Yunanistan ile Türkiye’yi Cumhuriyet tarihi boyunca sürekli karşı karşıya getiren ve günümüzde de krize yol açan önemli bir konu var: 1996 yılında Kardak Krizi ile iyiden iyiye kendini gösteren Ege Denizi’ndeki egemenlik sorunu ve adalar krizi.Adalar ve Ege Denizi’ndeki sınır sorunu iki tarafın da yumuşak karnı olarak kabul ediliyor. Türk Milleti’nin kalbinde her zaman yara olarak kalan Yunanistan hâkimiyetindeki 12 ada, Türkiye’nin gündemine 1996 yılındaki Kardak krizi ile oturan 152 ada konusu Türk siyasetinin hala en önemli gündemlerinden birini oluşturuyor. 12 adanın neden kaybedildiği, 152 adanın kimin hâkimiyetine verilmesi gerektiği, neden Ege’deki kayalıkların dahi önem taşıdığı ve NATO’nun bu duruma nasıl yaklaştığı konularını Röportajlık’ın gündemine taşıdık. Emekli Deniz Kurmay Albay ve Piri Reis Üniversitesi Denizcilik Meslek YüksekokuluÖğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Dinçer Bayer’le Ege Denizi’nde iki tarafı da restleşmeye götüren olayların perde arkasını konuştuk. Keyifle okuyun.
“12 adalar Osmanlı’nın elinden Balkan Savaşları’nda çıktı.”
ENİS DERDİMENTOĞLU (ED): Ege’deki adalar krizi nasıl başladı, nasıl gelişti? Kardak krizi sorunu ve ondan sonraki süreçte günümüze değin nasıl gelindi?
DİNÇER BAYER (DB):Ege’deki adalar Osmanlı Devleti çökmeye başladıktan sonra, yavaş yavaş elden çıktı. 1829’da Yunanistan kurulduktan sonra sadece Mora Yarımadası veya ana kıtasında değil, adalarda da büyümeye başladı. O dönemde Osmanlı Donanması çok yetersizdi. Geçmişte adalardaki ahalinin çoğunun Rum asıllı olması onlar içinbir avantajdı. Böylelikle daha kolay şekilde oradaki nüfusu kendilerine göre dönüştürebildiler. Şuna dikkatinizi çekmek istiyorum: 1915’de Çanakkale savunması yapılırken, Gelibolu’yu işgale gelen Batılı devletler Limni adasına dayalı olarak harekat yaptılar. Demek ki şunu anlıyoruz: 1915’de Limni, Midilli ve kuzeydeki diğer büyük adalar zaten Osmanlı’nın kontrolünde değildi. Kimin kontrolündeydi? Genellikle Yunanlıların ilgi alanındaydı, onların kontrolündeydi. Biz Ege adalarını aslında üçe ayırıyoruz. Doğu Ege adaları diyoruz. Bu yukarıdan başlıyor; Samothraki(Semadirek), Limni, Midilli, Sakız, Sisam gibi güneye kadar gidiyor. Doğu Ege adalarının yanı sıra bir de Sporat adaları denen orta Ege adaları var. Bir de daha güneyde 12 adalar dediğimiz başka adalar var. Rodos adası bu adalardan birisidir. Aslında 12 adalar Osmanlı’nın elinden Balkan Savaşları’nda çıkmıştı. Diğer adalar daha önce çıktı, İngiltere’nin başını çektiği birtakım büyük devletlerin kontörlüne verilmişti. Birinci Dünya Savaşı bittiği zaman zaten Osmanlı’nın kontrolünde olmayan bu adaların, geri elde edilmesi mümkün olmadı. Lozan Antlaşması’yla bunların statüsü daha da tescillendi. Lozan, biliyorsunuz 1923’te yapıldı. Lozan Antlaşması’yla belirli adaların ismi sayılarak Osmanlı egemenliğinden çıktıkları tescillendi. Bu arada sadece boğaz çıkışındaki Gökçeada ve Bozcaada Türkiye’nin kontrolünde kaldı. Bu adaların ahalisi de diğer bölgelerde yapılan mübadele gibi bir mübadeleye tabi tutulmadı. Bunun da sebebi; Yunanistan bu adaların halkının, bu adalarda yaşayan insanların mübadeleye tabi tutulmasını istemedi. Neden? Hala bu adalarda gözü vardı. Mübadeleye tabi tutulursa ne olacak? Burada Rum azınlık kalmayacaktı.
Adaların statüsünü genelde Lozan Antlaşması belirlemiştir. Lozan Antlaşması Türkiye ana karasına 3 mil(1 deniz mili=1852 metre) mesafede, yani 3 deniz mili mesafede olan bütün ada, adacık ve kayalıkları Türkiye Cumhuriyeti’ne vermiştir. Fiilen Lozan Antlaşması’nda “Kara sularının genişliği şu kadardır.” diye bir ifade yok. Dolayısıyla ilk kara suları genişliği veyahut “Belirlenmiş karasuları nedir?” sorusu Lozan Antlaşması’nda, uygulamada 3 mil olarak belirlenmiştir. Fiilen bunu ifade etmese de uygulamada bunu böyle gösteriyordu. Bu arada Rodos adası da bu 12 adaların içine girer, güneyde Meis adası da buraya girer. Bu 12 adalar biliyorsunuz, Balkan Savaşları’nda İtalya’nın bir anlamda himayesine bırakılmıştı. İtalyanlar Osmanlı Devleti’nin adına bu adaları işgal etmişlerdi. Anlaşmaya göre aslında Balkan Savaşı sonucunda İtalyanlar buraları boşaltacaktı; fakat Osmanlı bu adalarda İtalyanların kalmasını daha uygun gördüğü için Balkan Savaşları’nın sonunda İtalyanların bu adalarda bulunma durumu devam etti. Fakat 2.Dünya Savaşı’nda İtalya yenik çıktı. İtalya’nın toprakları daralmaya başlayınca da bu adalardan çıkması söz konusu oldu.
SİNEM HANÇERİGÜZEL (SH): 2.Dünya Savaşı’na kadar 12 adalar İtalyanların kontörlündeydi yani.
DB:İtalyanların kontrölündeydi 12 adalar. 1947’de Paris Antlaşması yapıldı. Bu antlaşmayla da bu adaların kontrolü Yunanistan’a bırakıldı. Niye Türkiye’ye bırakılmadı, değil mi? Aslında Türkiye’ye bırakılması lazım. O zamanki Türkiye’yi yönetenler, tahmin ediyorum, bu konuda çok bilinçli değildi. Bir de o esnada Türkiye’nin NATO’ya girmesi söz konusuydu. Türkiye,Batı’da yükselen bir pakt kurma ve Batılı değerlere sahip olma konusunda yapılan propagandadan da etkilenerek Yunanistan’la dalaşmak istemedi, bu bir. İkincisi Batılı devletlerle dalaşmak istemedi. Çünkü İngiltere ve ABD bu adaların aslında, savaşta çok büyük oranda tahrip edilmiş olan Yunanistan’a verilmesi yoluyla, bir anlamda tazminat ödenmesi gibi bir şey düşündüler, Yunanistan’ı tatmin etmek istediler. Halbuki bu adalar bir sürü diplomatik notada da, benin incelediğim diplomatik notada da Türkiye’nin hakkıydı. Fakat herhangi bir şekilde bu 12 ada, hatta güneyde Meis adası-biliyorsunuz dibimizde, hemen güney sahillerimizde- Türkiye’nin ne yazık ki hakkı olduğu halde Yunanistan’a verildi Batılı devletlerin kararıyla.
“Kara suları Ege’de ne kadar dar olursa Türkiye açısından o kadar iyi.”
Bu arada şunu da ifade etmek istiyorum: 1936’da Montrö Sözleşmesi imzalandı. Bu neyi düzenledi? Türkiye’yle Lozan’da taraf olan bir kısım devletler arasında boğazların statüsünü düzenledi. Türk boğazları dediğimiz İstanbul Boğazı, Marmara denizi ve Çanakkale Boğazı’nın statüsünü Türkiye’nin kazanımı açısından daha da ileri noktaya götürerek Türkiye’nin lehine düzenledi. Bunu düzenlerken Yunanistan “Vay burada Türkiye’ye avantaj sağlanıyor.” düşüncesi altında 1936 yılında, Ege’deki karasularını 3 milden 6 mile çıkardığını ilan etti. Türkiye 1936 yılındaki bu barış havasını da dikkate alarak -çünkü kendisi de Montrö açısından boğazlardaki haklarını ileri götürüyordu- Yunanlıların Ege’deki karasularını 6 mile çıkarmasına itiraz etmedi. Yunan karasuları 1965 yılına kadar 6 mil olarak devam etti. Türk karasuları ise o vakte kadar 3 mildi. Sonra 1965’te Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye de karasularını 6 mile çıkardı. Sonra baktılar ki “Ya biz yanlış yapıyoruz.” Yani 6 mile çıkan karasuları da bizim işimize gelmiyor. Aslında karasuları Ege’de ne kadar dar olursa o kadar iyi. Neden? Çünkü adaların da bir karasuyu var, hatta adaların da bir kıta sahanlığı var. Türkiye’nin çok fazla adası olmadığı için Ege’de-zaten çoğu kaybedilmiş hasbelkader- onun için burada karasularının geniş olması Türkiye açısından çok büyük avantaj getirmiyor, ülkeyi büyütmüyor. Biliyorsunuz karasularında ülkelerin tam bir egemenliği söz konusu. Karasuları bütün devletlerin sanki bir kara ülkesiymiş gibi kendi alanı, yani bir devletin kendi ülkesinin içine giriyor karasuları. O yüzden karasularının geniş olmasını her devlet istiyor. Ama Ege’de karasularının geniş olması, Yunanistan’la kıyaslandığında Türkiye için çok büyük avantaj sağlamadığı için Türkiye,Ege’de karasularının geniş olmasını istemiyor.
“Türkiye, Ege’de kara sularının arttırılmasını savaş sebebi sayacağını ifade etti”
SH: O zaman Türkiye’nin faydasına olmayan karasularını genişletme noktasında, Yunanistan’ın yaptığı bu 6 mil hamlesi misilleme maksatlı yapılmış bir hareket miydi?
DB:Misilleme değil aslında da Yunanistan burada herhangi bir şekilde menfaat sağlamak için, Türkiye’yle arasında oluşan dostluk ortamını istismar etti 1936’da. Türkiye de uzun yıllar buna itiraz etmedi, 1964 yılına kadar.1964 yılında Türkiye’de Ege’de karasularını 6 mile çıkardı. Türkiye, 1964 yılından sonra yine yanlış yaptığını fark etti. Daha sonra 1982 yılında o kararı değiştirip yeni bir kanun çıkardı. Dediki “Karasularında mütekabiliyet esastır.” Yani bir devletin diyelim ki 10 mil karasuyu varsa “Ben de arzu edersem, işime gelirse 10 mil uygularım. 12 mil uygularsa ben de 12 mil uygularım. Başka devlet ne şekilde uygularsa ben de o şekilde uygulayacağım.” dendi. Biliyorsunuz Türkiye’nin karasuları Ege’de ve Karadeniz’de farklı. Karadeniz’de 12 mil, Akdeniz’de yani Doğu Akdeniz dediğimiz kesimde 12 mil; ama Ege’de biz6 mil uyguluyoruz. Fakat 6 millik değil, 3 millik karasuları bizim işimize gelir. Neden? Türkiye karasularını 3 milden 6 mile veya 12 mile çıkardığı zaman çok fazla bir alan kazanmayacak Ege’de. Ama Yunanistan alanını çok genişletecek, Yunanistan ülkesi genişleyecek. O yüzden Ege’de karasularının arttırılması Yunanistan’ın işine gelir. Türkiye de bunu 1995’te, o zaman Meclis’ten çıkarttığı kararla Ege’de karasularının arttırılmasını savaş sebebi sayacağını ifade etti. O zamandan bu yana da Yunanistan karasularını arttırmaya cesaret edemiyor. Çünkü Türkiye gerçekten kararlı, bunu bir savaş sebebi sayacak, savaş edecek belki de. Ama Yunanistan şartlar kendi lehine gelişip de kendini güçlü hissettiği bir anda bu hedefini gerçekleştirmekten sakınmayacaktır.
“Yunanistan politik bir hedef güderek 152 adayı iskan ediyor.”
SH: Yani eğer 12 adaya Yunanistan değil de biz sahip olsaydık, o zaman kara sularının 6 mil veya 10 mil olması bir sorun teşkil etmeyecekti. Peki 12 ada dışındaki diğer ada, adacık ve kayalıklara sahip olmuş olsaydık, karasularının genişletilmesi bizi nasıl etkilerdi?
DB:O zaman biz ülkemizi genişletirdik. Çünkü adaların da karasuları var, adaların da kıta sahanlığı var. Daha fazla adamız olsaydı, biz daha fazla avantaj sağlardık. Bir de biz şimdi neden bahsettik? Doğu Ege adalarından, Sporad adalarından, 12 adalardan bahsettik değil mi? Bir de bunların dışında hiçbir anlaşmayla Yunanistan’a devredilmemiş 152 tane ada, adacık ve kayalık var. “Bu adaların egemenliği tartışmalı.” deniyor. Ama egemenliği tartışmalıdan ziyade “Bunlar Türk adası.” demek lazım. Neden? Çünkü 400-500 yıl o bölgede egemenlik sür, o bölgeyi ele geçir, sonra birtakım adaları anlaşmalarla devret. E, devretmediğin adaların egemenliği tartışmalı mı oluyor bu durumda?Hayır, o adalar aslında Türk egemenliğinde olan adalar. Fakat yavaş yavaş, basından takip ettiğimiz kadarıyla Yunanistan kasıtlı bir şekilde, politik bir hedef de güderek buraları iskan ediyor. Buralarda yaşam yaratmaya çalışıyor. Ne bileyim, anlamsız yere birtakım adalara bayraklar dikiyor.
SH: Kaçak göçek bir nüfus yerleştirme durumu var yani.
DB:Kaçak göçek buraları elde etmeye çalışıyor.
ED: Peki bunun sebebi o adaların karasularından faydalanmak mı yoksa başka bir sebep de var mı?
DB:O adaların da kıta sahanlıkları var. Karasuları var ve bunların karasuyu ve kıta sahanlığı aslında önemli, ileride enginlikler sağlayabilir ülkeye. Onun için oraya sadece kayalık ve küçük ada gözüyle bakmamak lazım. Bunların uluslararası hukukta, 1982 tarihli Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nde yeri var. Bu ada ve adacıklara sağlanan karasuyu ve kıta sahanlığına sahip olma ayrıcalığı nedeniyle, bunların aslında göründüklerinden çok daha fazla önemleri var.
“Türkiye 152 adayı iskan edebilir.”
SH: Yunanistan’ın bu adımları karşısında Türkiye nasıl bir hamle yapabilir? Bu 152 ada üzerinde hak iddia edebilir mi ya da Yunanistan’a karşı bir yaptırımda bulunabilir mi?
DB: Türkiye buraları sahiplenecek, boş bırakmayacak. Yunanistan nasıl gelip bayrak dikiyorsa, gelip de üzerine nasıl keçi bırakıyorsa, koyun bırakıyorsa,ne bileyim bir fener dikiyorsa,bunlara benzer faaliyetleri Türkiye de yapacak. Yani Türkiye açısından bu adalardan en azından öncelikli olanlar belirlenip hem stratejik olarak hem de ülkeye sağlayabileceği katkı açısından düşündükten sonra, Türkiye buraları gidip iskan edebilir. Hatta personel bile, nüfus bile yerleştirebilir. Bırakın kişi yerleştirmeyi, üs yapabilir veya tesis yapabilir. Bunlar da neyi gösterir? Buraların aslında Türkiye tarafından kullanılmış olduğunu gösterir.
ED: 12 adalardan sonra Türkiye’nin, o küçük ada ve adacıklar konusunda da Kardak krizi olana dek dikkatli davranmadığını, bu krize kadar adaların öneminin farkına varılmadığını söyleyebilir miyiz?
DB:Aslında söyleyebiliriz. Şöyle ki Türkiye bunları dile getirmedi. 1996 yılında, Kardak krizinde ilk defa bunları dillendirdi. 1996’da Kardak krizi çıktığında ben de direkt o krizin içerisindeydim. Türkiye’ye yakın bir adaya çıkmıştı Yunanlılar, bayrak çekmişti. Bir gecede biz de öbür adaya, Yunanistan’a yakın olan Kardak kayalığına asker çıkarıp bayrak çekmiştik. O zaman Amerika Birleşik Devletleri’nin arabuluculuğuyla, tırmanan gerginlik geriye doğru çekildi ve olay donduruldu. Yunanistan’da Simitis başbakandı, Türkiye’de de Çiller başbakandı. O zaman Clinton yönetimi iş başındaydı Amerika’da. Onlar çok etkin biçimde müdahil oldular, arabuluculuk yaptılar. Böylelikle de savaş olmadı. Ama sonra Türkiye açısından dondurulmuş gibi görünmesine rağmen, Yunanistan fırsatlardan istifadeyle ve basından takip ettiğimiz kadarıyla bu olayı istismar etti, dondurmadı. Dondurmak Türkiye’nin işine mi gelir? Bence işine gelmez. Dondurmaktan ziyade Türkiye’nin, buranın statüsünün belirlenmesine yönelik politika ve strateji izlemesi lazım.
“Yunanistan Türkiye’yi bir tehdit olarak görüyor.”
SH:Yunanistan’a ait adalarda bir silahsızlanma anlaşması var Lozan ve Paris Antlaşmalarına göre. Yunanistan’ın buna bağlı kalmadığına dair de haberler görüyoruz medyada. Siz Yunanistan’ın silahsızlanma anlaşmalarına bağlı kaldığını düşünüyor musunuz, kalmıyorsa bu durum Türkiye’ye nasıl bir yaptırım gücü sağlar?
DB: Lozan Antlaşması gereğince doğu Ege adaları silahlardan arındırılmış olma şartıyla Yunanistan’a bırakıldı. Gerçekte bu adalar Osmanlı döneminde terk edilmişti. Daha sonra Paris Antlaşması’nda da yine 12 adalar silahsızlandırılma şartıyla Yunanistan’a bırakıldı. Peki bu şartları kabul etti mi Yunanistan? Görünüştekabul etti; ama uygulamada hayır. Yunanistan’ın tezleri şöyle: Diyor ki “Her ne kadar Lozan Antlaşması silahsızlandırılma şartını ileri sürdüyse, bu silahsızlandırılma şartı Gökçeada ve Bozcaada için de ve boğazlar için de söz konusuydu.”1936’da boğazlar rejimideğişti. Boğazların, Gökçeada’nın ve Bozcaada’nın silahsızlandırılma durumu ortadan kalktı“. Bozcaada ve Türk boğazları için silahsızlandırılma statüsü kaldırıldı ise, Doğu Ege Adaları için de bu statü kalkmıştır” tezini savunuyor. Bu sebeplerle Yunanlılar adaları silahlandırıyor. Kendini emniyete almak için bunu yapıyor, Türkiye’yi bir tehdit olarak görüyor. Bir ara zaten “Tehdit kuzeyden, SSCB’den değil; Doğu’dan geliyor.” diyerek NATO’da da Türkiye’yi tehdit olarak algıladıklarını dillendirmişlerdi. Yani Türkiye’yi bir tehdit olarak görüyorlar ve bunu NATO’da da sık sık ifade edip paktın dikkatini çekmek istiyorlar. NATO da bu konuda zaman zaman hata yaptı. Mesela tatbikatlarda Limni Adası’nın silahlanmış halini kabul etti. Yani zaman zaman NATO, Yunanistan yanında göründü bu konularda.
ED: Peki NATO’nun bu kararına Türkiye’nin tavrı ne?
DB: Türkiye bu konuda kesin tavır koyuyor ve “Biz bu statüyü tanımıyoruz.” diyor. NATO’da olsun başka diplomatik ortamlarda olsun, her platformda bunu ifade ediyor. Ben de Türkiye’nin bu konuda geri adım attığına dair bir gelişmeye rastlamadım. Dolayısı ile Türkiye bunu kabul etmiyor; ancak Türkiye’nin kabul etmemesi, bölgede fiilen bu olayların olmasına mani olmuyor. Leros (Yunanlıların telaffuzu ile Ileryoz) Adası var örneğin daha güneyde, Bodrum’a yakın bir noktada. O adaya NATO kaynakları ile hücumbot üssü inşa edildi. Halbuki o ada anlaşmalarda silahsızlandırılmış adalardan biriydi. Leros’a hücumbot üssü yapılması hem de NATO kaynakları ile yapılması bazı kuralların delindiğini gösteriyor. Bu biraz da NATO’nun bilinçsizliğinden kaynaklı. Türkiye her fırsatta bu konuları kabul etmediğini söylemeye devam ediyor.
NATO, Yunanistan’ı Türkiye’ye karşı mı kullanıyor?
SH: NATO’nun silahsızlandırma anlaşmalarını deldiğini söylediniz. NATO için “Yunanistan’ı Türkiye’ye karşı kullanıyor.” diyebilir miyiz? NATO’nun esas düşüncesi ne?
DB: Benim doktora tezim NATO-Yunanistan-Türkiye ilişkileri üzerineydi. Bu konuyu çok iyi biliyorum. NATO ne zaman Yunanistan’ı destekledi, ne zaman Türkiye’yi destekledi ya da ne zaman tarafsız
Kaldı, buna hakimim. Belgeleri incelediğimiz zaman NATO, daha çok Yunanistan’a destek oluyor gibi gözükse de aslında NATO, olaylara realist açıdan yaklaşıyor. NATO genelde kendi menfaatine nasıl gelirse olaylara öyle yaklaşıyor. Kendi menfaatine zamanında ne geliyordu mesela? Zamanında Sovyetler, boğazlardan geçip sıcak denizlere, Ege Denizi üzerinden Akdeniz’e inmeye kalkar düşüncesinde oldukları için, silahlanmış olan adalar Sovyet donanmasını durdurmak için faydalı olacaktı. O nedenle NATO kendi menfaatine gördüğü için Leros, Limni gibi adalarda kuvvet bulundurulmasına göz yumuyordu. Yani NATO’nun aslında direkt Yunanistan’ı ya da direkt Türkiye’yi dini, kültürel nedenlerle desteklediğini söyleyemiyoruz, reel-politik davranıyor.
ED: Yunanistan, Ege Denizi iki ülke arasında 6 mil-6 mil ayrıldığı halde, hava sahası da 6 mil olması gerekirken 10 mil deklare ettiğini belirtti. Bu ifadenin yasal bir dayanağı var mı? Yunanistan’ın böyle bir hakkı var mı? (1 deniz mili=1852 metre)
DB: Tabii ki hiç bir yasal dayanağı yok. Bir devletin ülkesi, karasuları, iç suları, toprağı ve hepsinin üstündeki gökyüzü ile sınırlıdır. Hiçbir devlet, kendi inisiyatifi ile hava sahasını uzatamaz. Dolayısıyla kara suları ne kadarise hava sahası genişliği de odur. Uluslararası hukuk bunu gerektirir. Uluslararası Sivil Havacılık Örgütü, Yunanların deklare ettiği 10 mili kabul etmiş; ama onların kabul etmesi veya sivil havacılıkta Yunanistan’ın bunu 10 mil olarak uygulaması, onların hava sahasının 10 mil olduğunu göstermez. Uluslararası hukuka göre, kıyıları karşılıklı olan devletler, karasuları genişliklerini anlaşma ile belirler. Türkiye karasuları genişliğini 6 mil olarak kabul ediyorsa, Yunanistan’ın hava sahası da o kadardır. Yunanistan’ın bu deklaresinin hem pratik olarak hem de uluslararası hukukta bir yeri yoktur. Şu an için bu kararın etkilediği tek alan sivil havacılıktır. O da düzeltildiği takdirde bir önemi kalmayacaktır. Türkiye, tatbikatlarda ve uçuşlarda Yunanistan’ın hava sahasını 6 mil olarak kabul ediyor.
ED: Peki Yunanistan, Türkiye’nin bu uçuşlarına herhangi bir taciz uçuşu ya da engelleme yapıyor mu?
DB: Önleme yapıyor. Scramble deniyor bu olaya. Türk uçağı deklare ettiği sahaya girdiği anda, Yunanistan hazır bulundurduğu uçağı kaldırıyor ve önleme yapıyor. Tabii ki önleme yapması Türkiye’nin uçaklarının o alana girmesine mani olamıyor; çünkü Türkiye’nin girdiği alan 6 mil ile 10 mil arasındaki o problemli 4 millik alan.
ED: İlerde bu ‘scramble’ olayları bir krize yol açar mı?
DB: Açmaz. Çünkü çok daha öncelikli olaylar var. Ege’de kıta sahanlığı belli değil. Kıta sahanlığının belli olmaması iki devletinde aleyhine işliyor. Neden? Çünkü kıta sahanlığı gibi münhasır ekonomik bölgede belli değil. Örnek vermek gerekirse bu alanda petrol ya da değerli madenler çıktı, bunu iki devlet de kullanamayacak. Sadece iddia ettiği karasuları içindekileri kullanabilecek; ama ekonomik bölge olarak ilan edilmiş bir alan mevcut değil Ege’de. Bu durum iki tarafa da zarar veriyor. Türkiye burada bir çözüm öneriyor, “Ege’nin tam ortasından geçen 25 derece doğu boylamı var. Doğusu Türkiye’nin ekonomik bölgesi ve kıta sahanlığı olsun, batısı Yunanistan’ın ekonomik bölgesi ve kıta sahanlığı olsun”. Ama Yunanistan bunu kabul etmiyor. Neden kabul etmiyor? Türkiye açısından baktığınızda sanki Ege Denizi’ni %50-%50 paylaşım şeklinde öngören bir sistem. Türkiye için makul gibi görünüyor; ama Yunanistan için makul değil. Yunanistan diyor ki “Ege’nin her tarafında benim adalarım var. Sen benim adalarımın olduğu bölgeden ekonomik bölgeni geçirmek istiyorsun; ama benim adalarımın kıta sahanlığı ve karasuyu var, bu uluslararası hukuka uygun değil.” Evet, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi de onların görüşünün yanında gibi duruyor.
“Türkiye’nin 12 adalarda gözü yok”
SH: Türkiye son yapılan açıklamalarda adalar üzerinde hakkı olduğunu belirtiyor. 152 adacığın kime ait olduğunun iki ülke arasında belirlenmediğini söylediniz. Peki Uluslararası sözleşmeler bu konu hakkında ne diyor?
DB: Türkiye 12 ada üzerinde bir hak iddia etmiyor. Türkiye’nin 12 adalarda gözü yok; ancak bu durumu hazmetmekte de güçlük çekiyor. Yani dibimizdeki Meis adası neden Yunanlıların olsun? Yunan anakarasına çok uzak, Türkiye’nin hemen dibinde. Bunu insanlar hazmedemiyor; ama hukuken yapılabilecek bir şey yok. Bu adalar 1947 Paris Anlaşması ile Yunanistan’a verilmiş. Yeni bir anlaşma yapılması lazım; çünkü Türkiye buraları harp ederek geri kazanamaz. Anlaşma gerekir ancak tabii ki anlaşma için de şartların oluşması gerekir. Fakat ben Türkiye’nin bu konuda bir çabası olduğunu düşünmüyorum. Türkiye sadece egemenliği tartışmalı olan 152 ada ve adacık üzerinde hak iddia ediyor. Bunu ne zamandan beri yapıyor? Sesli olarak bu hak iddia etmeyi 1996 Kardak Krizi’nden beri yapıyor. Daha önce yapıyor muydu? Hayır; çünkü o güne kadar itiraz edilecek bir kriz çıkmamıştı. Kardak Krizi çıktıktan sonra gelişti bunlar. Türkiye iddiasında ısrarlı olacaktır; fakat fiili bir durumda var ortada. Yunanistan 15 adacığa bayrak çekmiş, Savunma Bakanı oraları ziyaret etmiş, o adaları sahiplenen gösteriler yapılıyor. Bu fiiliyatı önleyecek tedbirler alması gerekiyor Türkiye’nin.Türkiye nasıl engel olacak? Buraları iskan edebilir, bayrak çekebilir, birtakım tesisler yapabilir, fener koyabilir. Yapılacak birçok yöntem var.
“Türkiye’nin Ege’deki hakları, hukuki olmaktan çok siyasi.”
SH: Hukuksal anlamda Türkiye’nin atabileceği bir adım var mı?
DB: Bu açıdan yapılabilecek çok şey yok. Yunan tarafını anlaşmaya çağırsan, yanaşmıyorlar. Günümüzde uluslararası ilişkilerde de “savaş” diye bir şey yok. her türlü olay anlaşma, uyuşma ve müzakere edilerek aşılıyor. Müzakere sonunda çözülemediği takdirde uluslararası mahkemeler var. 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin kurduğu Lahey Adalet Divanı(International Court of Justice) var. Bu Hollanda yerleşkeli bir mahkeme, 15 yargıç burada devamlı görev yapıyor ve devletlerarası uyuşmazlıklara bunlar karar veriyor. “Türkiye ve Yunanistan neden Ege’deki anlaşmazlıklar için buraya gitmiyor” diye bir soru sorabilirsiniz. Buradaki kararlar bağlayıcı ve tamamen hukuki yolla çözülüyor; fakat Ege’deki bu durum hukuki olmaktan çok siyasi bir durum. Türkiye’nin Ege’deki hakları, hukuki olmaktan çok siyasi. 400-500 sene oralara hakim ol,
sonra küçücük bir adaya bile sahip olama. Türk halkı bunu kabul edemiyor. Bu siyasi anlaşmazlıklar zaman içinde müzakere edilerek çözülebilir. İki devlet de özellikle Türkiye, bu durumu zamana bırakmış durumda siyaseten çözebilmek için. Hukuki olarak çözmeye çalıştığı takdirde kendi ulusal
menfaatlerine uygun olmayacak sonuçlara katlanmak zorunda kalabilir. Bundan çekiniyor Türkiye.
“Türkiye, Afrin’i isterse darma duman eder”
SH: Hulusi Akar’ın geçtiğimiz günlerde yaptığı “Afrin’e de gücümüz yeter adalara da.” açıklaması için neler söylemek istersiniz? Gücümüz iki tarafa da yeter mi?
DB: Türkiye Afrin’de savaş yapmıyor, Afrin çok kısıtlı bir harekat. Hedef belli: Terör unsurları. Türkiye, bir devletle savaşmıyor, operasyon yapıyor. Yani oraya çok büyük bir kuvvet ayırmıyor. Türkiye’nin çok büyük imkanları var. Türkiye, neden 1 milyona yakın bir ordu besliyor? Yunanistan ne kadar kaynak ayırabilir adalar konusunda? Zaten ekonomik güçlükler içerisindeler. Dolayısı ileTürkiye’nin gücüadalara da, Afrin’e de yeter. Türkiye, Afrin’e daha fazla kaynak ayırsa orayı darma duman eder. Türkiye savaş yapmak istemiyor, bölgedeki terörü etkisiz hale getirmek istiyor. Türkiye hem orada menfaatlerini korur hem de burada adalardan taviz vermez.
ED: Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu daha önce yaptığı bir açıklamada, Yunanistan’ın belirlenen bir kısım adalarda Yunanistan’ın haksız yere hak iddia ettiğini ve işgal ettiğini belirtti. Siz bu açıklamayı nasıl değerlendirdiniz?
DB: Bu güzel bir açıklama. Demek ki Yunanlar o adalarda haksız bir takım uygulamalara girmişler. Bayrak çekmişler, gösteri yapmışlar, iskan sağlamışlar. Türkiye de aynı şekilde davranabilir; fakat Türkiye krizi tırmandırmak istemiyor, Türkiye’nin felsefesi yine barışçıl bir felsefe. Savaş yapmadanbu işi halletmek lazım, bunun içinde Türkiye’nin güçlü olması lazım. Güçsüz, terörle uğraşan bir Türkiye uzun vadede bu bölgede hak kaybedebilir. Buna bağlı olarak ben bir şeye dikkat çekmek istiyorum: Mustafa Kemal Atatürk ne dedi?“Tam bağımsızlık ve milli egemenlik Türkiye Cumhuriyeti’nin temelidir.” Bağımsız olacağız, hiç kimseye sormadan karar verebileceğiz ve bütün kararlarımızı milli egemenlik yolunda, ulusun menfaatleri için vereceğiz. Türkiye, milletin menfaatinden uzaklaştığı anda çıkarlarını koruyamaz. İkinci bir motto ise “Yurtta sulh, cihanda sulh.” Türkiye bu sorunlarıaşması için güçlü olacak, kendi terör problemini ortadan kaldıracak, kendi içinde kavga etmeyen bir halk olacak. O zaman işte bu yurdu hiç kimse zarara uğratamaz. Biz çözümü Mustafa Kemal’de arayacağız.