Barış Harekâtının 35’İNCİ Yıl Dönümünde KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf R. DENKTAŞ TÜRKSAM’ın Sorularını Yanıtlıyor
Prof. Dr. M. Özcan ÜLTANIR: 20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekatı ile Türk Ordusu’nun adaya barış getiren adımının üzerinden tam 35 yıl geçti ve KKTC’de kutlamalar yapıldı. 14 Ağustos 1974’de harekâtın olması gereken biçimde ikinci adımıyla bu barış ortamı perçinlenmişti. Aslında Barış Harekâtı’nı yapmış olmamızdan ötürü, Helenizm yanlılarının Türkiye’ye teşekkür borcu var. O sayede Yunanistan’da faşist Albaylar Cuntası’nın Kıbrıs ayağı kırılmakla kalmadı, Yunanistan’daki Cunta’nın çöküş ortamı da hazırlanmış oldu ve Yunanistan demokrasi’ye kavuştu. Demokrasi ortamında Yunanistan’a ve ardından Kıbrıs Rumlarına AB kapısının açılması bu sürecin sonucudur. 35 yıldır Ada’da barış ortamı sürüyor ve her iki taraf da bunun getirdiği refahtan yararlanıyor. 20 Temmuz kutlamaları nedeniyle Sayın Talat’ın eski görüşleri ile çelişkili biçimde, “Türk askeri çekilirse kan dökülür” ve “Türkiye’nin güvencesi bizim için kaçınılmazdır” demesi ilginç çıkış gibi görünüyor. 20 Temmuz törenleri için Ada’ya giden Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in “İki Devletli, İki Halklı ve İki Demokrasili” çözümden söz etmesi de önemli, ama tabii ki bunun Türkiye’nin filli ve etkin garantörlüğü ile ne ölçüde ve nasıl destekleneceği önem kazanıyor. 35 yıllık süreci yoğun biçimde yaşamış bir insan olarak, bu 20 Temmuz’da yapılan açıklamalardan saptadığınız artılar ve eksiler nelerdir? Kıbrıs Türkü’nün özgürlüğü için mücadele etmiş bir mücahit olarak da, saptadığınız artılar ve eksilerle Barış Harekâtı’nın 35’inci yılı kutlama gününü buruk duygular içinde mi, yoksa her şeye rağmen umut dolu olarak mı yaşadınız?
Rauf Raif DENKTAŞ: 20 Temmuz 1974 Barış Harekâtı kutlamaları ayni zamanda Kıbrıslı Türklerin yeniden doğum günlerini kutlama anlamına gelir. Çünkü, (Yunan Birliklerinin karargâhlarından elde ettiğimiz belgelerden de gördüğümüz gibi) Yunan Darbesi başarı ile sonuçlanmış olsaydı Muratağa, Sandallar, Atlılar, Taşkent gibi köylerde yaptıkları toplu katliâmları kısa bir süre içinde ada sathında da yapacaklardı. Sayın Büyükelçi Karahan bu belgelerin bir kısmını Efesos Belgeleri adı altında İngilizce bir kitapçık olarak yayınlamıştı. Kıbrıs’ta Türk halkının varlığını millî hedefleri olan Kıbrıs’ı Yunan adası yapma konusunda engel bir düşman olarak gören bu insanlar, yeniden yapılacak bir anlaşma ile barış güvercini olacak değildirler. Üç ülke tarafından garantilenmiş bir ortaklık devletini yıkmış olanların çocukları ve torunları “Yunan toprağı” addettikleri Kıbrıs’tan Türkleri temizlemek düşüncesi okulda, kilisede kalplerine işlenmektedir. “Unutmayacağız” diyorlar. Neyi unutmayacaklarmış? Bu insanlar “1974’de barbar Türklerin yaptıklarını; kahpe Türk işgalini; evlerinden yerlerinden olduklarını” unutmama andı ile büyütülmektedirler. 1963-74 yılları tarih kitaplarından ve hafızalardan silinmiştir. 20 Temmuzda biz kurtuluşumuzun, yeniden doğuşumuzun 35. yıl dönümü nedeniyle bayram yaparken, Rum tarafında “işgale son verilmeden, adada tek bir Türk askeri kalmadan, göçmenler eski yerlerine dönmeden, Garanti Anlaşması gibi anlaşmalar ortadan kalkmadan uzlaşma olamaz” mesajları verilmekte ve Barış Harekâtında ölenler için matem tutulmaktaydı. Yüzlerce Rum genci ellerinde “en iyi Türk ölü Türk’tür; Kıbrıs Yunandır; Unutmadık-unutmayacağız; işgale son” pankartları taşıyarak sınırlarımızda gösteri yapıyorlardı. Kıbrıs’ı birleştirmek için çaba harcayanların ellerindeki malzeme budur. Bu gerçeği gözardı ederek, yeniden 1960 misali veya Annan planı modeli bir anlaşma yapıldığı takdirde, bunun ömrü de kısa sürecek ve bu kez çok daha feci bir şekilde neticelenecektir. Bunu Kıbrıs’ta yıllarca BM Sekreterini temsil etmiş olan uzmanlar da söylemekte ve yazmaktadırlar.
20 Temmuz günü halkın coşkusu zirvedeydi çünkü Türkiye’den gelen mesajlar kalplere su serpmekte, var olan kuşkuları yok eder mahiyetteydi. Halk hem burada hem de Anavatanda KKTC’ye, egemenliğe, eşitliğe, Türkiye’nin haklarının devamına sahip çıkmaktaydı. Ankara’dan Sayın Toptan, Lefkoşe’de Sayın Çiçek bu gerçeklerin altını çizmekteydiler. Sayın Talat da Garantiler konusunda halka güven vermekteydi. Konuşmasında “KKTC kalacaktır, egemenlikten vazgeçilemez” gibi sözler söylemesini bekleyemezdik, çünkü görüşmeleri “tek halk, tek devlet, tek egemenlik” formülüne dayalı olarak başlatmıştı. Ancak, yaptığı konuşmadan Rum tarafının görüşme yolu ile iki tarafın eşitliğine dayalı yeni bir ortaklık yapmak niyetinde olmadığını görmekte olduğu anlaşılıyordu.
Gelen heyetlerle yapmış olduğum temaslardan çıkardığım sonuç şudur: Kıbrıs konusunda sağlam, kalıcı, Türkiye’nin de Garantörlükten kaynaklanan haklarını da koruyan yeni bir ortaklık devleti kurulması esastır; bunun tahakkuk edebilmesi için Kıbrıs’ın gerçekleri kabul edilmelidir. Bu gerçekler iki eşit egemen halkın, iki ayrı demokrasinin ve iki ayrı devletin kabulü anlamına gelmektedir. Rum tarafı bunları kabul etmiyorsa, sorumluluk Rum tarafına aittir. Türkiye’yi “ya Kıbrıs, ya AB üyeliği” seçenekleri ile karşı karşıya bırakmak tehdidi boşunadır.Türkiye böyle bir seçenek karşısında bırakılırsa, kuşkusuz Kıbrıs’ı seçecek ve Kıbrıs üzerindeki haklarından vazgeçmeyecektir. Halkımızın anladığı budur. Millî çizgimiz bunlardır. O hâlde halka bu gerçekler telkin edilmeli ve sık sık gündeme gelmeğe başlayan “yıl sonunda referandum” vaadleri halkı yanıltmamalıdır. Referanduma gidecek bir metin ortaya çıkarsa halk, bu metinde “iki devlet, iki eşit egemen halk ve Türk Garantisi var mı, yok mu?” konularına bakmalıdır. Şimdiden halkı referandumda (ortaya çıkacak metinin ne olduğu bilinmeden) “evet” demesi için beyin yıkamaları başlamıştır. Bunun karşısına şimdiden “Devletimiz, egemenliğimiz yoksa, iki kesimlilik adı altında yüz bin Rum içimize gelip yerleşecekse, Türk garantisi fiili ve etkin bir garanti olmaktan çıkacaksa, AB, bize ayrı halk statümüz nedeniyle verilen özel hak ve yetkileri birincil yasa haline getirmeyecekse cevabımız hayır olacaktır” demeğe alıştırılmalıdır.
Rum tarafı bunlar üzerinde durmaktadır. “Nasıl olsa Rum tarafı referandumda yine hayır diyecek” inancı ile Annan Planındaki tuzağa yeniden düşmemeliyiz. Hristofyas açıkça “ben federasyon sevdalısı değilim, ancak Türk askerini adadan çıkarmak için federasyonu kabul etmeliyiz” diyen ve millî yolda olduğu konusunda Başpapaz ile EOKA derneklerini de tatmin etmiş olan bir hokkabazdır. Askerimizi adadan çıkarmak ve Garantilerden kurtulmak için hiç beklenmedik bir anda referandumda evet değişebilir. Şimdiden Rum halkına “Annan Planındaki hatayı tekrarlama, neticeden korkma, yeni bir referandumda evet” dedirtmek için yeni bir düzenlemeye gittiklerini gazete haberlerinde görüyoruz. “Tek devlet, tek egemenlik, tek halk” formülü üzerinde devam eden görüşmeleri desteklemenin içerdiği tehlike budur.
Sayın Çiçek’in konuşması bizce milli çizgimizdir. Burada, 20 Temmuz kutlamaları için gelmiş olan temsilcilerden aldığım mesaj Türkiye’de hiç bir hükümetin KKTC’den vazgeçme lüksü olmadığı yönündedir. “Türk halkı KKTC’den vazgeçen herhangi bir hükümeti hazmedemez, kabul edemez görüşü hakimdir” denilmektedir, ben de buna inanmaktayım. Ancak yabancılar Türk ulusunun, Anadolu halkının Kıbrıs konusunda bu kadar hassas ve duyarlı olduğunu bilmiyor, çünkü büyük basın bu konuda suskun. Basının bu konudaki suskunluğuna rağmen Anadolu Kıbrıs meselesini büyük bir hassasiyet içinde izlemektedir. Anadolu Basınını temsilen gelen ve 20 Temmuz 1974’de savaş muhabirliği yapan kardeşlerimizi de içeren heyet de bunu doğrulamıştır. Asker adına yapılan açıklamalar da iç açıcı, güven verici olmuştur.
Garantiler konusunda Türk Hükümeti ile Sayın Talat’ın söyledikleri, UBP Hükümeti adına söylenenleri teyit etmektedir. Ancak bu konuda dikkatli olmamız gerekmektedir. Biz, Sayın Talat ile Hristofyas’ın “tekli” formülüne dayalı bir uzlaşmaya varıldığı takdirde sonucun Garanti Anlaşmasının kâğıt üzerinde kalacağını, Türkiye’nin AB üyesi bir ülkede fiilî ve etkin garantörlüğü kalmayacağını iyice bilmemiz gerekmektedir. Annan Planı da bizi Rum ile birleştirip AB üyeliğini meşru hale getirecekti. Anlaşmada “Garantiler devam edecektir” beyanı AB normlarına uymuyor diye uygulanamayacaktı. Bugün AB Garantiler konusunda Rum ile Yunan’ın söylediğini söylemektedir: “AB üyesi bir ülkenin garantiye ve garantörlere ihtiyacı yoktur”. Mayınlı bir yoldayız. Her adımda çok dikkatli olmamız gerekmektedir.
Benim görevim gördüğüm tehlikeleri halka duyurmaktır. Bundan kimse gocunmamalıdır.
SON MGK KARARINDA İKİ EGEMEN EŞİTLİKLİKTEN VE İKİ EGEMEN HALKTAN BAHSEDİLMELİYDİ
ÜLTANIR: Bildiğiniz gibi 30 Haziran 2009 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısında Kıbrıs konusu gündem maddesiydi ve toplantı sonucu yapılan açıklamada şöyle deniliyor: “Kıbrıs sorununun âdil ve kalıcı biçimde çözüme kavuşturulmasının bölgede güvenlik, istikrar ve refahın sağlanabilmesi açısından önem arz ettiği; Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde yürütülmekte olan kapsamlı çözüm müzakerelerini ve bu bağlamda Kıbrıs Türk tarafının yapıcı çabalarını desteklediği, çözümün; siyasi eşitlilik, iki kesimlilik ve eşit statüde iki kurucu devleti haiz yeni bir ortaklık çerçevesinde bulunması, garanti ve ittifak anlaşmalarının devamı, çözümün hukukî güvenlik ve kesinliğinin teminat altına alınması, ilgili tüm tarafların sürece zarar verecek yaklaşımlardan kaçınmaları ve Birleşmiş Milletler süreci ile parametrelerine sahip çıkmaları gerektiği vurgulanmıştır”. Açıklamada altı çizilecek olan “siyasi eşitlilik, iki kesimlilik ve eşit statüde iki kurucu devleti haiz yeni bir ortaklık çerçevesinde bulunması, garanti ve ittifak anlaşmalarının devamı” ilkesini temel alınca ve Türkiye’nin daha önceki Kıbrıs’a ilişkin kırmızı çizgileri ile karşılaştırınca, nasıl değerlendiriyorsunuz, bir değişiklik var mı? Ayrıca, açıklamanın, “Birleşmiş Milletler süreci ile parametrelerine sahip çıkma” ilkesi, gelecek için ortaya çıkabilecek Annan Planı benzeri yeni bir Birleşmiş Milletler planına ve halk oylamasına sizce yeşil ışık yakar nitelikte mi?
DENKTAŞ: Sayın Çiçek’in 20 Temmuzda Lefkoşe’de yapmış olduğu açıklamanın MGK’nın açıklamasında daha genel şekilde ele alınmış olan konulara açıklık getirmekte olduğuna inanmak istiyorum. MGK’nın açıklamasında sadece eşitlikten değil, daima bahsedildiği gibi “egemen eşitlikten”, iki egemen ve kendi kaderini tayin hakkı olan halkın varlığından bahsedilmesini beklerdik. İki ayrı referandum bunun kanıtıydı. Bunu soğutmamak, unutturmamak gerekir. İki ayrı referandum konusunu Vasiliyu ile yaptığım ilk görüşmede kabul ettirmiştik. Bu, BM’nin hazırladığı Fikirler Dizisine de girdi. Annan Planı’nda da yerini aldı ve fiilen ayrı referanduma gidilmiş oldu. Bu gerçeklere rağmen Türk tarafının göğsünü gere gere “Kıbrıs’ta iki eşit egemen, kendi kaderini tayin hakkı olan iki halk vardır” deyimini devamlı surette kullanıp gündemde tutması, gündemden hiç bir zaman düşürmemesi gerekmektedir. Şunu bilmekte yarar vardır: temelde ayrı egemenliğimiz yoksa “eşitlik” de “hudutlar” ve diğer haklar da kâğıt üzerinde kalmaya mahkûmdur. 1960 Antlaşmalarında Kıbrıs’ın bağımsızlığında ve egemenliğinde Rumlarla eşit şartlarda hak sahibiydik. Ne oldu? Rum tarafı bu hakkımızı gasp etmek için silâha sarılıp bize azınlık hakkı önerince dam başımıza yıkıldı. Türkiye’nin garantörlüğü sayesinde kurtulduk çünkü Anayasayı yırtıp atmakla ortadan yok edemedikleri somut bir şey daha vardı: TÜRK ALAYI ! Şimdi, “ayrı egemenlik, ayrı bağımsızlık istemiyoruz; tek egemenlik, tek devlet, tek halk, tek vatandaşlık” formülüne dayalı olarak yürütülen görüşmeler 1960’ın düzenini, Rumların lehine tadil ederek ve Garantileri de neticede sıfırlayarak tekrarlamak anlamına gelecektir. MGK’nın açıklamasında, bunu önleyici deyimler olsa da “görüşmelerin desteklenmesi” ve “iki kurucu devletin” egemen devletler olacağının açıklanmaması bence göze batan eksikliklerdir.Bilindiği gibi Hristofyas “iki kurucu eyaletten” bahsetmektedir ve Sayın Talat da ayrı egemenlik istemediğini açıkladığına göre, kurucu devletin vilâyetten başka bir şey olmayacağı açıktır. Hristofyas, kurucu vilayetlerin hudutlarını zaman zaman gözden geçirecek mekanizma da önermektedir. Garantiler hakkındaki görüşlerimi yukarıda da açıkladığım için bunları tekrarlamayacağım, ancak kendi kendimizi aldatmayalım: Hristofyas “1960 Kıbrıs Cumhuriyeti ve Onun Anayasası vardır ve biz Rumlar bu Cumhuriyetin dünyaca tanınmış meşru hükümetiyiz ve bu unvanla Kıbrıs’ın bütününü AB üyesi yapmış bulunuyoruz. Kıbrıs’ın idaresinde değişikliğe gidilecektir. Üniter Kıbrıs devletinin Anayasasını tadil ederek iki vilâyetli bir durum yaratılacaktır. AB ülkesi olarak halkımız (TEK HALK) AB normları ve yasaları çerçevesinde insan haklarını serbestçe kullanabilecektir. Yani yerleşim ve mülk edinme hakkı kısıtlanamaz. Kıbrıslılar istedikleri yerde yerleşebileceklerdir. BM kararları ve AB normları uygulanacaktır” diyor. Bunlarda var mıyız, yok muyuz?
MGK açıklamalarından, Sayın Çiçek’in beyanlarından bunlara “yokuz” dediğimiz anlaşılıyor. Rum da böyle anlıyor ki “Türk tarafı uzlaşmazdır” propagandasına hız vermiş bulunuyor. Ancak “görüşmelere devam” siyaseti veya taktiği, Kıbrıs’a güya yardımcı olan ve gerçekte Rum’un meşruiyetini savunan “dostlar” tarafından gün gele aleyhimize kullanılacaktır. Annan Planı’na evet dedirttikten sonra bizi ayrı devlet ve ayrı egemenlik istemeyen taraf olarak hangi çizgiye bağladıklarını unutmayalım. Türkiye’de ve Kıbrıs’ta yapılan açıklamalardan, tarafların yeni bir sürpriz BM planına karşı çıkmayacakları sonucuna varılmaktadır. Bunu açıkça görmekteyiz. Şimdiki durumda KKTC halkının büyük bir çoğunluğu böyle bir planı kabul etmeyeceğini açıklamış bulunmaktadır.
SAYIN TALAT İZLENEN YOLUN ÇIKAR YOL OLMADIĞINI GÖRMEYE BAŞLAMIŞ GİBİ
ÜLTANIR: Sayın Talat’ın rahmetli Dr. Fazıl Küçük’ün kurduğu “Halkın Sesi” gazetesi yazar ve yöneticilerini ağırladığı sabah kahvaltısında, krize ve hatta skandala dönüşen konuşmasında söylediği ve Rum Politis gazetesine yansıyan, çözüm sonrası ulaşılacak durum için, “Yüzde elli KKTC, yüzde elli Kıbrıs Cumhuriyeti olmayacak, çoğunluk Kıbrıs Cumhuriyeti olacak” sözünü nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu sözü ve 20 Temmuz törenleri nedeniyle yaptığı konuşmalar birlikte değerlendirilince, Sayın Talat şu anda nasıl bir tutum ve davranış sergiliyor?
DENKTAŞ: Sayın Talat Halkın Sesi gazetesi yazarlarına görüşmelerin seyri hakkında, Türk tarafına şirin görünecek deyimler kullanmıştır. Rum tarafı KKTC’yi kabul etmiyor, Sayın Talat da “ayrı devlet, ayrı egemenlik istemediğini” söylemektedir. Bu nedenle “çözüm sonrası ulaşılacak durum yüzde elli KKTC, yüzde elli Kıbrıs Cumhuriyeti olmayacak, çoğunluk Kıbrıs Cumhuriyeti olacak” sözleri halkımıza şirin görünürken, bir açıdan da halkı çözümün gerçeklerine alıştırmayı öngörmektedir diye düşünmekteyim. “Yani çoğunluk idaresine hazırlanınız. Ortaklık, eşitlik diyoruz ama bu yüzde elli üzerinden olmayacak. Hele KKTC hiç olmayacak” demiş olsaydı daha gerçekçi olacaktı. Unutmayalım TEK HALK, TEK DEVLET, TEK EGEMENLİK, TEK VATANDAŞLIK KABUL EDİLMİŞTİR. Bu deli gömleğinden süratle kurtulmamız gerekmektedir. Sayın Talat 20 Temmuzda yaptığı konuşmada güzel bir tarihi çerçeve çizerek halka bazı teminatlarda bulundu, ama “devletim, egemenliğim” diyemedi. Bunları da söyleyeceği günü beklemekteyiz. Akıllı adamdır. Takip edilen yolun çıkar yol olmadığını görmeğe başladığını zannederim.
KADAYIFIN ALTINI YAKARSAK İŞ İŞTEN GEÇMİŞ OLACAK
ÜLTANIR: Sayın Talat bir heyetle birlikte Cumhurbaşkanı Gül’ü 13 Temmuz’da Ankara’da ziyaret etti. Ancak heyete KKTC Dışişleri Bakanı Hüseyin Özgürgün’ün, Talat-Hristofyas görüşmelerine katılmasına olanak tanınmadığı için katılmadığı, gazetelere yansıdı. Talat ve UBP İktidarı arasında ayrılıklar giderek sürtüşme ve gerginliklere neden olsa da, UBP iktidarı Türkiye’deki AKP iktidarının desteğini alan Talat’a karşı sert çıkmakta zorlanarak bu tür pasif karşı çıkışlarla mı tepkisini ortaya koyuyor? Gül ve Talat görüşmesi sonrasında yapılan ortak açıklamayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu açıklamada “Garanti ve İttifak Anlaşmaları Türkiye’yi, Yunanistan’ı ve İngiltere’yi ilgilendirmektedir ve uluslararası bir anlaşmadır. O açıdan bu Garanti ve İttifak Anlaşmalarının devamına da biz Türkiye olarak önem vermekteyiz. Çözüm ortaya çıkarken unutulmaması gereken bir nokta daha vardır. Bu şüphesiz ki Kıbrıs Türklerinin ve Kıbrıs Rumlarının arasında halledilecek bir meseledir, ama Doğu Akdeniz’de Türk-Yunan dengesinin muhafaza edilmesi ve bütün bu büyük coğrafyada huzurun, barışın, karşılıklı saygı çerçevesi içerisinde ilişkilerin devam etmesine ortam hazırlayacak bir çözümün de ortaya çıkması çok önemlidir denilmesi sizce yeterli mi?”
DENKTAŞ: UBP’nin Dış İşleri Bakanı ve Meclis Üyelerinden Zorlu Töre bizim “milli kırmızı çizgimiz” olarak bildiğimiz kriterleri açıklamaya devam etmektedirler. Sayın Eroğlu da son zamanlarda Kıbrıs konusunda, Partisinin seçim beyannamesinde olduğu gibi, bu kırmızı çizgileri vurgulamaya başlamıştır, çünkü halkın arzusu açıkça bu yöndedir ve yeniden aldatılmak istememektedir. Hristofyas’ın “EOKA’dan ilham alıyoruz; Makarios’un yolundayız; uzlaşma olacaksa 1960 Anayasasının tadili ile olacaktır” gibi beyanları da bu konuda “uzlaşma olsun da nasıl olursa olsun” düşüncesinde olanları, yani imâma kızıp da oruç bozma niyetinde olanları uyarıcı olmaktadır. Dolayısı ile davanın hâlli konusunda, UBP ile Sayın Talat arasındaki görüş ayrılığı devam ederken ve Türk hükümeti de Talat’ı desteklediğini dünyaya açıklayıp diğer yanda “iki halk, iki devlet” derken, Sayın Eroğlu da “görüşmelerin sonucunu bekler bir durum içinde olmak” zorunda kalmaktadır. Hristofyas–Talat görüşmeleri referanduma götürülecek bir sonuca varırsa bu, Türk tarafının halk tarafından kabul edilmeyecek şekilde taviz verdiğini gösterecektir. Hristofyas buna bile “hayır” diyecek inancı ile bu çıkmaza girilmişse ve Hristofyas “yeter ki asker çıksın, biz gereğini yaparız” diyerek halkına “evet” dedirtirse, işte o zaman, Sayın Erbakan’ın deyimi ile “kadayıfın altını yakmış” olacağız ve kendimizi, içinden çıkılmaz bir durumda bulacağız.
Sayın Talat geçenlerde hükümete bilgi vermiş. Bakanlar Kurulunda yapılmış olan bu toplantıdan henüz bir sızıntı olmamıştır. Türkiye’yi ziyaret konusunda meydana gelen durumun arkada kaldığı anlaşılmaktadır. Sayın Talat’ın Ankara ziyaretinden sonra yapılmış olan açıklamaların tümünde ben “egemenliğe, eşit egemenliğe, KKTC’nin kurucu devletlerden biri olacağına” açıkça temas edilmemesini büyük bir eksiklik olarak gördüm. “Görüşmeleri destekleriz; Talat’a sonsuz güven” gibi sözlerin ise, gidilen yol bilindiği halde, tekrarlanmasını da, dış dünya açısından aldatıcı, halkımız açısından da şaşırtıcı bulmaktayım. Kıbrıs’ı babalarının çiftliği, Kıbrıs Türklerini de “tek halk içinde %20 bir azınlık” olarak gören, Kıbrıs meselesini dünyaya 1974’de başlamış bir istilâ meselesi olarak takdime devam eden, mal-mülk konularını bireysel hak gibi yargı tarafından halletmeğe çalışan, 1963-74 yıllarını hafızasından silen, 1960 Ortaklık Devletinin üniter bir devlet olduğunu söyleyip bunun anayasasını tâdil suretiyle iki vilayetli federal bir yapıya dönüştürüleceği üzerinde ısrarla duran ve “Garantiler yoktur ve olmayacaktır” demekten vazgeçmeyen bir taraf karşısında millî kriterlerimizi, kırmızı çizgimizi, Kıbrıs meselesinin Türkiye açısından vazgeçilmez millî bir dava olduğunu daha net bir şekilde söylemek gerekir görüşündeyim.
ATATÜRK HEYKELİNE KARŞI OLANLAR UZLAŞMA YANLISI MALûM KİŞİLER
ÜLTANIR: KKTC’de Temmuz ayında Lefkoşa Metehan sınır kapısına bir kilometre uzaklıkta dikilen yüzü Rum kesimine dönük Atatürk heykeli ile Lefkoşa terminal bölgesine yapılmaya çalışılan Câmi gibi tartışmaların yaşandığı basında yer aldı. Bu tartışmalar Kıbrıs Türk toplumunda dinci-ulusalcı gibi iç kutuplaşmaların sonucu mu yoksa, Rumlarla birleşme yanlısı olanlar ve olmayanlar arasındaki tartışmalar mı?
DENKTAŞ: Bu konularda seslerini yükseltenlerin büyük bir kısmı ulusal davada daima “uzlaşmadan yana” olduklarını söyleyen ve bu nedenle devamlı surette millî çizgiyi savunanlar karşısında görev almış malûm kişilerdir. Din dersleri konusunda son zamanlarda ulusalcı olmakla beraber gençlerin tamamen din bilgisinden yoksun bir hâlde yetişmelerinden endişe duyanların sesleri de gelmeye başlamıştır. Din-ahlâk derslerine ihtiyaç olduğu muhakkaktır. Genç ve aklı başında, Atatürkçülüğünden kuşku duymadığımız bir müftümüz ve eğitimde Atatürkçü genç bir bakanımız vardır. Bu konuyu dinci-ulusalcı çatışmasına sürüklemeden halletmeleri beklenmektedir.
DAVUTOĞLUNUN DAVETİNİ HRISTOFYAS’IN KABUL ETMESİ ENDİŞESİ
ÜLTANIR: Bu ay Kıbrıs görüşmeleri için Türkiye’de “son şans” lâfı telaffuz edilmeye başlandı. Yukarıda sözünü ettiğimiz Gül-Talat ortak açıklamasında, “müzakerelerin neticeye varması ve neticede bir kapsamlı çözümün ortaya çıkması ve bu kapsamlı çözüm çerçevesi içerisinde de bu sene sonunda bir referandum yapılması” dileğinden söz edildi. Ancak, Hristofyas’ın böyle bir takvimi benimsemediği biliniyor. “Türk tarafının tutumu değişmezse, ne Aralık ne de Aralık sonrası bir tarihte anlaşma olur” diyor. Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, TRT Televizyonu’nda görüşlerini açılarken, “Rum yönetiminin pozisyonlarına bakınca gerçekten barışı mı, yoksa taktik manevralarla Ada’da kendi istedikleri bir çözümü mü adım adım gerçekleştirmenin peşinde olduğundan emin olunamıyor, ama biz her ne şekilde olursa olsun, Kıbrıs’taki statükonun bu şekilde sürmesi taraftarı değiliz. Ya karşılıklı müzakerelerle statüko değişir, ya da alternatif yollar düşünmek zorunda kalırız. Bir şekilde bu müzakerelerin son şans olduğunun herkes tarafından algılanması lâzım” dedi. Aralık’ta bir anlaşmaya varılamayacağı çok büyük bir ihtimal olarak ortada. Aralık’ta takvim durur mu yoksa devam mı eder, bilinmez, ama son şans söylemleri yeniden başlangıca dönüleceğinin ifadesi mi, yoksa müzakerelerden sonuç çıkmıyor diye Birleşmiş Milletler’in Annan Planının yeni versiyonuna davetiyenin diplomatik ifadesi mi, ya da bir başka plan mı, nedir acaba, nasıl değerlendiriyorsunuz?
DENKTAŞ: Yukarıda da izah etmeğe çalıştığım gibi, Talat-Hristofyas görüşmelerinden sene sonuna kadar kapsamlı bir çözüm çıkmasını ve bunun referanduma giderek halkımız tarafından kabul görmesini temenni etmenin gerçekçilikle bir ilişkisi yoktur. Talat-Hristofyas görüşmelerinin başlatılmış olduğu TEK halk, Tek devlet, Tek egemenlik görüşmelerinin kapsamlı bir çözümle sonuçlanabilmesi için bizim Hristofyas’ın çizgisine inmiş olmamız gerekecektir. Sayın Davutoğlu diplomatik lisanla Hristofyas’ı makûl olmaya davet ediyor ve “bu süreç son denemedir, netice alınmazsa başka seçenekler vardır” diyor. Ben Hristofyas’ın bu davete icabet ederek yola gelmesinden, yani önüne ardına bakmaksızın, “askerden, garantilerden kurtuluyoruz ya; Kıbrıs Cumhuriyetinin varlığını da kabul ettirdik ve AB normları etkin olacak ya, o halde ben bu davete evet diyorum” demesinden endişe etmekteyim. O zaman bir alternatifimiz var mı? Dünyaya “bu süreç, bu statüko devam edemez” demek güzel de, devam ettiği takdirde iki devlet esası üzerinde duracağımızı, ve KKTC ayrı bir devlet olarak kabul görmediği takdirde rahmetli Ecevit zamanında duyurulmuş olan formüle geçileceğini söylemek gerekmez mi? “AB Kıbrıs Rum idaresini ‘Kıbrıs’ olarak üye yapmışsa, Türkiye ile KKTC arasında aynı seviyede bir birlik kurulur ve Türkiye ile KKTC tanınma yolunda sabırla yürümeğe başlar” denemez mi? Kıbrıs’ın gerçekleri bu değil mi? Yabancılar “Kıbrıs’ta iki ayrı halkı birleştirerek bir Kıbrıs milleti yaratmak teşebbüsü hayaldir. Gerçekçi olunmalı, iki devlet esası üzerinde bir birleşmeden başka kalıcı bir hâl çaresi yoktur. Zorla bir birleşmenin sonucu 1963’den daha feci olacaktır” diyebiliyorlar; biz bunu söylemektense “uzlaşıcı görünmek için” edebiyatla meşgulüz gibi geliyor bana.