek egemen bir spor dalı ve aynı zamanda bir meslek dalında, bir kadın olarak futbol oynamak sizin için ne ifade ediyor?

NURCAN ÇELİK (NÇ): Bence ülkemizde futbol her ne kadar erkek oyunu olarak kabul görsede bence kadına da bir o kadar yakışan bir spor ve sporun kadını erkeği olmaz. Bu ülkede bu sporu yapmaya çalıştığım için kendimi çok şanssız hissediyorum. Çünkü severek yaptığım bir spor dalı. Basketbol, voleybol ve tenis de oynamayı çok severim; fakat oynarken en keyif aldığım spor futboldur. Bunun yanında bu ülkede kadın olarak bu sporu yapmanın zor olduğunu düşünüyorum. Fakat ilerleyen zamanlarda, bugün oynayan sporcular, futbol adına o elitliği yakaladığı zaman, en azından Avrupa ile aynı seviyeye gelebildiği zaman eminim kadın futbolculara bir kazanç kapısı olacaktır. Hatta belki kadın futbolu erkek futbolunun önüne bile geçebilir.

“KADIN FUTBOLUNDA GÜÇLÜ BİR ALTYAPI YOK

SH: Kadın futbolu ve erkek futbolu arasında farklar var mı peki?

NÇ: Estetik olarak fark yok, sadece güç olarak fark var. Erkeğin anatomik yapısı ve kadının anatomik yapısı bir olmadığı için belli oranda bir güç farkı var. Burada kadın futbolunda iyi bir altyapı da yok, gerçi erkeklerde bile yok. Dışarıdan oyuncu getiriyoruz, yerli oyuncu da onun kalitesini yakalamaya çalışıyor, aynı bizim Avrupa Futbolunu yakalamaya çalıştığımız gibi. Ancak kadın futbolunda da güçlü bir altyapı yok. Dolayısı ile gelişimi zor bir alan. Tabii bunun için büyük, köklü kulüplerin kadın branşını açması gerekiyor. Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş vb. kulüplere Türkiye Futbol Federasyonunun yaptırım uygulatması gerekiyor. Örneğin; benim bir kadın futbol kulübüm var. Futbolcu benim, yönetici benim, başkan benim, antrenör benim, malzemeci benim. Ben tek başıma bir kulübü yürütebiliyorsam, büyük kulüpler de rahatlıkla kadın futbolunu bünyelerinde barındırabilir.

“KADIN FUTBOLUNUN GELİŞMESİNE KURUMSAL FİRMALARIN DESTEK VERMELERİ GEREK.”

SH: Hem bütçe hem sponsor olarak kadın futbolunun erkek futbolu kadar destek almadığını görüyoruz. Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz?

NÇ: Kesinlikle destek almıyor. Yani Türkiye’de kadın futbolu sadece bulunsun diye var. “İşte kadınlar ligimiz var.” denilebilsin diye ya da UEFA bunu zorladığı için TFF böyle bir lig kuruyor, bu şekilde düşünün. 1.Lig’de mücadele eden takımlar şampiyon olduğu takdirde Şampiyonlar Ligi’ne gidiyor ve ülkeyi temsil ediyor. Ancak TFF’nin kadınlar 1.Lig’inde şampiyon olan takıma verdiği para 30 bin TL, çok komik değil mi? Benim takımım 2.Lig’de mücadele ediyor ve ben yılda 40 bin TL harcıyorum ki o da ıvıra zıvıra giden para. Kadın futbolunun bir ayrıcalığı yok, transfer ücretleri amatör erkek futbolu ile aynı. Biz de bunun için sürekli bir yerlere ödeme yapıyoruz. TFF’nin bize tek bir katkısı var; deplasman giderlerini karşılıyor (Yol ve konaklama). Tamam, çok güzel. Üstüne şampiyon da oldum; ama büyük bir kazancım yok. E transfer yapacağım, oyuncu benden 10 bin TL istiyor. Benim yıllık gelirim 30 bin TL, e yine bana bir getirisi yok. Bunun için kadın futbolunun gelişmesine kurumsal firmaların ciddi anlamda destek vermeleri gerekiyor. Bu destek, sosyal sorumluluk projesi adı altında da yürütebilir. Futbol oynayan sporcuların tamamını öğrenciler kapsıyor, bu sporculara burs sağlayamayacak hiçbir kurumsal firma olamaz. Bu firmalar sporcu öğrencilere burs vererek bile gerekli desteği verebilirler. Buna bir örnek olarak Amerika’da kadın futbolunun gelişimi üniversiteler çok pahalı olduğundan kulüpler, sporcu öğrencilere eğitime katkı burs sağladıkları için aileler küçük kız çocuklarını futbola yönlendiriyor.

“TÜRKİYE FUTBOL FEDERASYONU BİR YAPTIRIM UYGULAMALI”

SH: Peki burada Türkiye Futbol Federasyonu’na ne gibi görevler düşüyor?

NÇ: Mesela Galatasaray’ın bir altyapısı vardı, kapandı. Yani Galatasaray Kulübü kadın takımının altyapısını neden kapatır? Bir gerekçe söyler misiniz? Öyle aman aman gideri olacak bir yapı da değil. Gerekçe, saha ve antrenör bulunamaması. Ben tek başıma burada bir takım için saha bulabiliyorum, bir takımı yürütebiliyorum; ama koskoca kulüp; gücü, tarihi ve çevresi olan bir kulübün kadın futboluna vakit ayırmak istemediği için kadın futbol branşını kapatmış olması çok acı. Bu noktada Türkiye Futbol Federasyonu bir yaptırım uygulayıp bunu zorunlu kılarsa tüm kulüpler bunu yapmak zorunda kalacaktır. Yani UEFA nasıl tüm ülkelere -örnek veriyorum- “Kadın milli takımı bulunduracaksınız.” diyor, bizim ülke de hemen kuruyor. Ama bakın bir başarımız var mı? Hiç duydunuz mu? 1993 yılından beri, kurulduğundan beri faal olarak futbolun içerisindeyim ben, bir başarımızı görmedim ki 1993-2008 yılları arasında yıllarca milli takım forması giydim. Neden bir başarımız yok? Çünkü iyi bir altyapımız yoktu, onlar kadar antrenman sayımız yoktu. Bunun için bize ayrılan bir tesisimiz yoktu. Çünkü bize sunulan imkan bu kadardı. Ben Almanya’ya gittim, Wolfsburg’a transfer oldum. Zannettim ki 3.Lig erkek takımına transfer oldum. Benim %100’üm koşarken, onların %30’u ısınma turu gibi. Nefes nefese kalırdım ve onlara yetişemezdim. Antrenör, zavallı adam, ben onlara idmanda rezil olmayayım diye bana, idmana hazırlık idmanı yaptırırdı. Utanca bak ve ben Türk milli takım sporcusuyum. Federasyonun bir kere kulüpleri desteklemesi gerek, özellikle ekonomik anlamda. Bir havuz planlaması gerekir, altyapı için bir bütçe ayrılmalı, nasıl erkek futbol takımlarına altyapı, şampiyonluk ödülü için bir bütçe ayrıldıysa. Bugün Bölgesel Amatör Ligi’nden (BAL Ligi) çıkan bir takıma bile 600 bin TL gibi rakamlar veriliyor. 600 bin TL’yi kadın takımlara bölseler, onlar da altyapı için bütçe ayırsa, iyi olmaz mı? Şimdi siz bir kadınsınız, futbola başlamak istiyorsunuz, bana geldiniz ve bende 5 yıl oynadınız. E artık bir seviyeye geldiniz, emeğinizin karşılığı olarak para istiyorsunuz. E peki nereden ve nasıl para verebileceğim ben? Bunun için de hobi olarak yapıyorsun. Ben sporcularıma futbol oynamak istiyorsam ya “Eğitimine katkı sağlamak için ya da hobi olarak yap.” diye önceden bilgilendiriyorum; çünkü ülkemizde kadın futbolu henüz profesyonel değil.

Sadece şöyle bir avantajı var: Beden Eğitimi Spor Yüksek Okulu (BESYO) okumak istediniz ve milli takımdasınız, devletten 1300 lira gibi bir burs alıyorsunuz. Ama oynayan herkes mi milli olacak? Hayır. İşte burada çok çalışan, azmeden, yeteneğine güvenen için tek bir avantaj var. “Böyle kendini kurtaran kaç sporcu var?” diye soracak olursanız, çok sporcu var. Yani şu an düz lisede okuyan bir çocuk düşünün, lisede 11 zayıfla geçmiş, üniversiteyi düşünüyor “Ne yapsam?” diye. BESYO’nun puanları zaten düşük, bunun üstüne millilik puanı da ekleniyor ve sıradan bir öğrenci gibi KPSS’ye girip sıra da beklemiyor, direkt atanıyor. Bu iyi bir sporcu olduğunuzdan. Ama her sporcu böyle mi olacak? Hayır. Zeki olan, kafasını kullanan kazanacak. Zevk için yapıyorsan o ayrı.

 

“ÖNCELİKLE TÜRKİYE’DEKİ EĞİTİM SİSTEMİ DEĞİŞMELİ”

ENİS DERDİMENTOĞLU (ED): Ülkemizde kadın futboluna karşı aslında büyük bir sempati var., merak ediliyor. Ancak daha güçsüz, daha az estetik ya da daha az dinamik olduğu konusunda bir önyargı var. Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz?

NÇ: Şurada bir erkek futbolu oynansa siz dönüp bakar, sonra geçip gidersiniz. Ancak biz burada idman yapalım, dönüp bakar, sonra bir daha bakar, sonra da oturup izlersiniz. Daha az dinamik olması konusunda ise dediğim yere çıkıyoruz: Beslenmiyoruz. Çocuğun gelişmesi için beslenmesi lazım. Bu önyargıyı kırmanın en etkili yolu bu. Siz idmana geleceksiniz, okuldan çıkmışsınız ve açsınız, düşünün. Zaten Türkiye’deki eğitim sistemi de spor yapmaya çok büyük engel. Bu acı bir gerçek. Türkiye’deki eğitim sistemi değişmeli ki kadın futbolu hatta erkek futbolu gelişsin. Şimdi şöyle bir düşünün: Biz saat 3’te idman yapacağız; çünkü ancak o saatte stat boş. Akşam saatlerinde erkek takımlar idman yapıyor; çünkü öncelik onlarda. Bize saha ancak ya akşam 9.30’da kalıyor ki çok geç bir saat ya da saat 3-5 arası kalıyor. Ona da çalışan mı gelebilir, okuyan mı? Hiç kimse gelemez. Maçtan maça mı sahaya çıksın kızlar? E o zaman da bir hedefim olmaz. O yüzden akşam geç saatlerde yapıyoruz. Burada öncelik erkeklerde; çünkü orada bir getiri var. Yani nereye parmak basarsan bas, hep gereken maddiyat.

 

“TÜRK MİLLİ KADIN FUTBOL TAKIMI’NA BAKIN, ÇOĞU ALMANYA’DAN GELMİŞ”

SH: Peki bu önyargıları kırmak için ne yapmak gerekir?

NÇ: Güçlü olmak gerek tabii ki. Benim ekonomik gücüm olsa, altyapım, tesisim olsa, tam takım bir ekibim; aşçım, fizyoterapistim, psikoloğum, antrenörüm olsa, ben kadın futbolunda örnek bir takım kursam, bize itaat etmeyecek bir önyargı yok. Bizim sürekli davet ettiğimiz halde gelmeyen Küçükçekmece Belediye Başkanı’mız buradan ayrılmak istemez. Biz örnek olduktan sonra bizi gören herkes kadın futbol takımı kurmak ister. Çünkü benim rekabet ettiğim tek yer Şampiyonlar Ligi olur, sürekli orada olur, gelişir ve belki Şampiyonlar Ligi Şampiyonu olurum. Avrupa bu işte çok başarılı; çünkü kurulu bir sistem var. ABD’de de öyle, Almanya’da da öyle. Bizim öyle bir düzenimiz yok, ülkece kurulu bir düzenimiz yok. Örneğin; Türkiye’de gece 3’te sokağa çık, açık restoran bulursun, ülke olarak 24 saat açığız. Git, bak bakalım Almanya’da öyle açık bir yer bulabilecek misin? Akşam 5’ten sonra her yer kapanıyor. Açık tutamazsın, ülkece tüm kepenkleri kapatıyor. Saat 7’de de herkes idmanda, tüm ışıklar aynı anda açılıyor herkes oynamaya başlıyor. Şimdi onlar bu düzenle başarılı olmasın da ben mi burada rastgele başarılı olayım? Ben bunlarla nasıl yarışacağım? Sadece kadın futbolu olarak düşünmeyin, erkek futbolu da yarışamaz. Biz neden sürekli oradan futbolcu alıyoruz? Türk Milli Kadın Futbol Takımı’na bakın, çoğu Almanya’dan gelmiş. 7-8 oyuncum Almanya’dan gelmiş. Ben neden burada yetiştiremiyorum? Yeterli tesis alanı yok. Her yerde alışveriş merkezleri, binalar, gökdelenler… Nerede idman yapacağım ben? Şu an oynadığımız sahada, inanın tam saha idman yapılamıyor. Saha ikiye bölünüyor, iki takım yarı sahalarda idman yapıyor, her bir saatte bir başka takımlar geliyor. Sabah 9’dan akşam 11’e kadar 43 takım gelip gidiyor tek bir sahaya. Bakış açısı çok önemli, biz olaya biraz cahil kalıyoruz. Ülkede çok az okuyan adam var. Okumuyoruz, duyduklarımızla yetiniyoruz, “Arkadaşım söylüyorsa doğrudur.” deyip geçiyoruz. Kimse açıp bakmıyor ne doğru, ne yanlış, bilgi sahibi olmuyoruz. “Annem babam bana bunu öğretmiş.” deyip bırakıyoruz. İşte cahillik buradan geliyor. Mesela çok yetenekli bir kız, belki milli takım seviyesinde olacak kadar iyi bir sporcu, ancak annesi tutturmuş “Ben kızımı kapatacağım.” Yok, ikna edemiyoruz kadını. “Daha iyi okullara gönderelim, geleceği parlak olsun.” diyoruz, “Yok, kızım benim dizimin dibinde olsun.” diyor. “Dizimin dibi” diye diye bir sporcuyu yaktık. Dışarıdan okuyormuş, kitapları da annesi almış, eve getirmiş. Anneye bak, ne kadar cahillik! Aileyi de eğitmek lazım, o nesille bu nesil arasında uçurum var uçurum. Çocuk bile yavaş yavaş ailesine benzemeye başladı. Atsan atamazsın, satsan satamazsın. Sen çocuğu tam okuma döneminde okuldan alırsan, çocuk kopar bizden. “Yeteneklisin, çok iyi yerlere gelirsin.” desek de kaybettik, kafadan koptu çocuk. Ben iki tane kanser atlattım bu dönemde, belki şu an bu kadar fit kalmamın nedenidir, ben de öyle bir ailenin çocuğu olsaydım ya da spor yapmasaydım böyle kalamazdım. Psikolojim tamamen alt üst olmuştu; ruhen de fiziken de alt üst olmuştu. Spor yapmasaydım toparlayamazdım. Spor önce sağlık için yapılır, sonra kendine bir hedef koyarsın, zevk için ya da para için yapılır. Ama önce sağlık için yapılır. Terapi için bile yapılır, günün stresini bir koşarak atabilirsin. Bundan daha güzel bir şey var mı?

 

“BAZI AİLELERDE ‘BENİM ÇOCUĞUM TOPÇU OLMASIN’ CEHALETİ VAR.”

SH: Yani “Kadın futboluna ilginin artması için önce kültürel bir gelişim olmalı.” diyebilir miyiz?

NÇ: Kesinlikle. Ben çocuğuma bırakıyorum, hangi branşta yetenekliyse o konuda desteklerim. Şöyle de bir cehalet var: “Benim çocuğum topçu olmasın, okusun istiyorum.” diyor. Bu bana komik geliyor. Onun dışındakiler okumuyor sanki bu sporu yaparken. Bunlar birbiriyle ne alaka? Şimdi çocuk okuldan geldi, sonra dışarıda hiç vakit geçirmiyor mu? Arkadaşlarıyla, bilgisayarda orada ya da burada dolaşmıyor mu? Çocuğunun da böyle bir yeteneği var, senin onu her konuda desteklemen lazım. Bu konuda çocuktan önce aileleri eğitmek, bilinçlendirmek gerekiyor. “Çocuğum bunu yapıyor. Neden? Niçin? Nasıl? Yapıyor; ama bize dönüşümü nasıl olacak?” diye sormak gerekir. Okumayacak mı? Avukat, doktor mühendis olmayacak mı? Tabii ki okuyacak. Wolfsburg’da farklı farklı mesleklere sahip birçok sporcu vardı. Biri diş teknisyeni, biri sigortacı, biri kuaför, farklı alanda birçok sporcu vardı. Ben orada BESYO okuyan görmedim. Bu sadece bize mahsus bir şey; çünkü aileleri ancak böyle ikna edebiliyoruz. Oradaki sporcu donanımlı bir kere. İngilizce biliyor, Almanca zaten ana dili, bir de ek olarak Fransızca alıyor diyelim. Bizde Almanya’dan gelen oyuncular dışında kaç oyuncumuz yabancı dil konuşabiliyor? Biz her şeye kapalıyız. Bir yerden başlamak gerekir, evet; ama biz nereden başlayacağız? “Bak şöyle yaparsan daha iyi olur.”, “Böyle yaparsan daha iyi olur.” demek lazım. Biz çocuğa söylüyoruz, o da ailesine baskı yapıyor, sonra evde sorunlar yaşanıyor, çocuk burada mutsuz bir ortamda mutsuz bir şekilde spor yapmaya çalışıyor. Ben hem çocuğu motive edeceğim hem spor yaptıracağım hem de besleyeceğim. Çünkü kimi aileler “Oraya gitmeni istemiyorum.” dedikten sonra yol parasını, yemek parasını da kesiyor. Sanki kulüp koca misali, kızlar da kaçıp buraya geliyormuş gibi bir imaj var.

ED: Peki, “Ben Wolfsburg’a gittiğim zaman %100 koşu tempomla bile onlara yetişemezdim.” dediniz. Hem çalışıp hem bu kadar üst seviye futbolu nasıl oynuyorlar? İnanılmaz bir efor çünkü…

NÇ: Sebebi şu: Sen yılda kaç antrenman yapıyorsun, o yılda kaç antrenman yapıyor? O her gün idman yapıyor; çünkü onlarda izin günü diye bir şey yok. Mesela pazar günü lig maçı oynuyor, pazartesi günü rejenerasyon idmanı olarak ormanlık alanda 2×20 dakika jog koşusunu tamamladıktan sonra havuzda 20 dakikalık koordinasyon idmanı yapıyorlar. Ben o yıllarda 3 büyük kulüpte bile o imkanlar olduğunu tahmin etmiyorum. Çünkü bugünkü Riva Orhan Saka Tesisleri o tarihteki Wolfsburg Tesisleri’ne eşdeğer. Başarı imkanlarla gelir.

ED: Yıllar önce yayınlanan bir makaleye göre kadın futbolcuların erkek futbolculara göre sakatlanma riskinin özellikle diz bölgelerinde daha yüksek olduğu belirtilmişti. Bu açıklama doğrultusunda bir antrenman planınız var mı? Avrupa’da var mı? Yoksa antrenman yöntemleri erkek futboluyla aynı mı?

NÇ: Şöyle bir şey var: Özellikle çapraz bağlarının erkeklere nazaran daha kısa olduğu biliniyor. Bizim iki dizinden birden ameliyat olan bir kızımız vardı, doktor ona böyle söylemişti. Yani bunun için çok çabuk sakatlanma riski oluyor. Tabii ki bu derece sakatlanmalar yanlış yükleme ile de olabiliyor. Ben erkeğe 7-8 tekrar tekrar yaptırırsam idmanda, kıza 5-6 tekrar yaptırmam gerekiyor. Çünkü kız vücudu %100 yüklenme şiddetinde bu kadarını kaldırabiliyor.

 

“HER SPORCUNUN KAPASİTESİ AYNI DEĞİLDİR”

ED: Peki fark sadece yüklememi yoksa idman yapma çeşitlerinde de fark var mı iki futbol arasında?

NÇ: İki üst adelemde sakatlık yaşadım; birinde yanlış yüklenmeden kaynaklı yırtık oluştu, diğerinde de milli takım maçında kendi takım arkadaşımla çarpıştım, üst adelem koptu. Yırtık olan adalemi 2,5 senede iyileştirdim, kopuk olan adalemi 1,5 ayda iyileştirdim. Yırtık adalemin iyileşme sürecinin gecikmesi iyileştiğimi düşündüğüm için tekrar müsabakada oynamış olmam. Bir sporcunun korkulu rüyasıdır sakatlık. Bu nedenle sporcu kendine çok iyi bakması gerekiyor, beslenmesi ve dinlenmesi çok önemli. Bununla beraber bu sporculara uygulanacak idman metotları da çok önemlidir. Şayet iyi bir sezonbaşı hazırlık dönemi geçirmişseniz, örneğin vücudunuza doğru yükleri yapmışsanız, fiziksel olarak lige hazırsanız rahat bir sezon geçirirsiniz. Bunun kadını da erkeği de aynı planlamadan geçer. Yüklenme şiddeti sporcunun kapasitesine göredir. Her sporcunun kapasitesi aynı değildir.

 

“EN FORMDA OLDUĞUM DÖNEMDE MİLLİ TAKIMA VEDA ETMEK ZORUNDA KALDIM”

SH: Biraz da sizin yaşamınıza değinmek istiyorum. Az önce de bahsettiniz 2 kere kanser mücadelesi verdiğinizden. Bu yaşam mücadelenizden nasıl bir cesaret çıkartıp da bu kulübü kurmaya karar verdiniz?

NÇ: Ben ilk olarak tiroid kanserine yakalandım 2008 yılında ve o dönemde Zeytinburnuspor’da oynuyordum. Hatta milli takımda öğrendim bunu. Kamptaydık ve benim boğazımda bir nodül vardı; ama ne olduğunu bilmiyorum. Daha sonra birden inanılmaz bir ağrı oldu boğazımda. Daha sonraya Bursa’ya geldim, bir doktora göründüm. Doktor bana orada bir kitle oluştuğunu, kanserli olduğunu söyledi ve ben böylece tiroid kanseri olduğumu öğrendim. Hemen bir operasyon geçirdim; sonrasında futbola bir sezon ara vermek zorunda kaldım ve en formda olduğum dönemde bu hastalık sebebiyle milli takıma veda etmek zorunda kaldım. Çünkü tedavi süreci beklediğimden daha ağır geçti. Atom verdikleri için bomba yemiş gibi oldum. Ancak lige dönebildim, tedavinin ilk 1,5 ayından sonra lige döndüm, ara ara ilaç sürecinde oynamadım. Sonra atlattım o süreci, yine 5-6 ay gibi bir süre oynamadım, 6 ay sonra zaten Kıbrıs’a transfer oldum. Türkiye’ye döndüğümde burada zaten kulübü kurmuştum. Onu da neden kurdum? Hemen anlatayım. Örnek vermek gerekirse Galatasaray kulüp kurmuş, biri geliyor ve kapatıyor. Küçükçekmece kulüp kurmuş, başkası gelip kapatıyor. Her görüş aynı değil, seninle var olduysam başkası ile yok oluyorum. Sürekli aç-kapa uğraşmaktansa “Ben kendi adıma bir kulüp kurayım. Ben bu işi seviyorum. Futbolu seven, oynamak isteyen kız çocukları da gelip oynar. Yani en azından sürekli faal olurum ve eminim benim gibi futbolu seven birçok çocuk vardır, gelir ve oynar.” diye düşündüm. Cesaret, işte böyle bir cesaretti. Zaten çok masraflı bir şey de değil. Bir saha, bir top işte kadın futbolu; “Geliri yok, gideri ne olur ki?” diye düşünüyorsunuz. Kendi kulübümü kurduğumda Kıbrıs’ta hala oynuyordum; ama 2 sezon orada oynadım ve oradaki genç, yetenekli çocukları kendi kulübüme transfer ettim. Onlara burada özel izin çıkarttım ve Türk pasaportu ile oynattım. Uzun bir yola böyle başladık. Sonrasında meme kanserine yakalandım ve 2 yılda onun tedavisi sürdü. 2014 yılında tekrar sahalara döndüm. Bu hastalıkta kaleci olmamın etkisi çok büyüktü sanırım. Kaleciler kedi gibidir, kediler de 9 canlıdır.

 

“ROMAN KOSECKİ’YE HAYRAN OLDUĞUM İÇİN FUTBOLA İLGİ DUYDUM”

SH: Bir takım kurmaya varacak ölçüde futbola bağlısınız. Peki sizin futbola başlama hikayeniz nedir?
NÇ: Aslında futbola başlama hikayem şöyle: Artvinliyim aslen; ama Bursa’da yaşıyorum, “Bursalıyım.” da diyebilirim. Bursa’da çok sevdiğim bir kız arkadaşım vardı. Ailesi fanatik Bursaspor taraftarıydı, Teksas grubunun üyelerinden. Çocuk sürekli eve gazete getiriyor. Okuyoruz, yakışıklı çocuk falan seçiyoruz “Aa bu çocuk çok yakışıklı!” diye, kendi aramızda favorilerimiz var. Galatasaray’a bir futbolcu transfer olmuş Roman Kosecki diye. Ama korkunç yakışıklı ki emin ol bütün Türkiye ondan bahsediyordu. Öyle bir hayranlıkla, aslında önce adamı beğenerek -aklımda futbol yok-, sadece o adamı beğendiğim için yaptığı işe ilgi duydum. Sonra “Bu adam futbol oynuyor, bu adamı nasıl cezbedebiliriz?” falan diye düşünürken kendimiz evde top sektirmeye başladık. Öyle öyle derken, Bursaspor kadın futbol takımı kurmuş, seçmelere davet ediyor. Kuzenim de son zamanlarda çok ilgilendiğimi fark etmiş. “Nurcan bak seçmeler var, git istersen, katıl.” dedi. Bir gittim, 80 tane sporcu var. Uludağ Üniversitesi’nin bütün BESYO’su orada. Gittik işte, ben ön hazırlık yapmışım ya, hazırım. Gittim, seçildim. Hasan Bora diye müdür vardı orada. Seçti, o 40 kişi arasına girdim. Sonra aslında oyuncu olarak başladım futbola; ama baktım ki kadroya giremiyorum. Kadroya girmenin bir yolu var. O dönemki orada oynayan futbolcuların, aslında oraya gelme nedenlerinin bir bölümü de erkek futbolcular. Fitness salonunda yakalanıyorlar zannedersem, kaleciler de dahil. Onların da hem erkek takımından hem kız takımından biletleri kesiliyor falan. Derken, dönüyorlar, bakıyorlar, bir kaleci lazım. Bakıyorlar en fizikli kim? Beni seçiyorlar. “Hayatta olmam.” diyorum; çünkü babam “Kaleci olarak gidiyorsan gitme.” derdi. Kaleciler yeteneği olmayan, “Geç kızım kaleye.” denen tipler olarak görülür, sporcu bile denemez ona göre. O yüzden korkuyorum kaleci olmaya. Favorim oyunculuk, Koseçki 10 numara giyiyor ya, benim de onu giymem lazım. Sonra işte altyapıda bir malzemeci vardı. Bana geldi, “Bak!” dedi, “Ben senin yerinde olsam…” Bir sürü yetenekliler var orada, yurt dışından olanlar var. Hatta ben izliyorum, “Bunlar nasıl çalım atıyor?” falan diye şoktayım. “Ya ben senin yerinde olsam bu sene yedek kalırım, seneye de alırım kaleyi, öyle yürürüm. Başka türlü deplasmana gideceksin, oraya gideceksin.” dedi, öyle kandırdı beni. Kaleciliğe de öyle başladım. Ama her sene bırakıyorum. Bir sene oynuyorum, “Tamam ben kaleciliği bırakıyorum.” diyorum, “Yeter size.” Ondan sonra ben kaleciliği seveyim diye kaleci antrenörleri, kaleciler çalışıyor ya programda, beni de oraya dahil ettiler. Bakıyorum bunlar çok güzel uçuyorlar. Erkek alt yapı, bir tek ben kadınım. Öyle öyle sevmeye başladım. Çıkartıyorum, bir şeyler yapıyorum, tutuyorum. Tutmayı bile bilmiyorum, düşün, orada öğrendim. O zamanki arkadaşlarım da Serdar Kurubilge falan var ya, onlarla çalışıyoruz sürekli. Bir de hafif biraz tombiğiz. Hoca bize çöp poşeti giydiriyor zayıflayalım diye, biraz da kalıplıyız falan. Sonra o Fenerbahçe’ye gitti, ben de Zeytinburnu’na transfer oldum. Allah rahmet eylesin, rahmetli olmuş, üzerimizde emeği çok. Allah nur içinde yatırsın. Sonra işte Bursaspor’da, 95’te mili takıma seçildim.Biraz oyunculuğun verdiği avantaj vardı kaleci olmamda. Ayaklarım iyiydi, güçlüydüm, çok da çalışkan bir sporcuydum. Onun vermiş olduğu güçle uzun yıllar milli takımda görev aldım. Kansere yakalanmamış olsam bugün hala oynuyor olurdum. Biraz güçlü ve hırslı bir yapım var. Kanseri atlatma nedenimi de söyleyeyim. Sporcu savaşçıdır. Eğer hırslı bir sporcuysan her şeyle savaşabilirsin. Bu grip olur, o olur, bu olur; her şeyi çok çabuk atlatabilirsin. Ama çıtkırıldım, nazlıysan, o biraz zor iş.

SH: Aynı anda hem başkanlık hem teknik direktörlük hem antrenörlük mü yapıyorsunuz?

NÇ: Evet. Aslında başkandım, futbol oynuyordum. Sonrasında UEFA B belgesi aldım, onu işletmek istedim. O yüzden başkanlığın yanında antrenör olarak devam ediyorum.

SH: Türkiye’de kadın futbolunda öncü bir takımın başkanısınız. Bize Akdeniz Nurçelikspor’dan biraz bahseder misiniz?

NÇ: Aslında ilkin İstanbul Nurçelik olarak kurdum takımı 2010’da. Fakat ilk sezonu, 2010 ve 2011’i hazırlık dönemi olarak geçirdik. 2011-2012 yıllarında da o dönem Kıbrıs’ta oynuyordum, dedim ya Kıbrıs’ta Akdenizspor diye kulüp vardı diye. Oradaki oyuncularla, antrenörlerle ve kulüp başkanı Serhat Deniz ile bir karar aldık. Dedik ki “Buradaki takımla da Türkiye’de yarışalım. Biraz daha güçlenelim, kadromuz genişlesin.” Çok yetenekli sporcular var. Oradan getirdiğimiz sporcular bugün 1.Lig’de oynuyor burada.

Pegasus CYPRUS XP diye acente var Kıbrıs’ta, o sponsor olmuştu bize. Kıbrıs’tan futbolcu her hafta cuma akşamı veya cumartesi sabah geliyordu, pazar günü maç oynuyordu ve pazar akşamı dönüyordu. Bu şekilde yürüttük uzun zaman. Cyprus XP şirketinin yönetim kurulu başkanı Zeki Ziya Bey, sağolsun, uzun süre bu şekilde bize sponsorluk yaptı. Bu anlamda otel, konaklama, uçak bileti ücretlerini kendi şirketinden kesiyordu. O şekilde yürüttük. Bu sezonsa tek kaldım. Geçen sene 3.Lig’teydik. Antrenörlüğümün ilk yılında ise takımımız şampiyon oldu. 26 maç oynayarak 3.Lig’den 2. Lig’e yükseldik, şu an 2.Lig’de yarışıyoruz.

 

“SERENAY GİBİ SÜRÜKLEYEN BAŞKA POPÜLER OYUNCUMUZ YOK”

ED: Kadın dünya kupası maçları dışında Türkiye’de ne Avrupa kupası ne lig maçlarımız, hiçbirini televizyondan takip edemiyoruz. İnternette varsa ya da çok ünlü kadın futbolcumuz varsa izliyoruz. Serenay gibi bir oyuncu varsa ve herhangi bir yere katıldıysa ancak duyuyoruz. Neden?

NÇ : Serenay benim eski futbolcum bu arada, Zeytinburnu’nda. Hala belki oynuyor olsaydı, sürükleyebilirdi. Mesela bak Almanya’da Filiz Koç var, milli takımda oynuyor. Kadın orada Almanya güzeli seçilmiş. Galatasaraylı Savaş Koç’un kızı aynı zamanda. Antalya’ya transfer gelmişti, Almanya’da oynuyor şu anda. Doğum yaptı, bebeği var ve hala devam ediyor futbola. Türkiye’de bu olsa, çocuk doğurdun, evlendin ve bittin, gittin. Serenay gibi sürükleyen başka maalesef bir oyuncumuz ya da popüler oyuncumuz yok. İzleyememenin nedeni yine aynı yere çıkıyor. Senin bir kaliten yok ki. TRT diyor ki “Ben bu maçı yayımlarım; ama senin kaliten yok, getirin yok.” Onlar da sonuç olarak getirisi olan şeyi yayınlıyorlar, reyting sonuçta. Kaç kişi izleyecek? O da ona bakıyor. Dediğim gibi eğer ki bir kere Serenay benzeri, bir dişi olması lazım hem de çok iyi sporcu olması lazım, sürüklüyor olması lazım. Ama bir kişi değil, tüm takım böyle olması lazım. Şöyle düşünün: Takımın yarısı erkek tipi sporculardan oluşuyor, dönüp bakmazsın. Güzel olması önemli değil; ama saçı uzunsa hemen dönüp bakarsın. Bu maalesef böyle, cezbetmesi lazım. Ekrana neyi çıkartıyorsun? Güzel olan sunucu, şarkıcı. Güzel değildir belki; ama bakım yaptığın zaman bir cazipliği oluyor. Basın da bence bu şekilde baktığı için yayınlamıyorlar. Yani kadın futbolunun yeterli bir pazarlaması yok.
“MAÇLARI ‘SEN POPÜLER DEĞİLSİN Kİ’ DİYE DÜŞÜNEREK YAYINLAMIYORLAR”

TRT yayınlayabilir, Star yayınlayabilir. Biri yayınlayabilir milli maçı aslında değil mi? Milli maçı yayınlayamaz. Neden biliyor musunuz? Korkuyor fark yemekten. Sonra “Türkiye bu algısı oluşuyor.” Biz burada İspanya-Türkiye kadınlar ligi maçı oynadık Kasımpaşa’da. Türkiye’nin bütün elit kesiminden şirket sahiplerini davet etmişler maça. Sahaya bir çıktık, ben bile dedim ki “Fark atarız biz bunlara.” Boy yok, güç yok. Isınmaya çıktılar, topa değmediler. Kısa kısa ısınmalar, deli deli hareketler… “Allah’ım!” dedim, “Ya bizimkiler uzun toplar atıyorlar, kafaya çıkıyorlar, biz bunları yeriz.” dedim. Dakika 10, biz 5-0 yeniliyoruz. 11-1 bitti maç. İspanyol kadın futbolcular oyunlarıyla resmen bizimle dalga geçtiler. Topu görmemize imkan yok. Bir üçgen kuruyorlar, bir sprint atıyorlar. Erkek futbolunda öyle düzen göremezsin. Sonuç olarak insanlar kalktı, gitti. O dönemdeki 5-6 oyuncu da milli takım yüzü göremedi. Yani çalışırsan oluyor ve her şey de imkan. İspanya elit bir lig ve onların maçları naklen yayınlanıyor. Amerika bayan futbol takımını, Fox naklen yayınlıyor. Ama kaç bin seyirciye oynanıyor? 50 bin, 20 bin, 30 bin. En az 20 bin seyirciye oynanıyor. Sordun ya “Neden yayınlanmıyor?” diye, 20 bin seyircisi var, senin kaç seyircin var? O da diyor ki “Bunu yayınlarım; ama kaç kişi izleyecek? Senin ailen izler, o izler, bu izler. Sen popüler değilsin ki.” Bu nedenle de kadın futbolunu o seviyeye getirmek lazım. Onun için de çocukları küçükken alacaksın ve o seviyeye taşıyacaksın. Tamam, ben bunu yaptım; e benim rakibim yok, rekabetim yok. Kiminle yarışacağım ben? O zaman “Türkiye’de olmaz.” diye düşüneceğim. Şampiyonlar ligini yayınlasın, sadece bu olabilir. Onu bile internetten yayınlıyorlar, zar zor. Mesela Konak Belediyesi Şampiyonlar Ligi’ni yayınladı; ama internet üzerinden. Hiçbir kanal gidip yayınlamadı. Orada başlangıç olabilirdi mesela. Ama niye gitmiyor kimse? Belkide yenileceğimizi düşündükleri için. Buda çok normal, bizim o kalitedeki kulüplerle yarışmamız ciddi anlamda zor. Abartmıyorum, bir kondisyon antrenmanı yapıyorlar… Bir kere sistemliler. Ben tek başıma yapıyorum; orada fizyoterapist, antrenör, kaleci antrenör, teknik direktör, sağlıkçı… Bu ekip sahaya önce çıkıyor, sonra oyuncular geliyor. Kısa bir toplantı ve antrenman başlıyor ve herkes disiplinli. İdmandan sonra toplantı odasına gidiyorsun. “Bugün ne çalıştık, neden çalıştık, sizce yeterli miydi?” Bir kere iletişim var; hoca-antrenör-sporcu arasında iletişim var. Sporcu ne yaptığını biliyor, ne çalıştığını biliyor. Bazen oradaki kızlardan biri çıkıyor, “Hocam benim görüşüme göre bunun böyle olması daha doğru.” diyor. Bu noktada da bir özgüven var. Çıkıyor, söylüyor, doğru ya da yanlış. Bu sistemle orada birlikte oynanıyor. Buradaysa hep bir telaş, hep bir karmaşa. Çocuk nereden geliyor sana? Çocuk İkitelli’den, Kuştepe’den geliyor. Sen bunları toparla ve elit seviyeye getir… O psikolojiyi nasıl düzelteceksin? Çocuğa bu bilinci aşıladın diyelim, bir de velisine de aşılaman lazım. Bu sefer diyecek ki “Yol param yok, gelemiyorum.” Burada da ülkenin ekonomik şartları devreye girer. Burada çocuğun yol parası yoksa antrenmana gelemiyor. Ama orada çocuğun, devletin ona hak verdiği kendi maaşı var. Çocuğa sabah, öğlen, akşam yemeği baz alınarak bütçe ödeniyor. Bu çocuk aç da kalamaz yolda da kalamaz. Ama buradaki çocuk aç da kalır yolda da kalır. Her şeyi düşünürsek bu ülkede spor yapmak zor, iyi bir sporcuysan bu çok büyük başarıdır bana göre. İyi sporcu olmuşsan ve ülkeyi bir yerde bir şekilde temsil ediyorsan, gerçekten çok başarılısın demektir. Ben sporcuyum, nerede koşacağım? Bana alan tanı. Mahallede mi, sokakta mı koşacağım? Allah’tan burada Florya ormanı var da oraya gidiyorum. O açında şanslıyız, ormanımız var.

SH: Kadın futboluna dair hedefleriniz var. Peki ilerleyen zamanlarda erkek futbol takımı çalıştırmayı düşünür müsünüz?

NÇ: Aslında erkek futbol takımı kurmak istiyordum. Ama yeterince olduğunu düşünüyorum. Pek fazla girmek istemiyorum, o kadar çok takım var ki… Erkek takımı için düşündüklerimi kızlar üzerinde yapmak istiyorum. Nasıl erkeklere bir bütçe ayırmışlarsa, o bütçeyi ben almak istiyorum kızlar için. Benim amacım burada kız çocuklarını buraya kazandırabilmek ve bu şartlarda iyi bir eğitim sağlayarak yaşam standardını da daha yüksek bir hale getirmek istiyorum. Çok yeteneklisiniz; ama imkanınız yok; ben sizi kazanmak istiyorum. Erkeklere o kadar çok takım var ki… Bunu yapacak çok takım var; ama ben bunu kadınlar üzerinde yapmak istiyorum. Belki bize sunulmayan o fırsatları, ben onlara sunmak istiyorum. Görselde güzel, yetenekte kalite, gerçekten iyi bir yetenek ve iyi bir sporcu, düzgün sporcu, hem ahlak hem fiziksel hem disiplinli futbolcularla erkeklerin, kadın futboluna ulaşmaları zor olurdu. Kadınlar hep bir tık öndedir aslında. Bugün bir iş yerine gidin, sohbet edin, “futbol” deyince erkekler hemen “Aaa!” der. Çünkü ona değişik geliyor. Buradan bir şey yakalayabilirsiniz aslında. 3.Lig play-offları vardı 2.Lig’e çıkmak için, biz geçen Ankara’ya gitmiştik bu maç için. Bir sponsor görüşmesine gitmiştim orada. Adam şaşırdı önce beni görünce, benden öyle bir şey beklemiyor bakınca. “Play-off’lara gideceğiz, sizi de davet edelim.” dedik, “Gelin, buyrun.” falan. Otobüse bindik, adam şöyle bakıyor “Ya bunlar futbolcu mu, neresi topçu bunların?” der gibi. Biz gittik Ankara’ya, antrenman yaptık ter atalım diye “Bunlar ne yaa? Bunlar gerçekten futbolcu.” dedi, şok geçirdi. Baktığınız zaman görüntüde bir şey yok; ama sahaya çıktığınız zaman -kızlarımız da güzel tiril tiril kızlar falan- adam böyle şaşırdı, kaldı ve bize bir yaz boyunca destek verdi. Çok hoşuna gitti, bayıldı, antrenmanlara katıldı. Bunu iyi değerlendirmek lazım. O sporcuları doğru eğitmemiz lazım, burada antrenörlere de iş düşüyor.

 

“BÜYÜK KULÜPLERDE YÖNETİM DEĞİŞİYOR, KADIN FUTBOL TAKIMI KAPATILIYOR”

Bazı futbolcular ahlaki yönden biraz zayıflar, ben öyle gözlemliyorum. Burada kadın futbolu biraz değer kaybediyor. Çok yetenekli sporcuları ahlaki yönden bazen kaybedebiliyorsunuz. O yüzden hep tekrar, hep sıfırdan yetiştirmek istiyorsunuz. Bir dereceye geliyor ve orada patlıyor ve yine aşağı iniyorsunuz. Sporcuyu, olduğu noktaya getirdiğinizde koruyabilirseniz, o zaman zaten istediğinizi alabilirsiniz; ama maalesef o noktada istediğimizi alamıyoruz. Atıyorum, bir takıma emek veriyorsunuz 5-6-7 yıl, tam diyorsunuz ki “Süper bu oldu bu takım”, başka bombalar çıkıyor ve çat çat çat çat gidiyor. Tam seviyede devam ettirmek lazım. Bunun için de lig profesyonel olmalı. Bir sözleşme yaparsın, en azından öyle götürebilirsin. Şimdi kim kime dumduma. Gelir, gider; gelmez, rica minnet davet edersin ve gelir; belirsiz. O kalite maalesef yok. Ama bir Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş olsa, öyle bir kulübe herkes girmek istiyor. Burada federasyonun bir baskı kurması gerekir, ciddi bir baskı kurması gerekir. Şartname koşması lazım, atıyorum, para cezası vermesi lazım ki kadın futbolu daha iyi hale gelsin. Ben futbola başladığımda daha büyük rekabetler vardı. Şimdi öyle büyük rekabetler yok. Bursaspor, Eskişehir, Altay; çok güzeldi. O zaman 1.Lig’teydi Altay, çok güzel kulüpler vardı. Fenerbahçe bile vardı ligde. Ama bunların kulübü kurma nedeni; aç-kapa. Atıyorum, sen çok seviyorsundur, destek veriyorsundur. Yönetim değişiyor, başkan değişiyor, Kapatın bunu, benim işim olmaz.” diyor. Çünkü bakıyor ve diyor ki “Bunların bana bir geliri yok.” Bir geliri olsa “Bulundurun.” der. Herkes parayı kovalıyor. Bugün PTT Lig, 3.Lig… Herkes parayı kovalıyor. Yani inşallah Milli Piyango’dan, bir yerden para çıkarsa söz veriyorum size de yardım edeceğiz.

Her şeyden önce tesise ihtiyacım var. Tesisim olsa güzel de bir okul kurarım, kendi okulumu yaparım. Nasıl ki Galatasaray’ın Fenerbahçe’nin var… Futbolculara, ona göre antrenman planlaması yaparım. Bütün eğitimini sağlarım daha güçlü şekilde. Ne diyorlar? Bir lisan, bir insan; birkaç lisan öğretirim. Çünkü motive diye bir şey var. Siz yaptığınız işe motive olursanız başarılı olursunuz. Motive olmazsanız nasıl başarılı olacaksınız? O çocuğu da motive etmek lazım. Bugün gidin Fenerbahçe’nin Galatasaray’ın altyapısına bakın. Oradaki çocuklar oraya hangi düşüncede gidiyor? İnanmış olarak gidiyor. Ona göre davranıyor, oturmasına kalkmasına dikkat ediyor. Biz Alex’le röportaja gitmiştik. Benim de milli bir sporcum var, Fadime, onunla ikisinin röportajı vardı. ForForTwo ya da TFF’nin bir dergisiydi. Samandıra’ya gittik, tesise girdik, yemin ediyorum kendi nefes alıp verişimi duyuyorum. O kadar sessiz. Aziz başkan içeri giriyor, hemen sporcusu falan asker gibi, disipline bakın. Orada yetişen çocuk da öyle olacak. Bir de şuraya gidin, belki çocuk “Kim gelmiş, kim gitmiş? Önemli değil ya.” diye bakacak. Kalite orada ortaya çıkıyor. Oturup kalkmasını, konuşmasını, susmasını; nerede, ne yapacağını bilmesi gerekecek sporcunun. Böyle eğitmek lazım. Eğitim, eğitim, eğitim ve bunlar için para. Başka bir şeye ihtiyacım yok. İyi de bir altyapı, iyi antrenörler. Bunlar da önemli.
“KALİTE YAKALAMAK İÇİN CİDDİ BİR SPONSOR DESTEĞİNE İHTİYACIM VAR”

SH: Hedeflerinize kısaca değindiniz aslında. Ama ben yine de sormak istiyorum. Sizin, ilerleyen vadede Akdeniz Nurçelikspor için ne gibi hedefleriniz var?

NÇ: Benim hedefim Şampiyonlar Ligi’ni görmek. Ama bu biraz zaman alır. Ben istediğim sporcularla orada olmak istiyorum. Az önce anlattığım kaliteyi yakalarsam orada olmak istiyorum. Bunun için de gerçekten sponsor desteğine ihtiyacım var. İyi bir projeyle ciddi bir sponsor desteğine ihtiyacım var. Paranın olmadığı yerde hiçbir şey yapamazsın. Böyle bir gerçek var. Bu projeye inanan ve sporu seven insanlar olursa… Zaten buna kim yardım edebilir? Sporu seven insanlar. Benim şu an durumum iyi olsa, elimden geldiğince yardım yaparım. Öğrencisinizdir, üniversite okuyorsunuzdur; bursunuzu karşılarım. Hiçbir şey yapamazsam bile bu da bir şeydir. Dolayısıyla isterim ki bende oynayan çocuklarım gerçekten iyi şartlarda spor yapsınlar. O kaliteye erişmek istiyorum. Yavaş yavaş o zemini hazırlamak istiyorum. İyi bir kadro kurmak lazım. Bunun için de bunu gerçekten bilinçli ve düzgün bir biçimde yapmak lazım. Sporcuları iyi şartlarda oynatmak istiyorum ve bu koşullarda hedefim Şampiyonlar Ligi. Zaten bunu da yaparsam, ondan sonrasında devam etmeyebiliriz. O kalitede takım yaratmak istiyorum.

“Yıldırım Demirören, ‘Başkan Vekilim Ol’ Dese Olmam”

0

Türk futbolu son yıllarda uluslararası arenada düşüş yaşarken içeride hakemler tartışılmaya devam ediyor. Özellikle ligin son haftalarına yaklaştıkça artan tartışmalar Türk futbolunu iyice krize sürüklüyor. Futbolun siyasileştirilmesi, hakem hataları vs üstüste geldiğinde kaybeden Türk futbolu oluyor. Türk futbolunun içinde bulunduğu durumu, hakem camiasının bilinmeyenlerini, FIFA Eski Hakemi Selçuk Dereli ile konuştuk. Ankara’da biraraya geldiğimiz Dereli, Röportajlık’a Türk futbolu ve hakem camiasıyla ilgili çok özel açıklamalar yaptı.

Röportaj: Uğur Temel

Fotoğraf: Merve Gökhan

“YUSUF BAŞKANDAN ÇOK UMUTLUYDUM”

UĞUR TEMEL (UT) Hocam iyi akşamlar. Bizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ediyoruz. Spor kamuoyu bu sene hakemlerden çok muzdarip. Eski bir hakem olarak size sormak istiyorum, hakemlerin performansı niye düşük?

SELÇUK DERELİ (SD): Hakemlerin performansı niye düşük? Çünkü Türk futbolu iyi yönetilmiyor. Merkez Hakem Kurulu (MHK) Başkanı Yusuf Namoğlu ve ekibine yazık ki bu işi başarılı götüremediler. Ben çok umutluydum Yusuf Başkan’dan; ama bu süreci götüremediler. Hakem atamalarında biraz kafaları karışık, performanstan çok ikili ilişkilerin belirlediği bir atama sistemi var. Hakem, beklediği maçı alamayınca kurula güvenmiyor. Hakem sana güvenmiyorsa, senin hakemine de kimse güvenmez.

UT: Yusuf Namoğlu Hoca’nın eksiği bu mu sadece?

SD: Ben Yusuf Başkan’ın çok mutsuz olduğunu düşünüyorum.  İstediklerini, düşündüklerini yapamamanın, iradesini tam ortaya koyamamanın ezikliğini ve sıkıntısını yaşıyor diye düşünüyorum. Çünkü Yusuf Namoğlu’na orada istediği gibi özgür çalışma ortamı yaratılmadığını düşünüyorum. En büyük sorun bu. Bu oradan başlıyor, en alt seviyedeki hakeme kadar gidiyor. Eğitim olarak gidiyor, kendine güven olarak gidiyor. Bakıyorum bazı hakemler çok başarılı maç yönetiyor, verilmesi gereken maç verilmiyor. Benim de orada kafama soru işaretleri geliyor: Acaba, atamayı performans belirlemiyor da başka şeyler mi belirliyor? Bu kötü, bu olmuyor.

 

“FUTBOLCU, HAKEM SENDİKASI OLMALI”

UT: Ekim 2015’de, Trabzon’da Çağatay Şahan ve ekibi, 5 saate yakın hakem odasında rehin kaldılar. Bu Türk futbolunun utanç gecesiydi.

SD: Tabii ki, kesinlikle.

UT:  Ama ertesi gün, bir önceki gece hiçbir şey olmamış gibi maçlar oynandı. Siz, Türkiye Faal Futbol Hakemleri ve Gözlemcileri Derneği (TFFHGD) Eski Genel Başkanısınız. Siz o gün başkan olsaydınız ne yapardınız?

SD: Dernek bazında değil de Türk futbolunun en önemli kuruluşunun sendika bazında olduğunu düşünüyorum. Futbolcuların da, hakemlerin de bir sendikası olması gerektiğini düşünüyorum. Ben Hakem Derneği Genel Başkanı iken, Federasyon Başkanı ile yaptığım görüşmelerde ve Spor Bakanlığı nezdinde yaptığım girişimlerde, o zaman önde olan futbolculardan Ümit Özat başta olmak üzere bazı futbolcularla, hem futbolcu hem hakem sendikası kurulmasını önerecektik. Ama ne yazık ki Türk futbolunda yaşanan depremler de biraz buna mani oldu, bu hayata geçirilemedi. O zamanki federasyonların da işine gelmedi, “Ya hakemlerin sendikası olsa, ‘Yarın biz maça çıkmıyoruz’ derse, biz ne yapacağız?” diye düşündüler. Ama dernek olarak bunu yapmak mümkün değil. Ben sendika olsaydım, benim hakemim orada rehin bırakılsaydı, ben maçlara çıkmazdım, “Protesto ediyorum.” derdim. Kimse de bana etki, baskı yapamazdı.

 

ALT LİGLERDE TESPİT ETTİĞİM HAKEMLER VAR

UT:  Hocam, hakemliği bırakalı kaç yıl oldu?

SD: Hakemliği bırakalı 7 yıl oldu.

UT: Hakemliği bıraktığınızdan beri, özellikle alt liglerde hakem izliyor musunuz? Olası bir MHK görevinde alt liglerden çıkarabileceğiniz hakemleri tespit ediyor musunuz?

SD: Zaman zaman fırsat buldukça maçlara gidip gözlemliyorum. Tespit ettiğim birkaç hakem var. İsimlerini söylemeyeceğim, söylersem o hakemler sıkıntıya girebilir. Sanki aramızda bir bağlantı varmış gibi bir düşünce ile bakılır. İsimleri bende kalsın; ama zamanı gelince söyleyeceğim. Ben buna çok önem veren bir insanım. Bir örnek vermek istiyorum. Bir gün, Erzincan’da aracıma yakıt alıyorum. Pompacı çocuk geldi. Baktım, eli ayağı düzgün, kılık kıyafeti düzgün, fiziği düzgün, belli ki eğitimli de bir çocuk. İlgimi çekti. O zaman ikinci ligdeyim. Baktı ki eşofmanlar içindeyim, “Siz ne iş yapıyorsunuz?” diye sordu. “Futbol hakemiyim.” dedim. Bayağı bir şaşırdı. Çocuğa ne iş yaptığını sordum, “Ben üniversite öğrencisiyim. Aileme katkı için çalışıyorum.” dedi. “Sen futbol oynadın mı?” diye sordum. “Oynadım.” dedi. Baktım fiziği gerçekten iyi, “ Hakem kursu var. Yarın iki fotoğrafınla bana geliyorsun.” dedim, adresimi verdim. Ertesi gün geldi ve hakem kursuna kaydını yaptık ve o çocuk şimdi Türkiye’nin en önemli hakemlerinden bir tanesi.

UT: O hakem kim diye sorsak?

SD: İsmini söylemeyeceğim. Onu incitmemek adına söylemeyeceğim. O isterse paylaşır.

UT: Üst liglerde görev alıyor mu?

SD: Tabii ki. Bu kardeşim gibi birçok ismi daha Türk hakemliğine kattık, kazandırdık. Bu konuda çok dikkatliyim, iyi bir gözlemci olduğumu da düşünüyorum. Hem Süper Lig’de hem PTT Birinci Ligi’nde maçları çok dikkatli izliyorum. Ankara’da fırsat buldukça da maça gidiyorum.

 UT: Aklınızda, MHK Başkanlığı ya da MHK üyeliği var mı?

SD: MHK başkanlığı çok onore bir görev, çok önemli bir görev. Ama mevcut düzen içinde ben, Yıldırım Demirören federasyonunda değil MHK Başkanlığı, “Başkan vekilim ol.” dese Demirören, olmam. Çünkü ben bu düzenin bir parçası olmak istemiyorum. Bu düzenin hatalı bir düzen olduğunu düşünüyorum, bu düzenden bir başarı geleceğine inanmıyorum. O yüzden ben o düzenin bir parçası olmam. Yusuf Namoğlu, bu sezon başında beni aradı, UEFA gözlemciliği, Süper Lig gözlemciliği teklif etti, ben kabul etmedim.

UT: Niye?

SD: Mevcut anlayışla bu düzenin bir parçası olmak istemiyorum.

 

PROFESYONEL HAKEMLİK GEREKLİ Mİ?

UT: Kuddusi Müftüoğlu MHK’si döneminde profesyonel hakemlik başladı ve 9 hakemle sözleşme imzalandı. Siz profesyonel hakemliğe nasıl bakıyorsunuz? Sizce gerekli mi?

SD: Bence gerekli. Profesyonellik iyidir; ama profesyonelliğin gerektirdiği şartları kurmanız lazım. Nasıl kuracaksınız? Üç tane, beş tane hakem profesyonel, geri kalanı değil. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? Hakemler arasında “O çok fazla para kazandı, ben az para kazandım.” gibi, dedikodular başlıyor, huzursuzluklar başlıyor. Hakemlerin, futbolcular kadar almasa da, ekonomik gelirleri olması lazım. Çok önemli bir işi icra ediyorlar, refah seviyelerinin belli bir noktaya gelmesi lazım kendilerini bu işe vermek için, kendilerini bu işe adayabilmek için. Ama hakemlik sevgi ya, sadece para için yapılan bir şey değil. O boyut da unutulmamalı. Bu dengeyi kurmak MHK’ye düşüyor. Örneğin; İngiltere’de profesyonel hakemlik çok başarılı oldu. Çok önemli işler yapıldı. Türkiye’de başarılı oldu mu? Olamadı. Türk hakemliğinin sorunu, profesyonel hakemliğin falan gelmesi değil, biraz önce saydığım sıkıntılar. Kardeşim, Yusuf Namoğlu’dan başka MHK başkanlığı yapacak isim yok mu? Var. Niye getirmiyorlar? “Onun adamı, bunun adamı, bana yakın…”“Benim adamım, onun adamı”nı bırakalım, bir işi ehline verelim. Bu zaten genelde Türkiye’nin problemi. Liyakat sistemi yok. Liyakata dayalı bir sistem yok “O bana yakın, bu şunun adamı” olunca iş farklı yerlere gidiyor. İşte Türk futbolunun geldiği nokta ortada. Bu baştan aşağı böyle. Türkiye Futbol Federasyonu Başkanlık seçimlerinden başlıyor. Bir kişi aday oluyor, karşısına aday çıkamıyor.

 

“TFF SEÇİMLERİNİ SİYASİ İRADE BELİRLİYOR”

UT: Futbol Federasyonu başkanlığı seçimlerinin siyasi olduğunu düşünüyor musunuz?

SD: Yüzde yüz düşünüyorum, siyasi irade belirliyor. Siyaset geçmiş dönemlerde de müdahil oldu; ama hiçbir dönem bu kadar olmadı.

UT:  Peki, MHK başkanı seçiminde siyaset önemli mi?

SD: Kesinlikle öyle. Kuddusi Müftüoğlu örneği ( YN: İktidar partisinin Alanya Belediye Başkanı adayı idi ) Bana şimdi desinler ki “Böyle bir şey yok.”  Referandum süreci yaşanıyor. Neden bir tane aktif hakem ya da futbolcu çıkıp “Ben ‘Hayır’ vereceğim.” diyemiyor? Diyemez, çünkü dediği anda biter.

UT: Eski hakem Bünyamin Gezer’le, Kanal D Ana Haber’de bir tartışmanız vardı geçtiğimiz günlerde. Bu iddianızı gündeme getirdiniz. Bu bir iddiamı yoksa elinizde somut delil var mı?

SD: Var tabii İrfan Değirmenci işte.

UT: Hakem olarak var mı?

SD: Bakın, hakemlerin içinde çok “Hayır” diyecek var. Zaten referandumdan hayır çıkacak. Sorun şu: “Neden ‘Hayır’ diyecek insanlar konuşamıyor?” “Evet” diyecekler konuşuyor, “Hayır” diyecekler, konuşamıyor. Çünkü ortada siyasi baskı var. Ahmet Hakan’ın programında anlatmak istediğim buydu işte. İrfan Değirmenci, “Hayır” diyeceğini açıkladı, kanaldan kovuldu, ilişiği kesildi. Peki “Evet” diyen Fatih Çekirge’ye ne oldu? Devam ediyor. Nerede o zaman adalet? Mahalle baskısı var.

UT: Ben tekrardan biraz önceki soruma geleceğim. Hakemler arasında “Hayır” diyeceğini açıklayan olursa, görev alamayacak olan var mıdır?

SD:  “Hayır” diyeceğini açıkladığı an büyük sıkıntı yaşarlar. Biliyorum, görüştüğüm insanlar var içlerinde. Çok “hayır” diyecek olan var. Bu tasarı geçmez zaten.

UT:  Hocam, MHK ve Kulüpler Birliği ısrarla “video hakem” sistemini istiyorlar. Ülkemizde ve yurtdışında çok kritik maçlarda görev aldınız, çok tecrübeli bir isimsiniz. Size sormak istiyorum. Video hakem sistemi, Türk hakemliğinin kurtuluşu mudur? Hatalar ortadan kalkacak mı böylece?

SD: Kurtuluşu değildir. Hatalar azalır; ama ortadan kalkmaz. Video hakem uygulamasının nasıl yapılacağı da çok önemli. Ben bunu köşe yazılarımda çok önerdim. İlave çizgi hakemliği uygulamasını köşe yazılarımda öneren kişiyim ve destekledim. Video hakem uygulaması ile ilgili beyanatlarım var hem televizyonda hem gazetede. Hakemlik teknolojiden yararlanmalıdır. Ben hakem iken içimden ah çekerdim, “İmkan olsa da şu pozisyonu bir kez daha izleyebilsem.” diye.

UT: Ama hocam futbol hatalar oyunu değil midir?

SD: Öyledir, futbol hatalar oyunudur. Ancak şu da vardır; maçta kırılma anı yaşanan pozisyonlar olur. Bu maçta bir olur, bazı maçta iki kez olur. Yardımcı hakeme bakıyorsun, o pozisyonu göremiyor, belli ki hakim değil. Senin önüne bir oyuncu geliyor, pozisyonu tespit edemiyorsun ya da emin değilsin çok hızlı olduğu için. Bir kez daha izleme şansının -bir maçta iki kere üç kereyi geçmeyecek şekilde, basketbolda uygulanan şekliyle- gelmesi gerektiğini düşünüyorum. Kesinlikle fayda sağlar. Biter mi hatalar? Bitmez. Çünkü orada izlediğinde de kamera açısı kötüyse orada da karar veremeyecek. Belki doğru verdiğini değiştirip, yanlış karar verecek. Tartışmalar bitmez.

 

“HAKEM KLASMANLARINI SİYASİLER BELİRLİYOR”

UT: Yurtdışında çok rahat maç çıkartan hakemlerimiz, ne yazık ki ülkemizde o kadar rahat maç çıkartamıyorlar. Bunun sebebi ne olabilir?

SD: Türkiye’de hakemler üzerinde çok ciddi bir baskı var. İktidar olan siyasi partinin yapmış olduğu baskı ve futbolun kendi içindeki dinamiklerinin yapmış olduğu baskı var. İşte buna direnebilen hakem, buna çok iyi direnç gösterebilen hakem, çok başarılı bir hakem olur. Fark edilir, farkını hissettirir. Ama birçok şeye siyasi erk karar veriyor şu an mevcut yapı içinde. Hakemlerin klasmanlarının belirlenmesinde siyasiler karar veriyor. Çıksın bir kişi aksini iddia etsin. Bu çok net ortada, bunları görüyoruz. Türkiye’de bir takımın teknik direktörüne siyasi irade karar veriyor. İsim de söyleyebilirim; ama şu an söylemek istemiyorum. Bir spor bakanının, kulüplere kaç tane teknik direktör ayarladığını ben biliyorum. Çok girmek istemiyorum bu konulara. Bu anlayış değişmeli. Türkiye’de bunlar olunca, hakemler üzerindeki baskı artıyor. Hakemler maça, kafaları rahat çıkamıyorlar. Rahat çıkmayınca sıkıntı yaşıyor. Yurt dışına gittiklerinde kafa daha rahat. İki tane takım var; çıkıyor, maçını yönetiyor, Türkiye’ye dönüyor. Ama bazı hakemlerimizin kötü maç yönettiği biliyorum Avrupa’da. Mesala, Cüneyt Çakır’ın yönettiği maçta, bir buçuk metre dışarıdaki pozisyonu -Sevilla idi yanlış hatırlamıyorsam- lehine penaltı verdiğini hatırlıyorum. Ama basın işlemediği için sanki orada iyiymiş gibi geliyor, biraz da o algı var. Ama Türkiye’deki baskı çok fazla.

UT: Kulüp başkanları kamuoyu önünde bazı hakemleri istemediklerini ilan ediyorlar ya da tam tersi, Fırat Aydınus örneğinde olduğu gibi, kulüp başkanı hakemi koruyan açıklamalar yapıyor. Federasyon’un MHK’nin ve Hakem Derneği başkanının sesi çıkmıyor. Kulüp başkanları bu gücü nereden alıyor?

SD: Kulüp başkanı bu gücü nereden alıyor? Şimdi öyle bir yapı var ki, özellikle dört büyük kulüpten bahsediyorum. Ama üç büyük kulüp daha belirleyici. Niye? Bugün, Türkiye’de MHK Başkanı’na, üç büyük kulüpten en az ikisinin karar verdiği oluyor. Bakın delege yapısı var, o kulüplerin seçimlerde delege gücü ellerinde. Çok şampiyonluk alan kulüplerin delege sayısı fazla, delege sayısı fazla olunca söz hakkın da fazla ve o konuda belirleyici oluyor. Aslında delege sisteminde bir yanlışlık var. Yani düşünebiliyor musunuz? Ben hakemliği bıraktığım an Türkiye’nin en önde hakemiydim, Hakemler Derneği genel başkanlığı yaptım, Avrupa’da sayısız maç yönettim. Ama benim Türkiye Futbol Federasyonu Başkanlık seçiminde oy hakkım yok. Nasıl olamaz? Ama bir kulübün malzemecisi oy kullanabiliyor ya da bir kulübün futbolla çok fazla ilgisi olmayan bir yöneticisi ya da bir üyesi gelip orada delege olabiliyor. İşte onların belirlediği, o delege yapısının belirlediği anlayış, tablo da bu oluyor, anlatabiliyor muyum? Üç büyük kulübün bu anlamda çok büyük ağırlığı var, belirleyici. Korkuyor MHK’yi yönetenler, çekiniyorlar. Karşılarına almak istemiyorlar, o yüzden “Bir hakemi istemiyoruz.” derlerse gönderemiyorlar.

UT: Yusuf Namoğlu “Demirören’le çalışmayacağım.” dediği halde şuan Demirören federasyonunun MHK başkanı. Bu tutarsızlığı neye bağlıyorsunuz?

SD: Sorunumuz da bu zaten, tutarlı davranabilmek, tutarlı olabilmek. Ama ben her şeye rağmen Yusuf Namoğlu’nun gerçekten iyi şeyler yapmaya çalıştığını düşünüyorum. Ama ona o imkan verilmiyor bence, rahat çalışacağı fırsat verilmiyor.

UT: Fırsat mı verilmiyor?

SD: Ben öyle görüyorum.

UT: Hakem Derneği başkanı şu anda Abdurrrahman Arıcı hocamız. Eski hakem, doktor; ama aynı zamanda bir siyasetçi. Antalyaspor taraftarı. Hatta, Antalyaspor’da yapılan imza törenine gidebilecek kadar koyu bir taraftar.

SD: Düşünebiliyor musunuz, imza masasında oturdu, bu nasıl bir şey? Hal böyle olunca siyaset sporun içinde mi değil mi?

UT:  Ama aynı Abdurrahman Arıcı, hakemlikle ilgili bir aktivitede yok. Bu hakem derneği başkanının biat ettiğine bir örnek midir?

SD: Elbette örnektir. Türkiye’de siyasetin futbolun içine nasıl girdiğinin en büyük örneğidir. Ne yazık ki bunlar yaşanıyor. Yani bakıyorsun sen, hakemler odalara kilitleniyor, Hakem Derneği başkanı ortada yok; ama Antalyaspor’un transfer töreninde masa’da oturuyor. “Neredesin?” derler adama. Sen hakemlerin derdinde yoksun; ama kendi memleketinin takımının transferinde masadasın. O zaman git sen sadece siyasetle uğraş, niye bu işlerle uğraşıyorsun? Kimse de demiyor, sorgulayan yok. Futbolu yönetenlerin bunu sorgulaması lazım; ama işlerine gelmez. Çekinirler, korkarlar.

 

“CÜNEYT ÇAKIR TAKINTIM HİÇBİR ZAMAN OLMADI”

UT: Hakem camiası içinde bazı kesimlerce, Cüneyt Çakır ile bir husumet yaşadığınız düşüncesi hakim. Bu yüzden Sayın Çakır’ın “sallandığı” maçlardan sonraki gazetedeki yorumlarınızın çok sert olduğu dilendiriliyor. Gerçekten böyle mi? Soruyu hiç dolandırmadan soracağım. Selçuk Dereli’de, Cüneyt Çakır takıntısı var mı?

SD: Bende Cüneyt Çakır takıntısı hiçbir zaman olmadı. Benim Cüneyt Çakır ile kişisel olarak hiçbir problemim olmadı. Cüneyt Çakır’ın getiriliş şekliyle ilgili, onu oraya getiren insanlara yaptığım eleştiriler vardı. Bu Cüneyt Çakır ya da başka birisi de olabilirdi. Cüneyt Çakır “Beni buraya getirdiniz. Hayır, getirmeyin.” mi diyecekti? Keşke onu diyebilecek olgunlukta birilerini bulabilsek; ama yok. Şimdi, Cüneyt’le benim hiçbir sorunum olmadı bu anlamda. Ama babası dersen, babası Serdar Çakır’ın futbol hakemliğine çok büyük zararlar verdiğini düşünüyorum.

 

“SERDAR ÇAKIR FUTBOL HAKEMLİĞİNE ÇOK BÜYÜK ZARARLAR VERDİ”

UT: Ne gibi?

SD: Ne gibi? Örneğin, hakkında çıkan iddialar ortada Serdar Çakır’ın. Bir kadın hakemle, telefon yazışmaları iddiası var ortada, bunlar benim söylediğim şeyler değil. Basına yansıyan o hakemin iddiaları bunlar. Bunları medyada takip edebilirsiniz. Yani Türk futboluna katkı sağlamadığını düşünürüm babasının. Ama Cüneyt Çakır takıntım olmadı, olamaz da. Benim Cüneyt Çakır’ı başarılı olduğu maçlarda öven ve başarılı maç yönettiğini söylediğim birçok yazım ve televizyonda konuşmam var. Ben, önceki dönem hakemlik yapmış tecrübeli ağabeyleri olarak, kötü maç yöneten hakeme eleştirilerimi ağır bir şekilde yapmışımdır. Cüneyt Çakır’a da yapmışımdır. Ama iyi yönettiği maçlarda da tebrik ettiğim yazılarım hem Sözcü Gazetesi’nde hem de Milliyet gazetesinde vardır. Dünya Kupasında yönettiği başarılı maçlardan sonra tebrik yazılarım vardır, hatasız maç yönettiğini söylediğim yazılarım da vardır.

UT: Peki Cüneyt Hoca Süper Lig’de son iki maçında ( Y.N: Röportaj Şubat 15 tarihi itibarıyla yapılmıştır. ) çok da iyi performans sergileyemedi.

SD: Uzun süredir kötü gidiyor.

 

“TÜRK FUTBOL HAKEMLİĞİ GRUPLARA AYRILDI”

UT: Acaba devamlı maç almasından dolayı bir mental yorgunluk olabilir mi?

SD: Olabilir. Ama Cüneyt diyecek ki “Bana biraz görev vermeyin.” Görev verilmeyince alınıyor. Cüneyt yanlış yapıyor. Cüneyt Çakır bir şans yakalamış bana yapılan operasyondan sonra. Bana bir operasyon yapıldı, emeğim çalındı ve ondan sonra oraya Cüneyt Çakır getirildi, bunu herkes biliyor. Bu işi ben Cüneyt Çakır ile kişileştirmiyorum hani, bir başkası da getirilebilirdi. O yüzden şu çok önemli bir şey yani MHK. Cüneyt Çakır’a zarar veriyor, aslında ona her hafta maç vererek. Cezalık not alıyor, ceza vermiyor. Cüneyt Çakır’a ceza vermiyorsun, Hüseyin Göçek’e ceza veriyorsun, öbür hakeme ceza veriyorsun. Bu defa diyor ki hakemler “Cüneyt Çakır korunuyor mu?” Örnek hakem başarılı olan insandır. Örnek hakem gençler tarafından takip edilen insandır. Türk futbol hakemliği gruplara ayrıldı, gruplara bölündü. Bakın bunlar çok önemli şeyler. Türk futbol hakemliğini gruba ayıran zihniyet belli. Cüneyt Çakır ve çevresinde babasının oluşturduğu bir yapı, bir de onlara karşı olan bir yapı var. Türk futbol hakemliği gruplara ayrılırsa bu işten başarı çıkar mı? Çıkmaz. Cüneyt Çakır’a karşı olan hakeme, Serdar Çakır’a yakın olan gözlemci gidiyor, ona göre not veriyor. Öbürüne sempati duyan gidiyor, kötü maç yönetse bile iyi not veriyor. Böyle bir şey olabilir mi ya? Türk futbol hakemliği nereye geldi? İşte bunlar kötü. Cüneyt Çakır şu an ağabeydir, klasman olarak önde bulunan insandır. Bu camiada toparlayıcılık rolünü üstlenmesi gereken insandır. Hakemliğin tamamını kucaklayacak, birleştirecek.

UT: Çok genç yaşta FIFA hakemi olmak, en üst klasmanda maç yönetmek doğru mu sizce? Bu örneği Sadık Deda Hoca’nın oğlu Cem Deda’da görmüştük. Bir hakemin Süper Lig’te maç yönetme yaşı kaç olmalı?

SD: Avrupa’da bunun çok örneği var. Bence, hakem kabiliyetli, yetenekli ve daha aşağıdan maç tecrübesi alarak -örneğin Avrupa’da bazı ülkelerde 16 yaşında başlanabiliyor-gelse hakemliğe, o tecrübe ile gelebilse maç tecrübesi ile zorlanmaz, hakemlikte başarılı bir seviyeye gelebilir. Tecrübe önemli bir belirleyici. Bizde, bazen bu tecrübe elde edilmeden de adamına göre, siyasi iktidara yakınlığına göre belirlemeler yapılıyor. Mesala Ivan Babek. Ben UEFA’nın talent programına (yetenekli hakem programı) katılan ve bitiren ilk Türk hakemiyim. Kuddusi (Müftüoğlu) gitmişti önce, başarılı olamadı ve geldi, ben gittim ve ilk bitiren Türk hakemiyim ben. Yetenekli hakem programında Ivan Babek vardı, Viktor Kassai vardı, şu an önde bulunan hakemler. Mesala Ivan Babek çok genç yaşta gelmişti. Babek son Fenerbahçe maçı hariç –biliyorsunuz, çok kötü bir maç yönetti- fena maçlar yönetmedi, iyi noktalara geldi. Cem Deda örneğinde ise, Cem iyi bir hakem olurdu. İyi bir arkadaştı, devam etmesini çok isterdim; ama futbolun içerisindeki bazı dengeler onu saf dışı bıraktı.

 

“TOLGA ÖZKALFA’NIN AKRABALIK İLİŞKİLERİ VAR”

UT: Tolga Özkalfa, kamuoyuna göre çok fahiş hatalar yapmasına rağmen üst üste maç alamaya devam ediyor.

SD: İşte akrabalık ilişkileri, adamına göre siyasi iktidara yakınlığına göre belirlenirse işler hal böyle oluyor. Tolga’nın akrabalık ilişkileri olduğu kişiler var.

UT: Kimdir Tolga Özkalfa’nın akrabalık ilişkileri?

SD: İzmir’den ağabeyleri var. Olayı kişiselleştirmek istemiyorum. Ünsal Çimen’in (Eski Süper Lig hakemi Y.N) akrabası diye biliyorum. İşte oradaki yakın ilişkiler… Bunlar belirleyici olmamalı, performans belirleyici olmalı. Bırakalım, emek veren hak ettiği yere gelsin kardeşim. Niye getirilmiyor ya? Türkiye’de ikinci lig’te, üçüncü lig’te beni arayıp ağlayan hakemler var. “Hocam bizim emeğimizi çalıyorlar, sana yapılan operasyonun bir diğerini bize yapıyorlar. Kötü olan hakem maça gidiyor. Hepsi için söylemiyoruz; ama biz hak ediyoruz. Siyasi tanıdığımız olmadığı için, akrabamız, eşimiz, dostumuz olamadığı için, babamız hakem olamadığı için bize şans verilmiyor.” diyorlar bana. Bu çok üzüntü verici birşey. Bundan kurtarmak lazım Türk hakemliğini. Tolga, “Tolga hala Kalfa” diye yazı başlıklarım var. Hâlâ da maç vermeye devam ediyorlar. Nedir, anlamıyorum. Yok mu aşağıdan gelen? Bakın Umut Meler. İyi bir sezon geçiriyor, Bursaspor- Fenerbahçe maçında hatalar da yaptı. Ama böyle çocuklarla devam edilmesi lazım, destek olmak lazım. Zaten Tolga da hata yapıyor, bari genci ver, bırak onu kazanalım. Kaybetmeden ver.

UT: Hocam, Hakemlikte bir yaş sınırı tutturmuşlar gidiyorlar.

SD: Koşabildiği sürece yönetebilmeli. Bizde testlerde koşamayan hakemleri idare ediyor MHK, olur mu böyle bir şey? En son UEFA testinde, FIFA hakemimiz koşamadı, biliyorsunuz, ceza aldı Fırat Aydınus. Performans olarak, kondüsyon olarak hazır olan kişide bence son sınır olmaması lazım. Ama bizde 40 yaşındaki hakemlerin bazıları koşamıyor, koştu gösteriliyor. Bu da üzüyor bizi, biz bunları görüyoruz, olmaz.

 

ÇOK TARTIŞILAN MAÇ: DENİZLİSPOR – FENERBAHÇE

UT: Hocam son sorum; Denizlispor- Fenerbahçe maçı olacak. Roportajlık.com’un sosyal medya hesabına gelen sizinle ilgili sorularda, en çok sorulması istenen soru bu konu ile ilgili oldu. Roportajlik.com takipçileri derlerki, “Selçuk Dereli Hoca, o gün maçı niye iptal etmedi?” Gerçekten maçın iptal edilmesi gereken bir durum var mıydı Denizli’de?

SD: Gerçekten maçın iptal edilmesi gereken bir durum olsaydı, ben maçı iptal ederdim. Ben bu, Denizli-Fenerbahçe maçını çok konuştuğum için, artık ben de konuşmaktan yoruldum. O gün, maçlar aynı saatte başladığı için, sarkmasını isteyen iki takım vardı sahada. Biri Denizlispor’du, diğeri Fenerbahçe idi. Neden Fenerbahçe de istiyordu? Çünkü Denizlispor’un küme düşmemesi noktasında “Durum belli olsun da, biz de bakarız duruma.” havası vardı. Tribünden sahaya atılan maddeler, kağıt parçaları, konfeti idi. Yani oyuncuların sağlığını tehlikeye sokan, yaralayıcı herhangi bir şey yoktu. Amaç zaman geçirmekti. Bunun da karşılığı raporuna yazarsın, takımlara ceza verilir. Biz raporu yazdık, gönderdik, öbür sezon başında da o ceza tebliği yapıldı. Dolayısıyla, biz orada kuralları uyguladık. Maçı 90 dakika, oynanmayan süreleri de cesaretle oynatıp 90 dakika oynattım. +16 dakika ancak, o 16 dakikanın 10 dakikası oynanmayan süre, 6 dakikası oyuncu değişikliği, sakatlıklardan dolayı geçen süre. Normalde 6 dakika eklenen süre; ama 10 dakika oyun durduğu için, işte konfetiyi temizlettik, devam ettik. Kuralları uyguladık ve hakemlik hayatımda aldığım en yüksek notu aldım ben o maçta, gözlemci değerlendirmesinde. Gözlemci, yanlış hatırlamıyorsam Ali Uluyol ile rahmetli Musa Eryılmaz’dı. En yüksek not o zaman 10 üzerinden ya 9 idi ya da 9.5 idi.

UT: Hocam, röportaj teklifimizi kabul edip, bizi konuk ettiğiniz için teşekkür ederiz.

SD: Ben teşekkür ediyorum.

“Hipodrom Apayrı Bir Dünya”

0

At yarışları ile ilgilenenler için İstanbul Veliefendi Hipodrumu özel bir yerdir. Yarış severlerin kalbi burada atar. Bahis oynadıkları atın birinci gelmesi için totem yapanlardan tutun da atla beraber koşanlara kadar her çeşit heyecanı barındıran yarış severe rastlarsınız bu özel yerde. Veliefendi’nin sahipleri atlar olduğu kadar jokeylerdir de. Rahmetli Ekrem Kurt’tan, “Çılgın” Mümin’den, Ahmet Atçı’dan “İmparator” Süleyman Akdı’ya, “ Filozof Selim”den “Sihirbaz” Halis Karataş’a kadar birçok jokey, Veliefendi efsanesi oldular. Bu efsanelerin arasında, bir elin parmaklarını geçmeyen kadın jokeyler de var. “Erkek Dünyasına Kadın Adımları” adlı röportaj dizimizin bugünkü konuğu, o kadın jokeylerden Serap Berber. Serap Berber’le jokeylerin yaşamlarından, ata binmenin püf noktalarına; kadın jokey olmanın zorluklarından, kadın jokey adaylarına tavsiyelere kadar yarış dünyası ile ilgili her şeyi konuştuk. Buz gibi bir Cumartesi öğleden sonrasında gerçekleştirdiğimiz sımsıcak sohbete buyurun.

Röportaj: Sinem Hançerigüzel – Uğur Temel

Fotoğraf: Ercan Deniz Küçük

“ ‘Her defasında iyi ki bu mesleği seçmişim.’ diyorum.”

SİNEM HANÇERİGÜZEL (SH): İlk olarak genel bir soru ile başlamak istiyorum. Jokey olmanın şartları nelerdir?

SERAP BERBER (SB): Jokey olmanın şartları şunlar: Öncelikle Apranti Eğitim Merkezi’nde 2 yıllık bir eğitim almanız gerekmekte. Bu okula girmeniz için orta öğretimi bitirmiş olmalı, boy olarak 1.50 m’nin altında ve kilo olarak da 45 kilonun aşağısında olmalısınız. 2 yıllık eğitimin ardından lisans alarak apranti olmaya hak kazanıyorsunuz. 100 yarış kazandığınızda da jokey oluyorsunuz. Sanırım şu an 150 yarış oldu. Atlar erken saatlerde çalıştığı için erken kalkamamak gibi problemleriniz olmamalı. Sağlıklı olmalısınız ve seyahat etmeyi sevmelisiniz. Çünkü Türkiye’nin 9 ilinde at yarışları düzenlenmektedir.

SH: Meslek seçiminde kadınların aklına gelecek son mesleklerden biri jokey olmak. Sizi bu mesleğe seçmeye iten faktör ne oldu?

SB: Beni bu mesleğe iten en önemli faktör yarışçı bir ruha sahip olmam. Kısa boylu ve hafif kiloda olmam da artısı oldu. Aslında ben jokeylik diye bir meslek bile duymamıştım. Bu mesleği Yunanistan’da yaşayan dayımdan duydum. Avrupa’da birçok kadın jokey varmış. Bir gün bana “Sen neden jokey olmuyorsun? Hem fizik yapın çok uygun hem de çok cesaretli bir kızsın.” demişti. Biraz araştırma yaptıktan sonra bu mesleğin bana uygun olduğuna karar verdim. İstanbul’da yaşıyorum ve bu mesleğe girmeden önce atı yakından bile görmemiştim. Ayrıca öyle aman aman hayvan hayranı falan da değildim. Ama şimdi atlar benim yaşam biçimim. Benden bir parça gibiler ve atları çok seviyorum. Her defasında “İyi ki bu mesleği seçmişim.” diyorum.

Kadınlar her durumu ve ortamı etkiler.”

SH: Jokey dendiği zamanlarda akıllarda at üzerinde bir erkek canlanır. Siz, erkek egemen bir meslek alanında işinizi icra ediyorsunuz. Bu noktada ayrımcılık hissettiniz mi?

SB: Aslında ayrımcılık hissetmedim. Ben başarılı olmanın kadını ya da erkeği olmadığını düşünüyorum. Başarılı insan vardır benim için. Siz başarılıysanız, inanın, herkes sizinle çalışmak ister. Çalıştığım her at sahibi ve antrenörde bir jokeye ne kadar at ve çalıştırma imkanı sundularsa, aynı imkanları bana da sundular. Ama yarış çok farklı bir şey. Sadece kadınlar değil, birçok erkek meslektaşım da aynı durumla karşılaşıyor. Bir at için o kadar çok emek harcanıyor ki haklı olarak herkes ata en iyi kimse o binsin istiyor.

SH: Kadın jokey olmanın fiziki açıdan zorlukları var mı?

SB : Jokeylik tabii ki çok zor bir meslek. Bu meslek erkeklere ne kadar zorsa kadınlara da inanın o kadar zor. Jokeylik maalesef Türkiye’de erkek egemen bir meslek grubu, bu yüzden kadın olarak bazı durumlarda biraz daha özverili olmak zorunda kalabiliyorsunuz. “Giyineyim, süsleneyim, ojemi de sürüp işe gideyim.” olayı yok bizde, zaten bunlar için zamanımız da yok.

UĞUR TEMEL (UT): Erkek meslektaşlarınızla yarışma şansınız oldu mu?

SB: Erkeklerle yarışma şansım olmadı.

SH: Türkiye’de sizin gibi kaç kadın jokey var?

SB: Şu an 4 tane kadın jokey var. İki jokey ablamız ise şimdi antrenörlük yapıyor.

UT: Erkek meslektaşlarınızın yarış esnasında birbirleri ile küfürlü konuştukları ve kazabilmek adına “sert” koşu yaptıkları biliniyor. Kadın jokeyin yarışta olması bu durumu etkiler mi?

SB: Kadınlar her durumu ve ortamı etkiler. Öncelikle erkek meslektaşlarım sert koşu yapmıyor. Bizim yarış şartlarımız ve kurallarımız çok ağır. Bir yarışta sadece 11 kamçı vurabilirsiniz. Yarış içinde küfür konusuna da şunu söyleyeyim: Yarış ve kazanma hırsı o kadar farklı bir şey ki bazen istemeden de olsa böyle şeyler olabiliyor. Apranti okulunda dünya standartlarında ahlaklı, saygılı ve sportmen aprantiler yetiştiriliyor. Aprantiler bu konularda birçok eğitim alıyor.(Güzel konuşma, drama, etkili iletişim gibi…) Kendi gözlemlediğime göre kadınların çalıştığı eküriler daha pozitif ve daha neşeli gibi geliyor bana. Kadınların sesinden atlar bile etkilenebiliyor. Tabii ki erkekler konuşmalarında ve davranışlarında daha saygılı oluyorlar.

SH: Atları yarışa çıktıkları hali ile görüyoruz sadece; ama atların o kısa süren yarışlara hazırlandıkları uzun bir süreç de var. Atları yarışa nasıl hazırlıyorsunuz?

SB: Atlar kendi yarış programlarına göre antrenörü tarafından hazırlandıkları bir sistemde çalışır. Genellikle bütün atlar sabah erken saatlerde kenter şeklinde sahayı bir tur koşarak çalışırlar. Cuma günleri sprint ve pazar günleri de galop günüdür. Fakat atın yarış programına göre bu günler değişebilir. Akşam saatlerinde de at ya binek ya da gezinti olarak yarım saat dışarı çıkartılır.

UT: “At sahibine göre kişner.” derler. Sizce at binicisini seçer mi?

SB: Bazen atlar binicisini seçer. Sizin altınızda at hiç çalışmazken bir başkasıyla uyum içerisinde çalışabilir. El hassaslığı, yumuşaklığı atlar için önemlidir. Hatta bu konuda kendi yaşadığım bir olay var. Her gün bindiğim bir at vardı, çok uysaldı. O kadar sakin bir at ki “Sanki üstünde bebek taşıyor.” derdim. Her o ata bindiğimde at sahibi yanında insanlarla gelir, sürekli atı göstererek hayretler içinde yanındaki kişilere bir şeyler anlatırdı. Bir gün benden attan inmemi istedi ve başka bir erkek aprantiye binmesini rica etti. Benim bindiğim o sakin at gitmiş, yerine huysuz ayakları yere basmayan sürekli şahlanan bir at gelmişti. Ben de gördüklerime inanamamıştım zaten. At biraz yürüdükten sonra üstündekiyle birlikte kendini yere attı. Anladım ki atlar gerçekten insan seçiyorlarmış.

Yarış kuralları, şartları ve cezaları çok ağır.”

UT: At sahipleri gönül rahatlığı ile size at teslim ediyorlar mı?

SB: Evet, ediyorlar. Sizin nasıl çalıştığınızı ve iş disiplininizi biliyorlarsa tabii ki de size atlarını teslim ediyorlar.

UT: Futbolda olduğu gibi at yarışları esnasında da şike iddiaları konuşuluyor. Bu iddialar hakkındaki düşünceleriniz nedir?

SB: Az önce de dediğim gibi, at yarışlarında kesinlikle şike olayları yok. Çünkü yarış kuralları, şartları ve cezaları çok ağır. Bu yüzden kimse şike yapmayı düşünmez. Yarış Komiserleri Kurulu tarafından bütün yarışlar en ayrıntısına kadar inceleniyor. Yarış esnasında yaptığınız ufacık bir hata bile insanların hayatlarına mal olabilir. Hataya göre sadece jokeyler değil, at sahibi, antrenör ve at da ceza alabilir.

SH: Kadın jokeyler, Türkiye Jokey Kulübü tarafından yeterince destek görüyor mu?

SB: Kesinlikle destek görüyoruz. Türkiye Jokey Kulübü kadın jokeyler için yarışlar düzenliyor. Sanırım şimdilerde kadın seyisler yetiştirmek için bazı çalışmalar yapıyorlar.

UT: Hangi cins ata binmeyi tercih edersiniz? İngiliz mi, Arap mı?

SB: Ben İngiliz atlarını daha çok seviyorum. Daha uzun aksiyonlu oluyorlar.

Bu dünyaya ayak bastığınızda buradan kopamıyorsunuz.”

SH: Birçok meslekten farklı olarak işiniz gereği devamlı formda olmanız gerekiyor. Formunuzu korumak, yarışa hazır olmak adına günlük yaşamınızı nasıl şekillendiriyorsunuz?

SB : Her sabah erken kalkıyorum. Benim vücut yapım oturduğu için rejim yapmıyorum; ama doğal ve sağlıklı beslenmeye özen gösteriyorum.

SH: Jokey olmak isteyen; fakat ataerkil toplum yapısından dolayı buna cesaret edemeyen kadınlara tavsiyeleriniz nelerdir?

SB : Kadınlara tavsiyem, yarışmayı ve hayvanları seviyorlarsa tercih edebilecekleri bir meslek. Cesaretli olmak da çok önemli. Burası İstanbul’un içinde; ama apayrı bir dünya. Bu dünyaya ayak bastığınızda buradan kopamıyorsunuz. Bütün kadınları bekleriz. Kadınlar bu mesleği seçebilirler, yarışları izlemeye gelebilirler, çocuklarını at bindirmeye getirebilirler, piknik ve oyun alanlarında hoş vakit geçirebilirler. Hipodrom gerçekten farklı bir yer.

Yarış içerisinde kendi sahip olduğu atı geçen jokeyler gördüm.”

UT: Müstakbel eşiniz de bir jokey: Nurullah Göz. Birlikte yarışa girseniz nasıl bir çekişme olur aranızda?

SB: İkimiz yarışa girersek o da kazanmak için koşar, ben de. At yarışlarında “Kadınlar önden gider.” diye bir durum yok. Bu kadar insan size güvenip yarış oynuyor, kimse onlara haksızlık yapmaz. Ben burada, yarış içerisinde, kendisinin sahibi olduğu atı geçen jokeyler gördüm.

UT: Nurullah Bey ile aynı yarışta olmadığınızda, birbirinize atlarla ilgili taktik verip koşu stratejisi belirliyor musunuz?

SB: Evet, tabii ki veririz. “Bu atın huyu şöyledir, şu tarz yarışları sever, karakteri budur.” gibi paylaşımlarda bulunuyoruz.


Nikola Tesla’nın 116 Yıl Sonra Ortaya Çıkan Röportajı!

Nikola Tesla, gezegenimizin en büyük mucitlerinden ve en gizemli kişilerinden biri. Tesla’nın 116 yıl sonra bir gazeteciyle röportaj yaptığı ortaya çıktı.

Nikola Tesla, gelmiş geçmiş en büyük mucitlerden biri, belki de en büyüğü. Buluşları ile birçok açıdan zamanının, hatta günümüzün de önünde biriydi. Hatta Tesla’nın yüz yıldan fazla bir zaman önce araştırdığı bazı konuları bugün bile doğru düzgün gerçekleştiremedik. Tesla, en çok elektrik hakkında yaptığı araştırmalarla adını duyurdu.

Ancak o, elektroniğin çok çok ötesindeydi. Kablosuz iletişim, türbin motorları, helikopterler, florasan ve neon lambalar, torpidolar ve hatta X-ray ile ilgili buluşları var. Yaklaşık 700 patente sahip Tesla’nın birçok buluşu da Edisson tarafından çalındı. Peki Tesla’nın yıllar önceden kalan, gizli bir röportajının olduğunu biliyor muydunuz? İşte bu röportaj.

Gazeteci: Bay Tesla, sizin için kozmik süreçlere karışan biri diyorlar. Sahiden siz kimsiniz?

Tesla: Bu doğru bir soru, tüm sorularına cevap vermeye çalışacağım.

Gazeteci: Bazıları sizin Hırvat olduğunuzu söylüyorlar. Küçük bir köyde doğmuşsunuz, öyle mi?

Tesla: Evet, tümü doğru. Aslen Sırbım. Ancak Hırvatistan benim anavatanım, bundan gurur duyuyorum.

Gazeteci: Fütüristler, 20. yy’ın sizin başınızın üstünde doğduğunu söylüyorlar. Manyetik alanı kutsuyor, indüksiyon motoruna ilahiler söylüyorlar. Sizin buluşunuz olan alternatif akım, bugün fizik ve kimyayı dünyanın yarısına hakim kılabilir. Endüstri sizi en büyük hayırsever ilan etmek üzere. Tesla laboratuvarında ilk defa atomu kırabildiniz. Deprem titreşimlerine sebep olabilen bir cihaz yaptınız. Siyah kozmik ışınları keşfettiniz. Beş elementin sırrını araştıran Empedokles gibi, varlığın sırlarına vakıf oldunuz. Birçok kişi için ilahi bir figür gibisiniz.

Tesla: Evet, bu anlattıklarınızın bazıları en önemli buluşlarımdan birkaçı. Ancak ben yenilmiş bir adamım. Yapabileceğim en büyük şeyleri yapamadım.

Gazeteci: Bunlar nelerdir, bay Tesla?

Tesla: Tüm dünyayı aydınlatmak istedim. Dünya’nın Güneş gibi parlaması için yeterli miktarda enerji mevcut. İstediğimi yapmama izin verselerdi, tıpkı Satürn’ün etrafındaki halka gibi Dünya’nın da ekvator kısmında da ışıktan bir halka olacaktı. İnsanoğlu buna hazır değil. Colorado Springs’de yaptığım çalışmada dünyayı elektriğe batırdım. Ayrıca insanlara pozitif zihinsel enerji sunabiliriz. Bach ve Mozart gibi büyük müzisyenler veya büyük şairler geldi geçti. Dünya’nın iç kısmında barışın, neşenin ve sevginin enerjisi var. Dünya tarafından büyütülmüş bir çiçek aldığımda veya topraktan çıkana yiyeceklerde, orayı bir kişinin vatanı yapan her şey vardır. Yıllarımı, bu enerjinin insanları nasıl etkilediğini araştırmakla geçirdim. Gülün güzelliği ve kokusu ilaç olarak ve güneş ışınları yiyecek olarak kullanılabilir. Yaşam sonsuz sayıda biçime sahiptir ve bilim insanının amacı bunları her maddede bulmaktır. Burada üç esas nokta var. Benim yaptığım sadece araştırmak. Bunları bulamayacağımı biliyorum ancak yine de araştırmaktan vazgeçmeyeceğim.

Gazeteci: Bunlar nelerdir?

Tesla: Birinci mesele yiyecek. Aç bir dünyayı beslemek için ne kadar yıldız veya Dünya enerjisi gerekir? Bir diğeri kötülüğün ve acının gücünü yok etmektir. Bu, uzayın derinliklerinde bir salgın olarak görülür. Üçüncüsü de evrende aşırı ışık var mıdır? Tüm astronomik yasaların ortadan kalktığı ve matematiksel denklemlerin işe yaramadığı, değişime uğramayan bir yıldız keşfettim. Bu yıldız bu galakside. Boyutu bir elma kadar, ağırlığı ise tüm Güneş Sistemi’miz kadar. Biliyorum, yer çekimi kanunları uçmak için aşılması gereken bir şey, ancak ben bireylerin fiziksel olarak uçmasını değil, bilinçleriyle bir yerden bir yere gitmesini araştırıyorum. Havadaki enerjiyi uyandırmaya çalışıyorum. Bu gezegende boş bir alan yok. Boş olarak düşünülen alan sadece maddenin farklı bir tezahürü.

Gazeteci: Her gün evinizin penceresine kuşların geldiği söyleniyor.

Tesla: İnsan kuşlara karşı duygusal olmalı. Onlar gerçeğin habercisidirler.

Gazeteci: Smiljan’daki o günlerden beri uçmayı bırakmadınız.

Tesla: Çocukken çatıdan uçmak istedim ve düştüm. Hesaplamaları yanlış yapmışım. Unutma, gençlik yaşamdaki en önemli kanattır!

Gazeteci: Hiç evlendiniz mi?

Tesla: Hayır.

Gazeteci: Rölativite teorisine saldırdığınız için hayranlarınız şikayet  ediyor. Eğer enerji her yerde ise nerede bu göremediklerimiz?

Tesla: İlk önce enerji, sonra madde oluşuyor. Evren ışık olarak bildiğimiz özgün ve ebedi enerjiden doğdu. Madde sonsuz ışık formlarının bir tezahürüdür. Evrenin dört temel yasası var. Birincisi, matematiksel bir ölçünün olması. İkincisi karanlığın içinde yayılıyor olması. Üçüncüsü ışığın bir ışınsal maddeye dönüşmesi. Dördüncüsü başı ve sonu olmaması. Yaratılış sonsuzdur.

Gazeteci: Ancak bu teoriye karşı ders vermiyorsunuz, neden?

Tesla: Unutmayın, sonsuzluğu anlayamamamızın nedeni evrenin kavisli yapıda olması değil, insan zihnidir. Ben ışığın bir parçasıyım. Evren tıpkı bir senfoni gibi, düzenli ve harmonik. Einstein bu sesi duysaydı rölativite teorisini yaratmazdı. O, sadece kaosun habercisi.

Gazeteci: Bay Tesla, bir ses mi duyuyorsunuz?

Tesla: Her zaman duydum. Benim manevi kulağım gökyüzü kadar büyük. Einstein bir kısmı çok iyi olan birçok iş yaptı. Ona garezim yok. Yalnız “eter”in olmadığını düşünmesi büyük bir hata.

Gazeteci: Gençliğinizde sık sık hasta olduğunuz söyleniyor, bu doğru mu?

 

Tesla: Evet sık sık yaşam gücümün düştüğü doğru. Bazen insanın acı çekmesi gerekebilir. Küçükken koleraya yakalanmıştım. Babam teknoloji üzerinde çalışmalar yapmama izin verince geçti. Bir kişinin zihin gücünü asla küçümsemeyin.

Gazeteci: Bay Tesla, bu bir oyun mu? Bana zihin gücünden bahsediyorsunuz…

Tesla: Evet bir oyun, ben oynadım ve elektrikle çözdüm. Unutma, Nikola Tesla yıldırım hakkındaki gerçekleri keşfeden ilk kişi.

Gazeteci: Kuşkusuz okuyucularımız mizahı seviyor, yalnız bilim ile bazı kişisel görüşlerinizi karıştırıyor gibisiniz.

Tesla: Bay Smith, insanlar fazla ciddiler. Bir Çin atasözü der ki, “Fazla ciddiyet yaşamı kısaltır”.

Gazeteci: Felsefenizi duyduklarında buna bayılacaklar.

Tesla: Hayat bir ritimdir. Her şey birbiri ile derin ve mükemmel bir ilişki içindedir. İnsan, güneş, yıldızlar… Bilgi içinde yaşadığımız evrenin bize sunduğu bir şeydir.

Gazeteci: Bir Budist rahibin veya Taoist birinin sözleri gibi söylediğiniz şeyler.

Tesla: Evet! Bu gibi öğretilerin içinde evrenin bazı sırları gizli. Hakikat daima insanoğlunu büyülemiştir.

Gazeteci: Peki sizin için elektrik neyi ifade ediyor?

Tesla: Her şey elektriktir. İlk önce ışık, evreni temsil eden sonsuz biçim! Siyah ise ışığın gerçek yüzü. Tabi ki biz bunu göremiyoruz.

Gazeteci: Bay Tesla, elektriği fazla abartmıyormusunuz?

Tesla: Ben elektriğim, isterseniz elektriğin insan kılığına bürünmüş şekliyim diyebilirim. Siz de öylesiniz, henüz fark etmemişsiniz.

Gazeteci: Peki bir milyon volt eletriği geçirebilir misiniz?

Tesla: İnsan bedeni büyük miktarda enerjiden meydana gelmiştir. Beynimiz baştan sona elektrikle çalışıyor. Günün birinde bunun gerçekleştiğini göreceğiz.

Gazeteci: Otel yönetimi yaşadığınız bu otel odasında hava şimşekliyken sürekli biriyle konuştuğunuzu söylüyorlar doğru mu?

Tesla: Evet, şimşekler ve yıldırımlarla konuşuyorum.

Gazeteci: Nasıl yani?

Tesla: Çoğunlukla ana dilimde konuşurum.

Gazeteci: Okuyucularımız bu sözlerinizi duyunca çok şaşıracaklar.

Tesla: Şimşek ve yıldırımlar doğanın en güçlü ve parlak güçleri. O kadar şiirseller ki.

Gazeteci: Peki madde nedir?

Tesla: Bak, nasıl da gözlerin parladı. Benim bilmek istediğim şey yıldızlar söndüklerinde ne olduğu. Bir yıldız söndükten sonra oluşan şey ne. İşte o zaman maddeyi ve evrenin sırlarını anlamaya başlayabileğiz.

Gazeteci: Peki ya sonra ne olacak.

Tesla: Tanrı bize gülecek ve bizi tutuklatacak (Tesla bunları söylerken gülüyor..).

Gazeteci: Bu anlattıklarınız yazılarınızda “kozmik acı” diye sıklıkla bahsettiğinizin tam tersi değil mi?

Tesla: Hayır, çünkü biz hala Dünya’da yaşıyoruz. Birçok insanın farkında olmadığı bir hastalığı var. Bu nedenle birçok başka hastalık, acı, kötülük, sefalet ve savaşlar var. Bu hastalık tamamen tedavi edilebilir gibi değil, ancak farkında olmak yaşadığımız kötülükleri kontrol altına alabilmemizi sağlar. Yakın hissettiğim insanların acılarını bazen bedenimde hissediyorum. Bunun temel nedeni vücutlarımızın benzer maddeden yapılmış olması ve ruhlarımızın birbiri ile ilişkili olması. Bir yıldızın yok olmasının görüntüsü, bizi hayal edebileceğimizden daha çok etkiliyor. Dünyadaki yaratıklar arasındaki ilişkiler farkında olduğumuzdan bile fazla. Daha iyi bir gelecek için öğrenmemiz gereken çok şey var.

Kaynak: WEBTEKNO

Sabahattin Ali’nin 1936’da Verdiği Röportaj

41 Yıllık kısa yaşantısına üç roman, on öykü, iki şiir kitabı ve yedi kitap çevirisi sığdıran yazar sadece edebiyata değil Türk müziğine de onlarca güzel beste kazandırdı. Vatanını çok seven her yazar gibi, bu topraklarda dünyaya gelmenin bedelini oldukça fazla ödemiş…

Röportajlık olarak, Sabahattin Ali’nin 1936’da Varlık Dergisi’nden Muzaffer Reşit’e verdiği röportajı yayınlıyoruz. İyi okumalar…

-Bugünkü edebiyatımız hakkında toplu fikriniz nedir?

-Edebiyat, içinde yaşanan cemiyet şartlarının şuurlu veya şuursuz bir ifadesi olduğuna göre, bugünkü edebiyatımız, bugünkü cemiyetimizin bir örneğidir. Ve burada da, hayatta olduğu gibi, birtakım değişme, kendini idame prosesüsleri ile karşı karşıyayız. İleri hamleler, geriye doğru çeken mürteci kuvvetler dövüş halindedir. Hatta hayatta ortadan kaldırılması kolay olan gerilikler fikirlerden böyle kolaylıkla silinemediği ve mürteci ideolojiler çok kere aldatıcı kisvelere bürünmediği hayatlarını devam ettirmenin hazan muvaffak olan bir çaresi gibi kullandıkları için edebiyatımızda bu ileri-geri çekişmesi daha kuvvetle ve sarahatle hissolunuyor. Birbirlerine hiç kastetmez gibi görünen cereyanlarda bile birbirlerine karşı bir cephe alış sezmemek imkansızdır. Mamafih gitgide kuvvetlenen ileri cereyan, dünden kendilerini bir türlü ayıramayanları yenmekte daha fazla gecikmeyecektir. Bu ileri-geri tarifim nesil meselesi falan değildir. Yirmi yaşında “geri”ler olduğu gibi altmış yaşında ileriler de vardır. Bu tarif dünyayı görüş, dünyanın temposuna uyuş bakımından yapılmıştır.

-Edebiyatımızın hangi istikametlerde ve nasıl gelişmesine taraftarsınız, bunun için ne gibi şartları lüzumlu görüyorsunuz?

-Edebiyat, hatta alelumum sanat, bence sanatkarın düşündüğü ve duyduğu bir fikrin ve bir hissin ortaya atılması, tamim edilmesi demektir; yani bir nevi propagandadır. Ben hiçbir zaman sanatın maksatsız olduğuna kani olmadım. Sanatın bir tek ve sarih maksadı vardır: İnsanları daha iyiye, daha doğruya, daha güzele yükseltmek, insanlarda bu yükselme arzusunu uyandırmak. Sanatın, ve burada mevzuumuz edebiyat olduğuna göre edebiyatın, bu manada gelişmesini isterim. Bu takdirde de endividüalizmden mümkün olduğu kadar hayata, muhite dönmek, muhitten birçok şeyler almak ve muhite birçok şeyler vererek yazmak lazımdır. Bunun yapılabilmesinin birinci şartı ise, muharrire realist olmak müsaadesinin verilmesidir.

-Edebiyatımızla okurlar kitlesi arasında bugün açılmış olan boşluğu nasıl izah ediyorsunuz?

-Bugünkü edebiyatla okurlar kitlesi arasında boşluk değil, uçurum vardır. Kabahat doğrudan doğruya, hiç noksansız, edebiyatta, muharrirdedir. Ben bizim halkımızın okumaktan kaçmadığını yakından bilirim. Yalnız ona okuyacağı şey hala verilmemiştir ve o hala, büyük bir inat ve sabırla, okumaktan vazgeçmiyor. Asırlardan beri okuyageldiği şeyleri tekrar ediyor. Bir bayramda şehre inmiş olan birkaç köylünün kırkar kuruş vererek Kerem ile Aslı, Hayber Kalesi gibi kitaplar aldıklarını ve bunları köye hediye götürdüklerini gördüm. Kitap hediyesinin asilzadeler arasında bile moda olmadığı zamanda halkımızın kitaba para vermediğinden bahsetmek ayıptır. Ankara’da bir pazar yerinde limon satan bir çocuğun kazandığı 30 kuruşun on beş kuruşu ile bir Türkçe Yasinişerif aldığına şahit oldum. Bu, okumak isteyen ve kitaba para veren kitleyi ne kadar başıboş bıraktığımızı gösterir. 13 yaşındaki bir çocuk, parasını vereceği kitabın bir Yasinişerif değil, daha kendisine yakın ve daha 1936 senesine yakın bir eser olmasını elbette isterdi, ama nerede o eser? Okurlar kitlesi bugünle hiçbir alakası olmayan bir adamın saltanatla beraber ölen aristokrasi için duyduğu mariz? hasreti mi okusun? Genç bir şairimizin: “Hakikatte iki halis ve orijinal insan tipi vardır: Biri hiçbir şeyi bilmeyen köylü ve aşağı sınıf halk, öbürü her şeyi bilen, yaratıcı ve idare edici fert!” diye biten derin manalı yazılarını mı benimsesin? Kitle için yazdıklarım zanneden muharrirlerimiz ise en gülünç olanlarıdır. Kitle ile beraber ıstırap çekmeyen, halkın sevinci ile yüzü gülüp onun isyanı ile şaha kalkmıyan, nabzı kitlenin nabzile ayni tempoda atmıyan adamın kitleye “sen” diye hitabetmesi hatta gülünçten de ileri bir şeydir. Hala köylüyü Amerikalı bir seyyah göz ile seyredip onda ya mistik, karanlık bir ruh veya iptidai bir hayvan gören büyük romancılarımız var. Halktan bahsediyorum diyen yabancı ve ucuz esprili hikayelerle halkı maskaraya çeviren meşhur muharrirlerimiz var. Cinsi ihtibaslardan histeriye uğramış yarım tahsilli genç kızlar için yazdığı sulu romanının cildlerine dayanarak kendisine “en çok okunan halk muharriri” sıfatını takan şımarık şarlatanlar var. Edebiyatımızla okurlar kitlesi arasındaki boşluğu bunlar mı dolduracak?

-Bizim gibi geniş halk kitlelerini en kısa zamanda terbiye etmekle mükellef bir memlekette edebiyatçılara da bu yolda bir vazife düştüğünü, halkçı ve faydacı bir edebiyata lüzum olduğunu ileri sürenler var. Bu hususta siz ne düşünüyorsunuz?

-Bence hayattaki her şey gibi, edebiyat da bir hizmet ve bir mücadeledir. Ve yukarıda söylediğim şeye, daha doğruya, daha iyiye, daha güzele götüren bir mücadele ve hiçbir zaman yüksek ruhlu bay üdebanın gönül eğlencesi değil!

-Halk ve Divan edebiyatlarımızdan bugün için faydalanma imkânı var mıdır?

-Sanat, olmuş ve olacak her şeyden faydalanır. Divan edebiyatı gibi kitle ile arasındaki köprüleri yakmış zümre edebiyatları ancak içtimai tetkik mevzuu olur ve şair bunları ibretle gözden geçirir. Halk edebiyatı ise, halka varabilmek yollarını işaret edeceği için daha istifadelidir. Fakat bunu da olduğu gibi almak yanlıştır. Halk edebiyatının geri tarafları çoktur. Mahsullerinin ekserisi din ve tasarruf karanlığının, derebeylik zihniyetinin tesirleri ile dopdoludur. Bu materyali kullanacak olanlar ayıklamasını bilen insanlar olmalıdır.

-Bugünkü roman ve şiirimizi beraber ele alınca hangisini üstün buluyorsunuz ve niçin?

-Bugünkü roman ve şiirimizi ele alınca şiirimizde tek tük ileri hamleler görüyoruz. Fakat romanda daha doğrusu alelumum epik sahada, üstüne düşen vazifeleri kısmen olsun yapmış bir eser ortada yoktur. Biraz acı ama bu böyle.

-En çok sevdiğiniz ve tekrar tekrar okuduğunuz beş kitap?

Klim Samgin’in Yaşamı – Maksim Gorki

Ve Durgun Akardı Don – Mihail Şolohov

Taranta – Babu’ya Mektuplar – Nazım Hikmet

İnsanlık Durumu – Andre Malraux

Budala – Dostoyevski

Söyleşi: Muzaffer Reşit Sabahattin Ali ile Bir Konuşma

Kaynak: Varlık, (65), 15 Mart 1936

“Macera Yeni Başlıyor”

Hiç oyun oynar mısınız? Eğer cevap evet ise ve siz GTA San Andres neslinden sonraki nesilseniz bu röportajı bir çırpıda okuyacaksınız. Biraz daha yaşlıysanız bile ‘’ne oyunlar çıkmış bizden sonra be’’ diyeceğinize garanti veriyoruz. Yani herkes için bir şeyler var bu röportajda. Youtube’u sık takip edenler onu Pinti Panda olarak biliyor ve oyun severlerin gözünde çoktan bir numara. Biz Pinti Panda ile tabii ki GİST 2017 Oyun Fuarında oyunların en içinde bir araya geldik; oyunlar, Youtube, Pinti Panda olmadan önceki yaşamı ile ilgili şahane bir röportaj yaptık. Bu röportajı okurken tebessüm edeceğinize garanti edebiliriz. Bize güvenin ve keyifle okuyun.

Röportaj: Enis Derdimentoğlu – Cem Barış Temel

Fotoğraf: Uğur Temel

ENİS DERDİMENTOĞLU (ED): Öncelikle Youtube maceranız nasıl başladı?

TUNA AKŞEN (TA): Aslında bütün Türk gençlerinin durumu aynıdır. Oyun oynamaya başlarsın ufak yaşlardan itibaren. Lisede hala oyna; üniversiteye gel, hala oyna; e iş hayatına girdim, baktım hala oynuyorum. Tabii her şeyin yanında iş dünyası, eğlenceli ve zorlu bir alan ve sıkıntılar yaşayabiliyorsunuz. Bir zaman sonra çalışan bir adam olmaktan o kadar çok bunaldım ki kafamı dağıtacak bir şeyler aramaya başladım. Önce ‘’Starcraft’’ oyununun videolarını çektim. Sonra bunu başka oyunlar takip etti. Bugünden 4 sene önce de çalıştığım firmayla bir konuda anlaşamayıp 2013 yılında istifayı bastım. Eve döndüm ve hafif bir depresyon dönemine girdim. Depresyon dönemlerinde insanlar onları o kafadan çıkaracak bir şey ararlar. Kimi gezer tozar, kimi yemek yer. Ben de oyun oynadım, işte o zaman tam olarak 2013’te başladım. 2011’de de videolar çekiyordum; ama 2013 yılından itibaren ‘’Ben bu işi yapacağım.’’ dedim. “Para kazanırım ya da kazanmam; ama en azından sevdiğim bir şeyi yaparım.” diye düşündüm. E ondan sonra da aldık, yürüdük çok şükür sayenizde.

ED: ‘’Skyrim’’ isimli oyununun tam 162 videosunu yayınladınız. Bu oyunu bu kadar uzun soluklu bir seri haline getiren neydi?

TA: Ya Skyrim’de olay şu; öyle bir oyun dünyası yaratmışlar ki gerçek dünyada yaşayamayacağın maceraları bu oyun içinde yaşayabiliyorsun. Bazıları diyor ‘’Abi hala bitiremedin.’’ Yahu neden bitireyim? Elimde harika bir oyun var. Kimisi hızlı hızlı oynayıp direkt sonuca gider, bitirir. Bende tam tersi, ayak basılmadık yer kalmasın… Ne kadar mağara var, ne kadar insan var? Oyunun tamamını göreyim, özümseyeyim isterim. O oyun 160 değil, 360 bölüm sürer, ben size söyleyeyim.

ED: Peki hepsini yayınlamayı düşünüyor musunuz?

TA: Boşuna “Hedef 2023” demiyoruz.
“Witcher 3 Bu Sene Çok Konuşulacak”

CEM BARIŞ TEMEL (CBT): Geçtiğimiz yıl çıkan oyunlar arasında en beğendiğiniz ve gelecek yıl çıkacak oyunlar arasında en merak ettiğiniz oyunlar hangileri?

TA: Geçtiğimiz yıl içerisine 2015 yılını da katalım; çünkü daha 2017’nin çok başındayız. Son 1,5 yıl içinde beni en heyecanlandıran oyun açık arayla ‘’Witcher 3’’ oyunu ve ek paketleridir. Geçen sene birçok oyun çıktı; Witcher 3, Battlefield, TitleTool gibi harika oyunlar vardı. Ama Witcher 3’te harika grafik, harika müzikler, harika atmosfer var. Ben 100 saatin üzerinde oynadım, yani çok gezmedim; ama sana yüzlerce saat oyun deneyimi vermiş, e bunun üzerine oyun olmaz. Ben hala Witcher 3’ü geçebilen bir oyun oynamadım. Bu Mart ayında ‘’Horizon Zero Dawn’’ diye bir oyun çıkıyor. Senaryoya tam hâkim değilim; ama mekanikleşmiş genç bir kızın vahşi bir dünyada hayatta kalması ile ilgili bir oyun. Açık dünya, hayatta kalmaya çalışıyoruz. Oyun içinde bir şeyleri de çözmeye çalışıyoruz. Bu oyunu bekliyorum burada (GİST Oyun Fuarı), daha oynayamadım yoğunluktan.

CBT: Twitch’de yaptığınız canlı yayınlarda oynadığınız oyunları nasıl seçiyorsunuz? Sizin için bir önem sırası var mı?

TA: Twitch’de iki kriter var. Ya siz keyif aldığınız, eğlendiğiniz yayınları yapacaksanız -ki sizi izleyen izleyici de sizin eğlendiğinizi görüp bundan keyif alsın- ya da belirli trend oyunlar var. Örneğin; Counter Strike, Leauge Of Legends ve bu tarz oyunlara kendinizi adapte edeceksiniz, o şekilde ilerleyeceksiniz. Ben bu ikincisini hiçbir zaman yapamıyorum, zaten oynayamıyorum. Bendeki olay kısaca şu; 10 bin ya da 5 bin izlenme, bin kişi tarafından izlen; ama oynadığın oyundan keyif al. Böylece izleyici senin oyundan keyif aldığın oyunu izlemeye gelsin. Popüler oyunlarda tabii ki izleyici gelir; ama sana gelmez, oyuna gelir. Eğer diğer şekilde senin oynadığın herhangi bir oyuna geliyorlarsa, oyuna değil sana kıymet verdikleri içindir. Bu çok daha verimli. Ben de hayatta kalma oyunları; TheForest ya da TheLongDark’ı çok seviyorum ve keyif alıyorum. Yeni çıkan oyunlara da şöyle bir göz atıyorum, yani biraz ondan, biraz ondan, öyle yayınları harmanlıyorum. Haftada 3-4 gün yayın oluyor ikisinden de karıştırıyorum.

ED: Büyük oyun üreticilerinin çıkardığı popüler oyunların alfa modunu Türkiye’den denemek için çağırılan tek Youtuber sizsiniz. Firmalar neden sadece sizi tercih ediyor? Türkiye’den başka isimler de çağırılabilir mi?

TA: Çağırılabilir; ama şöyle kriterler var. İster mobil olsun ister popüler oyunlar olsun yapımcı her zaman ‘’Benim oyunumu ilk defa oynayacak adam, oyunun kalitesinden anlamalı.’’ diye düşünür. Yabancı dil isterler ki sağlıklı iletişim kurulabilsin, kitleye hitap edebilsin ve onları etkileyebilsin. Ben mesela bir oyuna “Kötü” dersem birçok kişi o oyunu oynamaz, “İyi” dersem de oynar. Bunun sebebi benim kararlarıma ve yaptığım videolara güvenmeleri. “Böyle kaç Youtuber var?” dersen, bilemem, belki 3, belki 5; ama çok değil. Ubisoft mesela beni önce ‘’Watch Dogs’’ oyununa çağırdı. Baktı videolar, yorumlar güzel ve inanılmaz bir geri dönüş var, bu sefer ‘’GhostReconWildlands’’ oyununa çağırdı. Şimdi ‘’Far Cry 5’’ çıkacak, bakarsınız onu da Türkiye’de ilk ben oynayacağım. Efsane olacak.

 

“Çok memnunum halimden”

ED: Youtube’da 400 bin, Twitch’de 200 bin civarı takipçiniz var ve takipçileriniz tüm çabanıza rağmen takipçi sayınızın hak ettiğiniz sayıda olmadığını savunuyor. Siz ne düşünüyorsunuz?

TA: Ben aslında ona hiç katılmıyorum. Çünkü benim iki lafım vardır: ‘’Geç olsun güç olmasın’’ ve ‘’Az olsun öz olsun.’’ Şimdi Youtube Türkiye’de çok kanal var, 700-800 bin kanal var; ama şu an GİST’deyiz, az çok kalabalığı görüyorsunuz. Yani izlenme kazanmak kolay. Video görselinde ya da başlıkta oynamalar yapar izlenme kazanırsın; ancak insanları kazanmak o kadar kolay değil. 700 bin, 800 bin, hatta 1 milyon bunlar güzel abone sayıları; ama ben biliyorum ki benim 400 bin abonem bana, benim yarattığım içerik için ve benim için geliyorlar. Bu benim için çok büyük bir güç. Ben bunun için kendime güvenirim bu konuda. 400 bin ne demek ya? Millet 700-800’e alışkın; ama 400 bin az sayı. Ben rüyamda böyle sayılar göremezdim. Çok memnunum halimden.

CBT: Oynadığınız zaman fikirlerinizi ve hayata bakış açınızı değiştiren bir oyun var mı?

TA: Genelde o tarz oyunlar bağımsız oyunlar oluyor; puzzlebulmacalı gibi. Mesela ‘’Limbo’’ diye bir oyun vardı; siyah-beyaz, 3-4 sene önce çıkmıştı ve 2 boyutlu bir oyundu. Baktığınız zaman çok basit bir oyun; ama ben o oyunu oynarken aklımdan onlarca şey geçti. Bir yalnızlık düşünüyorsunuz, spoiler vermek gibi olmasın, onun sonunda bir şey oluyor, sevdiğin şeyleri düşünüyorsun. Limbo insanın düşüncelerini değiştirecek bir oyun.
“Oyun Sektörü Hak Ettiği Yerde Değil”

ED: Türkiye’deki oyun sektörü hakkında ne düşünüyorsunuz? Baktığımızda kendi kaliteli ve popüler oyunlarımızı yapıyoruz, üstelik oyun oynayacak genç nüfusumuz oldukça yüksek. Her şeye rağmen sektör istenilen yerde mi?

TA: Sektör istenilen yerde değil maalesef. Çok yüksek bir oyuncu potansiyelimiz var; ancak ülke olarak gelir düzeyimiz çok yüksek değil. Almanya’da ya da Fransa’da oyun sektörü büyüyebiliyor. Çünkü adam oyuna 60 Euro veriyor, çarp şu aralar 4’le, 240 lira eder. Bizde kim bu oyuna bu kadar para verir? Belki ayda bir defa verebiliriz. Allah’tan benim sponsorum var da ben öyle oynuyorum. Şimdi satın alımın bu kadar kısıtlı olduğu yerde sektör istenilen düzeyde büyüyemez doğal olarak. Ona rağmen ‘’MountAndBlade’’ büyük başarı yakaladı, avantajımız çok büyük bir kitle olmamız; ancak Türkiye’deki oyunculara oyun satın almayı aşılamak gerek. Burada mobil oyun pazarı çok yüksek. Çünkü oynaması ücretsiz. Örneğin Leauge Of Legends gibi oyunlar… Oyuncular oyunlara para harcamayabilirse ve kopya, crack ya da torent gibi bu tarz oyun indirme yöntemlerinden uzak durabilirse sektör istediği yere gelebilir.

ED: Peki devlet bu tarz yöntemlere korsan filmlerde olduğu gibi bir önlem getirebilir mi?

TA: Getiremez. Neden getiremez? Çünkü interneti yerinde bilen bir adam devlet engelini her zaman aşabilir. Youtube, Facebook ya da Twitter kapatıldığı zamanda da yine bilenler girdi. Bu yöntemlerin kafada değişmesi lazım.

ED: Bazı ekonomistler internetteki aktivitelerin potansiyel bir ekonomi olduğunu düşünüyorlar. Peki sizce de Youtube gibi yerler potansiyel bir ekonomi mi?

TA: Benim gençliğim, sizin çocukluğunuzdan beri firmalar reklam için televizyona giderdi. Mesela; bilmem ne perdelerinin sunduğu Yaprak Dökümü ya da bilmem ne salçalarının sunduğu Aşk-ı Leyla bilmem ne… Tabii ki televizyon her evde var; ama artık bilgisayarlar da her evde var. Bilgisayar, telefon, tablet bir şekilde internet yakınımızda. E artık bilmem ne biberleri oradan sana, bana gelmeye başladı. Belki televizyon reklamları kadar büyük bütçeli reklamlar değiller; ama şunu fark ettiler: Televizyon reklamlarının onda biri bir bütçeyle daha fazla insana ulaşıyorlar. Çünkü etkileşim çok daha yüksek. Bugün değil, yarın değil; ama 5 yıl içinde internette çok büyük bir ekonomi haline gelecektir.
“Youtube Türkiye Allah’a Emanet”

CBT: Youtube Türkiye’nin gidişatı hakkında ne düşünüyorsunuz?

TA: Youtube Türkiye Allah’a emanet. Kimsenin zevkine ben karışmak istemem; ama trend videolara baktığınız zaman 20 video varsa, 10 tanesi dizi fragmanı, kalanı ise böyle değişik değişik animasyonlar. Mesela ‘’Niloya altını temizliyor.’’ gibi bir animasyon 600 bin izlenmede. Ben oyun içeriği yaratıyorum ve çok parlak görmüyorum durumu. Allah’tan yılların getirdiği artık oturmuş bir kitleye sahibim, buradan para kazanıp kendi hayatımı idame ettirebiliyorum. Yeni başlayacak biri için çok zor, Allah şimdiden sabır versin.

ED: Peki Youtube Türkiye izleyicisi bilinçli mi bir izleyici mi?

TA: Bilinçli olabilmesi mümkün değil. Çünkü bu tablet, telefon kullanım yaşı gittikçe düştü. 4 yaşında çocuk ağlıyor, sussun diye Youtube açılıyor ve çizgi film izletiliyor. Burada biz Youtuberların da suçu var. ‘’Ya aman izlensin de nasıl izleniyorsa izlensin.’’ düşüncesiyle küfür olsun, kandırmak olsun ya da cinsellik olsun, bunları kullanıp da pompalarsan 10-12 yaşındaki çocuk ne algılar? Sen ne verirsen onu algılar tabii ki. Orada içeriği yaratan adam da kitlesini iyi tanımalı ve kendini kontrol etmeli. Hem içerik yaratan hem de izleyici tarafından sıkıntı büyük.

CBT: 5 seneye yakındır Youtube kanalınız var. Hiç işlerin ters gittiği, artık buraya kadarmış dediğiniz bir anınız oldu mu?

TA: İlk 4 sene hep böyle anılarım oldu. Benim için en unutulmazı şuydu: 2 sene önce annemle tartışıyoruz. Annem, ‘’Oğlum ya git şu KPSS’ye hazırlan da bir sigortalı falan bir iş bul.’’ diyor. Ben de, sürekli ‘’Anne az daha sık dişini.’’ diyorum. O zaman ilk defa 50 dolar kazanmışım, o zaman kur 2 lira desen, 100 lira eder. ‘’Bak para kazanmaya başladık.’’ diyorum. Annemin bana o zaman ‘’bu çocuk umutsuz vaka’’ bakışını hatırlıyorum. Allah’tan o günleri geçtik. Hatta geçenlerde annem bana, ‘’Tamam oğlum sana bir ev bulalım, bodrum katını stüdyo yap, geç yayınını oradan yap.’’ bile demiştir ki annem devlet memuru kadın, böyle şeyleri kabul etmesi çok zor; ama kabul ettirdim.

 

‘’Macera yeni başlıyor’’

CBT: Pinti Panda’nın şu ana kadar ki macerasını anlatır mısınız?

TA: Pinti Panda özünde benim alternatif bir karakterim. Genel olarak hayatta bir sıkıntım, derdim olduğunda ben Pinti Panda’ya kaçıyorum. O benim kafamı rahatlattığım bir yer; ama artık Youtube ile beraber mesleğim haline gelmeye başladı. Eğlence olarak başladığınız, keyif aldığınız bir işten para kazanmanız ve mesleğiniz haline gelmesinin tadı bambaşka oluyor. Ben her zaman şöyle derim: ‘’Macera yeni başlıyor.’’ Bundan 2 sene önce Panda neredeydi? Kimse tanımıyordu, yayınlarına daha yeni başlamıştı; ama şimdi burada GİST 2017’de belki 3 günde, 3 bine yakın fotoğraf çekildi. Bu sayı GİST 2018’de katlanarak artacak. Bu sürekli yükselen bir macera. Ben olabildiğimce kendimi bozmadan, sizi ve izleyenleri hayal kırıklığına uğratmadan -ki kolay olmayacaktır- devam etmeye çalışıyorum.

ED: İlerleyen dönemlerde yapmak istediğiniz, hayaliniz olan bir şey var mı?

TA: Abi ben hayalimi yaşadım. Dünyada istediğin kadar para kazan ya da git bilmem neyin en büyük CEO’su ol, sokakta ‘’Pinti Pandaaaa!’’ diye yanına koşmaları kadar keyif verici bir şey yok. Bir kız arkadaşımız evinde çay yapmış, termosa koymuş ve 2 saat de beni aramış. E tabii ben sonra hemen o çayı içip bitirdim. Dünyada hiçbir para, hiçbir makam sana bu sevgiyi getiremez. Ben bunu yaşıyorsam daha Allah’tan belamı da istemem yani.

ED: Peki daha da ilerde büyük bir oyun şirketinin beta takımında olmak gibi bir hayaliniz var mı?

TA: Ya şu anda yok. İlerde yaşım 40’lara, 50’lere dayandığı zaman kamera önünden ya da oyunlardan geri kaldığım zaman belki B planı olarak düşünebilirim. Ancak hayalimi zaten şu an yaşıyorum.
“1 Ay Engelde Topu Atarız”

ED: Türkiye’de Youtube ya da Twitter gibi platformlar zaman zaman engelleniyor veya yavaşlatılıyor. Sizin gibi Youtuberlar böyle bir durumda ne yapıyorlar? Sonuçta geçim kaynağınız engelleniyor, böyle bir durumda siz ne yapıyorsunuz?

TA: Gerçekten engelleniyor. Youtube bir ara 5 gün kapandığında video koyamadık, bir şey yapamadık, insanlarla iletişimimiz kesildi. Bu, aslında şu açıdan çok tehlikeli: Zaten bu çocuklar bizi izleyip kafa dağıtıyorlar, keyif alıyorlar. Sen elinden bunu alırsan, o çocukların ne yapacağını bilemezsin. Kontrolden bile çıkabilirler. Çünkü insanoğlu dengesiz bir varlık. Sen onun kafasını dağıtıp stresini alıyorsan ne güzel; ancak yapamıyorsan işte o zaman çok tehlikeli. Ekonomik olarak şu an çok etkilemiyor; ancak yarın, öbür gün 1 ay kapatılırsa hepimiz topu atarız. Çünkü ne yayın geliri alabilirsin ne de sponsorundan gelir alabilirsin, o zaman patlarız.

ED: Peki şu an teknoloji çok gelişmiş durumda. Olası bir 1 ay kapatılma durumunda herhangi bir erişim sağlanabilir mi? Hükümet ile herhangi bir temasınız, konuşma ya da derdinizi anlatma durumu olur mu?

TA: Herhangi bir erişim sağlayamayız. Hükümet ile temasa geçsek bile şu an internet özgürlüğü açısından zorlu bir dönemden geçiyoruz. Pek elimizden bir şey gelmez bizim. Olmamasını ancak umut ederiz.