Röportaj: Özlem Doğan
Fotoğraf. Enis Derdimentoğlu
ÖD: Çok geniş bir kimlik yelpazeniz var. Hukukçu, iletişim bilimci, gazeteci, televizyoncu, yazar, şair, romancı ve eğitimci. Aynı zamanda her yapının içine kendini koyarak empati kurup düşünebilen bir aydın. Türkiye’nin ilk doktoralı iletişim bilimcisisiniz. Bu kimliğinizle başlamak istiyorum sorularıma;
İnternet, bilişim araçları, medya iletişimi kolaylaştırdı, geliştirdi dediğimiz noktadayız. Fakat ilişkilerin daha çok koptuğu, toplumların asosyal ve apolitik olduğu bir mecra çıktı önümüze. Bedenler yan yana olsa da kafalar uzak. Ortada mesaj alışverişinin söz konusu olduğu ve iletişim dememizi sağlayacak çift kanaldan söz edemiyoruz. Tek çıkışlı bir kanaldan yine tek taraflı bir yığılım var gibi. İletişim kelimesi fazla metalaşmadı mı sizce? Manzara böyleyken, bu çağa hala iletişim çağı diyebilir miyiz?
HŞ: 1968 yılında Amerika’da Indiana üniversitesinde UNESCO bursu ile doktora yapmaya başladım. Sonuçta, böyle bir planım olmadığı halde, Mass Communications ya da Kitle İletişimi alanında, Türkiye’nin ilk doktoralı iletişim bilimcisi oldum. Medya teknolojileriyle insanların durumu arasındaki ilişki baştan beri beni çok ilgilendirdi. Yani bilimsel meraklarımın başında, iletişim teknolojilerindeki değişiklikler “acaba insanları nasıl değiştiriyor” sorusu geliyordu. Bunu hayatın çeşitli alanları için soruyordum. Dünyayı kavramak, anlamak, ona uyum sağlamak gibi konularda, ideolojide nasıl değişiyorduk? O yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nde Marshall Mcluhan adlı Kanada’lı bir düşünürün görüşleri çok gözdeydi. Mcluhan bir çeşit pop kahramanı haline gelmişti. En ünlü deyişi, İngilizcesiyle Türkiye’ye de girmiş olan ve reklam sektöründe de halen zaman zaman duyduğumuz ‘The Medium is the Message’ Mesaj, ileten teknolojinin ta kendisidir’ idi; bu görüşü dünyanın pek çok yerinde tartışılıyordu. Mcluhan özetle şunu diyordu; “Yeni bir iletişim teknolojisi bir toplumda egemen hale geldiğinde, sadece bizim neler öğreneceğimizi ve neler düşündüğümüzü değil; aynı zamanda dünyayı nasıl algıladığımızı da değiştirir.” Mesela, matbaanın icadından sonra okuma alışkanlığının yaygınlaşması sonucu insanlık çok kapsamlı bir değişim geçirdi. Ve bu değişim aynı zamanda insanların, dünyaya nasıl baktığını, nasıl algıladığını ve nasıl tepki gösterdiğini de belirledi. Bu büyük değişim artık bilimsel bir olgu olarak kabul ediliyor, ancak 50 ila 200 yıl arasında bir sürece yayıldığı unutuluyor. Şimdi biz dijital teknolojinin gelmesiyle ve akıllı telefonların başat iletişim aygıtına dönüşmesiyle buna benzer çok kapsamlı ve bütünsel bir değişim ve dönüşümün içine girmiş bulunuyoruz. İnsanlığın geçirmekte olduğu dönüşüm sanıldığından çok daha derin.
ÖD: Peki bunun ne kadar bilincindeyiz?
HŞ: Bütün yeni teknolojilerin ortaya çıktığı zamanlarda olduğu gibi bu kez de en son teknolojinin bize neler yaptığını ya da yapacağını tam olarak kestiremiyoruz. Sadece bazı belirtileri görüp kaygılanıyoruz. Dijital teknolojinin yaygınlaşması, internetin günlük yaşamın vazgeçilmezi haline gelmesi ve özellikle akıllı telefonların hayatımızın bütününü kapsayacak yaygınlık kazanması, insanların sürekli telefon ekranlarına bakması haklı kaygılara yol açıyor. Hem haklı hem haksız kaygılar demem lazım. Bence bazı kaygılar abartılıyor. Buna karşılık, bazı şeyler de görmezden geliniyor. Her şeyin çok iyi olduğu eski bir altın çağdan söz etmek de abes, onu romantize etmekten başka işe yaramıyor. Aslında şu aşamada iki soruya odaklanmalıyız. Bir, bu dijital medya bizi nasıl değiştiriyor? İki, ortaya çıkacak bir takım sakıncaları azaltmak için neler yapabiliriz?
“KÜRESELLEŞME, EMPERYALİZMİN SON AŞAMASIDIR”
ÖD: Küreselleşme karşıtları, ılımlı (şüpheciler) küreselleşmeciler ve küreselleşme taraftarları var malum. Sizin küreselleşmeye bakış açınızı merak ediyorum?
HŞ: Ben o konuya kategorik bakmıyorum. Etki-tepki süreci içinden bakıyorum. Küreselleşme bir olgu. Andığımız iletişim teknolojilerinin bulunduğu bir dünyanın, içine kapanık uluslardan oluşan bir bütün olabilmesi mümkün değil. McLuhan 50 yıl önce “küresel köy” demişti. Hepimiz birbirimizin neler yaptığını, neler yapmadığını görüyoruz. Ama öte yandan, insanlığın küreselleşmenin bazı sonuçlarına hazır olmadığının bir takım belirtileriyle karşı karşıya geliyoruz. “Küreselleşme kapitalizmin en son aşamasıdır” diyebiliriz. Lenin’in ‘Emperyalizm, kapitalizmin en son aşamasıdır’ demesi gibi, biz de günümüzde ‘Küreselleşme emperyalizmin son aşamasıdır’ diyebiliriz. Şu anlamda: küreselleşme sermayenin sınır tanımadan dünyanın her yerine serbestçe girip çıkabildiği evredir. Bunun teknolojik altyapısı oluştu. Dünyadaki tüm finansal işlemlerin dünyanın her yerinden tek bir banka tarafından yapıldığını düşünebiliriz.
ÖD: Peki olumsuz etkileri?
HŞ: Günümüzde sermaye sadece paradan ibaret değil.Kapital, büyük çapta enformasyona dönüşmüş durumda. Eğer siz sermayenin dünyanın her yerine serbestçe girmesini bir ideoloji olarak savunuyor iseniz, o zaman bunun mutlaka bilgisel ve düşünsel dolaşım özgürlüğüyle bütünleşmesi gerektiğini kabul etmek durumundasınız.Bunun için demokratik özgürlükler gerektirir. Sermaye gelsin ama fikirler gelmesin derseniz çelişkiye düşmüş olursunuz. Hayat böyle, bir şey yapıyorsanız ona tepki olarak oluşacaklara da hazır olacaksınız. Bunlardan bazıları hiç hoşunuza gitmeyen şeyler olabilir, hatta sizi yiyip bitirebilir. Şu anda Batı’nın ilk sanayileşmiş ülkelerinde yaşananlara bir bakalım. Emperyalizm 19., 20. Yüzyıl’da, çoğu kez askeri güçle birlikte, Afrika’ya, Asya’ya, Latin Amerika’ya girdi ve oraların insanlarını iliklerine kadar sömürdü. Oraların zenginliğini kendi ülkesine götürdü, rahata kavuştu, çok zengin oldu. Şimdi de yeni iletişim teknolojileri sayesinde oraların insanları senin ne kadar rahat ve güvenli bir yaşam sürdüğünü görüyorlar ve “ha madem ki giriş-çıkış serbestliği var, şimdi biz de sana gelmek istiyoruz” diyorlar. Ahlaki olarak son derece haklı bir şey. İsterseniz buna bizim misafirliklerde olduğu gibi “iade-i ziyaret” diyebilirsiniz. Ama ne oluyor? Kapılar suratlarına çarpılıyor, surlar ve duvarlar inşa edilmeye başlanıyor. Avrupa’da ki göç karşıtı görüşlerin nasıl giderek yeni bir ırkçılığa dönüştüğünü, Trump’ın Amerika’da kazanmasının ardında nasıl bir ırkçı dürtü olduğunu fark ediyoruz. Dünya’da ırkçılığın, faşizmin, yobazlığın ve dar kafalılığın yükselmekte olduğunu görüyoruz. Bu da küreselleşmenin öbür yüzü.
ÖD: Şaşırma yetimizi kaybettiğimiz, toplumsal ve kültürel farklılıkları ortadan kaldıran bir aynılaşma getirdi diyebilir miyiz?
HŞ: Gezegenimiz küresel sermayeye dar geliyor; her yeri kendine benzetmekte çok mahir. O yüzden bir benzeşme, standartlaşma, aynılaşma kesin olarak söz konusu. Bunun Amerikan modeline göre bir aynılaşma olduğunu söyleyebiliriz. Model orada oluşuyor. Fast-food üretim süreci ve mimarisi gibi. Nereye gitseniz aynı.
ÖD: Dünya liderlerinde de benzeşme görülüyor gibi?
HŞ: Herkes gibi onlar da birbirlerinden kopya çekiyorlar. Diyelim Hindistan otokratı, Türkiye otokratının yaptıklarını görüyor, hevesleniyor, Macaristan otokratı, Polonya otokratının yaptıklarını taklit ediyor, hepsi hayranlıkla “baba” Putin’e bakıyorlar, Japonya’da ki bile geri kalmak istemiyor, “ben ne yapsam” diye etrafa bakınıyor, Amerikan otokratı da “hani bana hani bana” demeye başlıyor. Şimdi Çin otokratı ömür boyu görevde kalma hakkını elde etti ya, eminim hepsi isteyeceklerdir. Zaten Putin dördüncü kez seçildi, 24 yıl görevde kalmış olacak. Böylece yeni bir yönetim tarzı ortaya çıkıyor. 19. Yüzyılın klasik demokrasi hayallerinden, ya da 20. Yüzyılın sosyal demokrasi düşlerinden çok farklı bir model. Bu “beklenmedik” sonuçları da küreselleşmenin etkileri başlığı altında irdeleyebilirsiniz.
“HAYALETLER KOLAY ÇÖZÜMLER ÖNERİYOR”
ÖD: Küreselleşme ve iletişim, artı yönler yanında eksilerde getirdi malum. Kültürel yozlaşma ve en önemlisi dijital yollarla, saniyeler içinde toplumdan topluma bulaşan psikolojik hastalıklar, depresyon, yaşadım sanrısı. Kaoslar ve biriken karamsarlık, aynı bir fay hattının enerji yüklenmesi gibi, yükselen kaygı eşikleri. Sizce bu durum toplumsal anlamda ya da küresel anlamda bir depreme neden olabilir mi? Olursa nasıl bir sonuç öngörürsünüz?
HŞ: Biz o depremi şuan yaşamaktayız. Bunun çeşitli örneklerini her tarafta görebiliriz. Eski planlar iptal ediliyor, çünkü onların işlemeyeceği belli oldu. Yeniden bir içe kapanış refleksi söz konusu. Ancak bu eskisi gibi başkalarından kopuk yaşama şeklinde gerçekleşmeyecek. Çünkü andığımız teknolojiler buna imkân vermeyecekler. Büyük bir şaşkınlık var ve bakın kimse çözüm öneremiyor. Geçmiş bitti, ama gelecek bulanık. Örneğin geçen hafta İtalyan seçimlerine bakın, ne oldu? Sosyalist partiler oy kaybetti. Avrupa’nın bütününde sol gerilemekte. Oysa sol tam da bu gibi durumlarda çözüm önerebilir deniyordu, çünkü kapitalizmin kendisi bu konuda çözüm önermekte yetersiz kalıyor. Bu boşlukta çok tehlikeli hayaletler mağaralarından çıkıyor. O hayaletler kolay çözümler öneriyorlar. Aşırı milliyetçilik, şovenizm, diktatörlük, savaş… 21. Yüzyıl’ın ilk çeyreğinin karnesi böyle olacak ne yazık ki…
ÖD: Evet dijital değişti, medya değişti, biz değiştik mevcut ideolojiler şuan içinde bulunduğumuz durumu karşılamıyor. İnsanlarda artan bir inanma arzusu var.
HŞ: Mevcut ideolojiler ve elitler içinde bulunduğunuz krizi açıklayamıyor, çözümler öneremiyorlar. O inançlar kandırmaca. Eski çözümler artık geçerli değil. Bir sürüklenmedir gidiyor… Bir duvara çarpıncaya kadar mı? O duvar yeni bir dünya savaşı mı? Korkutucu sorular bunlar…
ÖD: Daha güncel, daha insani ve gerçek ideolojilere gereksinim var gibi.
HŞ: Korkmuş insanlar… Korkmuş insanlar çok korkunç olabilirler, çünkü derhal gidip en güçlü gördüklerine sarılabilirler. Oysa o en güçlü aynı zamanda en kötü niyetli ve korkunç olabilir.
“BANA KARAMSAR ŞEYLER SÖYLETECEKSİN”
ÖD: Korkunun üzerinde bir şey var, bu da ‘İnanma’ değil midir? Mesela eskiden solda veya sağda mücadele eden insanlarında korkuları vardı fakat savundukları şeye duydukları inanç öyle gerçekti ki korkularının üstüne çıkıyordu. Şimdi ortada ki ideolojiler kanıksandı ve çağın insanının ihtiyacını karşılamıyor. ’İnanma arzusu’ toplumlarda yükselen değer. Hani kafaların ideolojiler bakımından kirli ve karışık olduğunu düşünürsek, gerek siyasal, gerek toplumsal bir sadeleştirme yaparak bir çözüm türetilemez mi?
HŞ: Bana karamsar şeyler söyleteceksin… Şimdi kapitalizmin ve dar tarifiyle sosyalizmin 21.yy’da karşı karşıya kaldığımız sorunlara çözüm bulmakta yetersiz ve çaresiz kaldığı konusunda birleştik. Bu durumda yeni anlayışlar, yeni çözüm önerileri, yeni dünyaya bakışlar, ideolojilere gereksinim olduğu konusunda da anlaştık ve bunların ufukta görülmediği konusunda da anlaşıyor muyuz?
ÖD: Evet.
HŞ: O zaman şu soruyu sorabiliriz: Sakın insanlık yeni bir karanlık çağın eşiğinde olmasın? Bizim coğrafyamızda, Anadolu’da yaşanmış karanlık bir çağ vardır. Troya yıkıldıktan sonra ki; bu Milattan Önce 12.yy. sonlarına denk gelir. Sadece Troya da değil bütün Anadolu da ve Ege’de uygarlıkta bir gerileme olmuş. Arkeolojik bulgulardan bunu anlıyoruz. Öylesine bir gerileme olmuş ki yazı kaybolmuş. Bu dönemin 300-400 yıl sürdüğü düşünülüyor. Ne oldu? Niçin oldu? Deprem miydi? Savaş mıydı? Veba mıydı? Şuan biz, diyelim Troya’nın kuşatma altında olduğu, tahta atın inşa edildiği dönemde olabiliriz. İleriye doğru baktığımızda kurtarıcı öneriler, parlayan çözümler görünmüyor, eskilerin ise ne kadar parlatılırlarsa parlatılsınlar tükenmiş olduğunun farkındayız. Fransız İhtilali ile dünyaya yayılan “İnsanlık” ideali tehlikede görünüyor. O ideal ölürse geriye ne kalır?
İNSANLIK BULACAK MIYIZ?
ÖD: Emperyalizmin tüm dünyayı sanayi, para, iş gücü, hatta ulusların içişleri ve son olarak, tüm iletişim kanallarını elinde tutup, beyinleri kontrol ettiği bir insan çiftliğine çevirdiğini söylesek bu çok ütopik bir yaklaşım olmaz sanırım. İnsanlık için, hala hür iradeden söz etmemiz mümkün mü?
HŞ: Çok önemli bir soru. Yapay akıl meselesi de o bağlamda karşımıza çıkıyor: Kendileri çuvallamış olan insanlar yoksa kendi yarattıkları makinelere teslim mi oluyorlar sorusu! Nereye gidiyoruz sorusu. İnsanlar başlangıçta fazla telaşlanmadılar çünkü robotlar daha çok kol gücüyle yapılan işleri yapıyorlardı. Fakat gittikçe akıllandılar. Artık kol gücüyle değil akıl gücüyle yapılan işlerde de kullanılmaya başlıyorlar.Hatta sanata el atıyorlar. Ne bileyim, beste yapıyorlar örneğin. Haber yazmaya başlıyorlar. İki de bir lafa karışıyorlar. Bugün twitterda bize ulaşan mesajların yüzde kaçının robotlar tarafından üretildiğini biliyor muyuz? Veya bize medyadan iletilen haberlerdeki robot katkısının farkında mıyız? Değiliz. Ama bunun gün geçtikçe çoğaldığını duyuyoruz. İnsanlar arasındaki iletişim gibi görünen pek çok şeyin, artık robotlar arasında iletişim haline geldiğini görmekteyiz. Bu gidiş şunu gösteriyor ki, ister ütopik, ister distopik olarak bakabilirsiniz, makinaların insanlardan daha akıllı hale gelmeleri de o kadar da uzakta olan bir şey değil. Her alana giriyorlar. Belki devlet yönetiminde de bazı kararları onlar alacaklar. Bu alan gittikçe artacak. Karşımızda insan bulmakta zorlanacağız. “İnsanlık” bulacak mıyız?
ÖD: Bazı alanlarda şimdiden böyle değil mi?
HŞ: Bilincine varmasak da öyle. Geçenlerde ders sırasında öğrencilerimle buna benzer konuları konuşurken, gene Mcluhan’dan bahsediyorduk. Mcluhan bütün teknolojileri insan uzuvlarının bir uzantısı olarak görür. Mesela gözlük, bir teknoloji olarak, gözümün bir uzantısıdır, ayakkabı benim ayağımın uzantısıdır, tekerlek yine ayağımın uzantısıdır, bıçak elimin uzantısıdır, televizyon “merkezi sinir sistemi”mizin uzantısıdır, ya günümüzün başat iletişim aygıtı olan smartphone ya da akıllı telefon? O neyin uzantısıdır? O bizim aklımızın, gönlümüzün, şuurumuzun, gözümüzün her şeyimizin uzantısıdır derken; arkadaşlardan birisi dedi ki; ‘Hocam, bana öyle geliyor ki giderek biz onların uzantısı haline gelmeye başladık.” Dahası var: Bu telefon onları kullananlardan çok daha akıllı bir çok bakımdan.
“YURTTAŞ DA HABER ÜRETİM SÜRECİNE KATILABİLİR”
ÖD: İnternet, sosyal medya, medya derken, anlayış üzerine yeni bir bilinçlendirme hareketi başladı, Medya Okur Yazarlığı. Ben onu ‘Yarattığın şeytanınla nasıl baş edersin’ gibi yorumluyorum. İletişim camiasının halkı eğitmek tamam, ama hem ulusal hem uluslararası alanda, daha kalıcı, hukuki çözümlere yönelik yaptırımlar, geliştirmesi gerekmez mi? Medya okuryazarlığı, pasif ve acizce bir çözüm önerisi değil mi?
HŞ: Bizim iletişim öğrenimi gördüğümüz kitle iletişim çağında medyada çalışmak için ahlaki ve mesleki bir altyapı gerekiyordu. Bu çağ, kitle iletişimi ile birlikte, 20.yüzyılın sonundan itibaren gerileyip yok olma sürecine girdi. Ben o eski çağda, uzun yıllar medya etiği dersi verdim. Medya mensuplarının haberleri değerlendirirken, ne gibi ahlaki kaygılarla bağlı olması gerektiğini tartışıyor, özel yaşamın önemi üzerinde duruyor, çocukların bazı haberlerden nasıl korunması gerektiği konusunda fikirler üretiyor ve medyanın insanları saygın bir varlık olarak ele almasının önemi üzerinde duruyorduk. Bu arada Basın Konseyi Yüksek Kurulu üyesiydim, Gazeteciler Cemiyetinin etik kurulunda görev yaptım. Yani kitle iletişim eğitiminde benim de önem verdiğim böyle bir mesele vardı. Zaten etik eğitimi almış olmak medya profesyonelini tanımlayan öğelerden biriydi. Abdi İpekçi’den itibaren bu öyleydi diyelim. Gazetecilik yapanların böyle bir donanımı olması bekleniyordu. Derken, zamanla, diyelim 21. Yüzyılın başından itibaren telefonların iki taraflı çalışmaya başlaması, görüntü ve grafik göndermeye başlamasıyla beraber ‘Yurttaş gazeteciliği’ diye bir kavram çıktı. Dendi ki; artık sadece muhabirlerin elinde fotoğraf makinası yok, televizyon kamerası yok, yurttaşlarında var. Mademki yurttaşın aydınlanması demokratik süreçlerin en önemlilerinden bir tanesi, o halde yurttaş da haber üretme sürecine katılabilir, katılmalıdır. Dijital teknolojideki gelişmelerle yurttaş gazeteciliği olanakları daha da arttı. İşte orada yurttaş gazeteciliği ile habercilik etiği arasındaki ilişkinin niteliği sorunu karşımıza çıktı. Peki, bizim kitle iletişimi çağında, gazetecilere meslek adına yapmalarını ve yapmamalarını öğrettiğimiz bir takım ilkeler, onlar için de geçerli olacak mı? Hangi ölçüde geçerli olacak? Bu soru çıktı karşımıza. Medya okuryazarlığı konusunun moda olması da yalnızca pasif tüketici yurttaşın medyayı anlama ihtiyacı sonucu olarak değil, mesaj üreticisi olarak ihtiyacı ile bağlantılı olarak çıktı ortaya. Pasif tüketici anında aktif üreticiye dönüşebiliyor zamanımızda. En yakın gazete ya da televizyon istasyonu elinin ucunda. Onun eğitilmesi lazım.
ÖD: Medya Okur Yazarlığı eğitimine karşı değilim, olmasından yanayım. Fakat sadece bunu yapmak eksik önlem ve pasif bir çözüm önerisi gibi çıkıyor karşımıza. Hoş denetim istemekte de çekiniyoruz ama demokratik haklar çerçevesinde bir ağ denetim sistemi gibi, toplum huzuru ve sağlığı için, iletişim camiasının, hukuki yaptırımları olacak daha geniş kapsamlı bir çalışmayı öngörmesi gerekmez mi?
HŞ: Tabi ulusal, uluslararası çaplı hukuksal yaptırımlara ihtiyaç vardır, olacaktır. Tıpkı medya alanında olduğu gibi. Yani, insanları şiddete teşvik ettiğin, nefret tüccarlığı yaptığın ya da bir insanın özel yaşantısına ilişkin bir görüntüyü, gazete de yayınladığın zaman bunun belirli sonuçları oluyor. Sosyal medyada da önlemleri olmalı, olabilmeli. Sosyal medyanın doğru kullanımı konusunu toplumun bütün kurumlarının elbirliğiyle, hatta dünyanın bütün kurumlarının, Birleşmiş Milletler de dahil, ele almaları ve başa çıkmaları gereken bir sorun haline dönüştüğünü görüyorum. Çünkü sosyal medya bir aydınlık ve anlayış üreticisi olması beklenirken, bir nefret üreticisi haline dönüştü.
ÖD: Niye böyle oldu?
HŞ: İnsan türünün fıtratı yüzünden diyelim. Biz kitle iletişimi döneminde de sosyal psikoloji derslerinde şunu öğrenir, öğretirdik; “İnsanlar zihnen tutucudurlar, inandıklarından çok farklı şeyler duyarak huzursuz olmamak için kendilerini yalnızca aynı fikirde oldukları kaynaklara, açma eğilimindedirler” Buna “pekiştirme” ihtiyacı diyorlar. “Pekiştirilmek” en büyük insani ihtiyaçlardan biridir. İnsanlar, psikolojik denge ihtiyacı ile, sürekli olarak ne kadar doğru düşündüklerini, ne kadar haklı olduklarını duymayı isterler. Şimdi sosyal medyaya geçtiğimiz için bunun değişmesini bekleyebilir miyiz? Bay X koyu bir dindarken elinde imkan var diye merak edip ateistlerin fikirlerini öğrenmeye mi kalkacak? Çok küçük bir ihtimal. Daha büyük bir ihtimalle kendisi gibi düşünenlerle daha fazla fikir alışverişi yapacak, var olan inançlarını daha da pekiştirecek. Bir çeşit yobazlaşma sarmalına girecek de diyebiliriz.
ÖD: Daha çok mu kutuplaşma oluşacak?
HŞ: Kutup içinde bile keskinleşecektir. Gittikçe daha bağnaz hale gelecektir. Gittikçe kendisinin, ne kadar haklı olduğuna daha fazla inanır hale gelecektir. Buna sosyal medyanın ‘Yankı Odası Etkisi’ deniyor. Herkes yankıları duyarak efeleniyor, ‘Ne kadar haklıyım’, ‘A ben daha da haklıyım’, ’Ben daha çok haklı olduğum için karşımdaki adama küfredebilirim.’, ‘Senin küfürün bir şey mi? Ben daha ağrını edebilirim’ türünden bir yarışa giriyor ve bugün içinde yaşadığımız sosyal medya curcunasını yaratıyoruz. Oysa onları insanların nihayet özgürce iletişim kurabilecekleri platformlar olarak düşünüp ne güzel hayaller kurmuştuk. Aradaki medya elitlerinin devreden çıkmasının bir çeşit demokratikleşme olacağını düşünmüştük. Öyle olmadı.
“BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNDE BİR GERİLEME YAŞANDIĞI ORTADA”
ÖD: Siyasi baskılar, güç ve basının satın alınması, medyanın şekillendirilmesi üzerine bir sürü eleştirimiz var. Fakat ilk öz eleştiriyi gerek sahada ki gazeteci bakımından, gerekse gazetecileri eğiten okul ve kurumlar bakımından ele alırsak, temelde sizin gördüğünüz eksiklikler nelerdir?
HŞ: Öncelikle kurumlar görevini yerine getirmiyor, getiremiyor, felç olmuş ya da edilmiş durumda. Bak ne yazıyor şu pankartta? “Hepimiz Ahmet’iz hepimiz Nedim’iz.”2011’de onlar tutuklandığında çıktık yürüdük, çünkü Ahmet ŞIK bizim öğretim üyemizdi. Üç oda ileride oturuyor idi. Nedim ŞENER benim öğrencim sayılabilecek bir meslektaşımdı. Biz iletişim fakülteli hocalar olarak çıktık yürüdük. Biraz ucu bize dokunduğu için, biraz genel olarak derslerimizde ifade özgürlüğünü sonuna kadar savunduğumuz için. Bugün bunu yapabilmek ne kadar mümkün bilmiyorum. Ancak günümüzde demokrasi ile beraber basın özgürlüğünde de bir gerileme yaşandığı ortada. Bu sadece Türkiye için değil, dünyanın pek çok başka ülkesi içinde geçerli. 2017 yılı hakkında Freedom House tarafından yayınlanan son raporda, son derece karamsar bir manzarayla karşı karşıya kalıyoruz. Sadece güzel ülkemizde değil, dünyanın başka yerlerinde de Amerika Birleşik Devletleri de dahil olmak üzere, Avrupa’nın da bazı ülkeleri dahil olmak üzere, yani fikir ve irade özgürlüğünün kalesi olarak görülen yerler dahil olmak üzere, genel bir gerilemeyle karşı karşıyayız. Bu gerileme büyük çapta küreselleşme çağında dijital teknolojinin ve sosyal medyanın, politika alanını değiştirmesiyle bağlantılı. Otokratların ve tahammülsüzlüğün prim yapmasıyla bağlantılı bir durum.
ÖD: İşte burada İletişim Fakülteleri farklı düşünceyi işaret eden, daha farklı eğitim veren bir kurum olması gerekmez mi?
HŞ: Türkiye de diyelim 60 iletişim fakültesi var. Bana bunların basın özgürlüğüne ilişkin konularda ne yaptıklarını söyleyebilir misiniz? Ki, iletişim fakülteleri için özgürlük, oksijen kadar gerekli olan bir şeydir. Yani siz diş hekimliği okuyor iseniz ülkenizde basın özgürlüğünün olup olmaması, sizin iyi dolgu yapıp yapmamanızı etkilemez. Ama siz eğer ülkeye gazeteci yetiştiriyor iseniz, o ülkede basın ve ifade özgürlüğünün olup olmaması, iyi gazetecilik yapılıp yapılmayacağını doğrudan doğruya etkiler.Mesleğin asal işlevidir. Bu özgürlüğün olmadığı bir ülkede siz halkı sağlıklı olarak bilgilendiremezsiniz. Onu tehlikelerle karşı karşıya bırakırsınız. Uyaramazsınız. Yaşanacak felaketlerin nedenlerinden biri haline gelirsiniz. Bu genel olarak aydınlar için de böyledir.
“EN KORKTUĞUM ŞEY, KÖTÜLÜĞÜN APOLOJİSTİ HALİNE DÖNÜŞMEKTİR”
ÖD: Bu koşullarda aydın ne yapabilir?
HŞ: Bir aydın, akademisyen, gazeteci ve kişisel olarak benim en korktuğum şey, kötülüğün apolojisti haline dönüşmektir. Herkesten iyilik aktivisti olması beklenemez, ama en azından, onu yapmamalıyız. Kötülük apolojistliği, sonunda kötü çıkan bir şeyi inançla ve inatla savunmanın ötesinde bir şeydir, bir ahlak tarzıdır. Bence bir aydın kötülükleri yapanların yüreğine sürekli su püskürten bahçıvan konumuna düşmemeli. Bahane üreticisi, haksızlık mazeretçisi mesleğine intisap etmemeli. Bugün bakıyorum bazı gazeteciler, aydın geçinenler, tırnak içinde‘meslektaşlarım’, televizyon programlarında ya da gazete köşelerinde sürekli olarak bunu yapıyor, karşımıza çıkan kötülüklerin, niye haklı ve doğru olduğunu savunuyor ve gerekçeler üretiyorlar. Bu hem aydın hem de gazeteci olarak yaptıkları işin doğasına aykırı. Böylece mesleklerini ve hatta varoluş nedenlerini inkar etmiş oluyorlar. Gülenist gazeteciler arasında bunlardan çok vardı, bir de kalkıp etrafa ahkam kesiyorlardı. Onların yerini başkaları doldurdu. Ne yazık ki Türkiye’de ortam sürekli olarak bu türden apolojist üretiyor.
“OLGULARI BİLMEDEN FİKİR BEYAN ETMEK YANLIŞTIR”
ÖD: Gazetecinin mesleği gereği, muhalif olması, dürüst olması etik olması gibi kurallar var. Fakat gazeteci adayına, tüm bunlara sahip olabilmesi veya sahip çıkabilmesi için sosyolojik düşünme yetisi kazandırılması gerekmez mi?
HŞ: “Muhalif olması” deyimine itirazım var. Gazeteci, görevi gereği doğruları söylemekle yükümlüdür. Bizim kuşağımız İsmail Cem, Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, gibi örneklerden anlaşılacağı üzere, ‘Doğruları vermenin en iyi muhalefet olacağı’ inancıyla gazetecilik yaptı. “Muhalif” gazete ya da televizyon kurmakta olduğunu söyleyenlere cevabım hep aynı olmuştur: “Muhalif kanal diye bir şey yoktur. Doğruları, dosdoğru söyleyen gazete ve kanal vardır.” Türkiye gibi ülkelerde olgular zaten muhaliftir. Eğer sen, ülkedeki gelir dağılımı bozukluğundan söz ediyor ama bununla ilgili rakamları vermiyorsan inandırıcı olamazsın. Ama; ‘Bakın tepedeki yüzde birin kazandığı para, aşağıdaki yüzde altmışın kazandığı paraya eşit’ dersen gerçek muhalefeti yapmış olursun. O yüzden Uğur Mumcu’nun ‘Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olunmaz’ şeklindeki artık atasözüne dönüşmüş olan sözü aslında şöyle anlaşılmalı: ‘Olguları bilmeden fikir beyan etmek yanlıştır, önce olguları araştıralım!’ Gazeteciliği saygın hale getiren işte bu boyutudur.
SOSYOLOJİK DÜŞÜNME YETİSİNİN MUTLAKA VERİLMESİ LAZIM
ÖD: Gazetecilik eğitimine tekrar dönecek olursak, sosyoloji dersi alınıyor fakat sosyolojik düşünme yetisi kazandırmak ayrı bir şey. Bu yetiyi kazanan zaten bu etik kurallara daha çok sahip çıkmaz mı?
HŞ: Sosyolojik düşünmek elbette çok önemli. Sosyolojik dünya anlayışına sahip olması gereklidir ve çok yararlı. Bu konu da ‘Sosyolojik İmgelem’ diye bir kitap vardır. Belki Türkçe ’ye de çevrilmiş olabilir. C.Wright Mills diye Amerika’lı solcu bir sosyolog tarafından yazılmıştı. İnsanları sosyolojik akıl yürütmeye davet ediyordu. O anlamda söylüyorsun sanıyorum. Yani sosyoloji bilgisi olarak değil, sosyolojik akıl yürütme olarak. Elbette en iyi gazetecilerde bu yetenek vardır.
ÖD: Evet. Çünkü sosyolojik düşünme yetisinin keskin net kanıları olamaz. Birini hiçbir zaman direkt suçlayamaz.’ Acaba’ vardır hep.
HŞ: Buna Sosyal Psikolojiyi de ekle. Sosyolojik düşünme yetisinin mutlaka verilmesi lazım, öteki taraftan sosyal psikolojik perspektifin de öğretilmesi lazım. Çünkü işin içine insan türünün fıtri özellikleri de karışabiliyor. Daha önce bir örnek vermiştim. İnsanların yeni fikirleri kabul etmeleri kolay olmuyor.
“SİYASET MEYDANI BİZE ÇOK ŞEY ÖĞRETMİŞTİR”
ÖD: Liberallere göre ‘Karşı tezi savunan tek bir kişi kalsa bile, o her türlü korunmayı hak eder’ fikri üzerinden, bazı ülkelerdeki liberal eğitimlere ve o zaman daha kaliteli tartışmalar yapabileceğine değinmişsiniz. Bu görüşten yola çıkarak, karşı tezi anlayabilme ve saygı duyabilmenin gelişmesi adına, iletişim fakülteleri, tartışma sınıfları gibi uygulamalı dersleri eğitim programına neden dahil etmiyor?
HŞ: Benim emekli olduğum ve emetitus hoca olarak yılda bir ders verdiğim üniversitemiz, İstanbul Bilgi Üniversitesi, bu açıdan istisnai bir üniversitedir. Burada grup tartışmaları teşvik edilir. Bu konuya önem veren hocalarımız var. Ama adı itibari ile tam böyle bir ders yok sanırım. Ben lise son sınıf öğrencisiyken AFS bursuyla Amerika’ya gittim. Oradan mezun olmam için asgari iki edebiyat dersi, iki tarih dersi, iki matematik dersi almam gerekiyordu. Bir de ‘Speech” denilen söz söyleme ve tartışma sanatı dersi almam zorunluydu.Türkiye’den gelmiş biri olarak çok garipsemiştim. Sonra gördüm ki burada hitabet sanatını öğretiyorlar. Çünkü hitabet çok önemli. Batı’nın liberal eğitim geleneğinde, Batı’nın aydınlanma ve hoşgörüye dayanan eğitim geleneğinde bu çok önemli bir kavramdır. İnsanların hoşgörü içinde zıt fikirleri tartışabilmesi ve zaman zaman bunları belirli, münazara kurallarına bağlı olarak yapması hayat boyunca yararlıdır, eğitimin ayrılmaz bir parçası olmalıdır.
ÖD: İletişim fakültelerimizde, gazetecilerin yetiştiği, televizyoncuların yetiştiği, halkla ilişkilercilerin yetiştiği fakültelerde bu dersin olması gerektiğini düşünüyorum.
HŞ: Bizim eğitimimizde yok, maalesef bu aydınlanma kervanına katılmamız çok geç olan bir hikâye. Bizim, özel istisnalar dışında hiç bir zaman liberal eğitim uygulamamız olmamıştır. Ben şunu hiç unutmam: Orta üçteyiz, şiir yazmaya başlamışız, Türkçe dersinde hocamız serbest vezinle yazıyoruz diye kızıyor. Tartışıyoruz aruz mu , hece mi, yoksa serbest vezin mi diye ? İleri görüşlü hocamız “hadi münazara yapalım” diyor. İlk konuşmacı arkadaşım Çetin ‘Bu çağda hala failatün failatünlü aruz veznini savunmak örümcek kafalılıktır.’ demez mi! Sınıfta bir sessizlik oluyor, hocamız Reşat Bey, Çetin’e yaklaşıp bir tokat patlatıyor, münazara bitiyor… Türkiye’de tartışma terbiyesi açısından en başarılı deneyim, Siyaset Meydanı programıdır. Ondan önceki dönemde farklı fikirlerdeki iki insanı, hele zıtlaşılmış bir konuda karşı karşıya oturtup konuşturabilmek, akıl hayal almayacak bir şeydi. Siyaset Meydanı bize çok şey öğretmiştir.
ÖD: Mesleki etik açısından hassasiyetinizi biliyorum. ‘Etik konusu her şeyden önce, kim gazetecidir ve gazeteci kimdir’ sorularını gerekli kılıyor ise, size göre kim gazetecidir, gazeteci kimdir?
HŞ: Bu soru gittikçe önemini yitiriyor. Kitle iletişiminin egemen olduğu, gazeteciliğin sadece gazeteciler tarafından yapılması gereken profesyonel bir iş olarak görüldüğü dönemlerde bu soru çok önemli bir soruydu ve birçok tartışmaya neden oluyordu. Sarı basın kartı gerekir mi? İletişim fakültesinden mezuniyet gerekir mi? Bir basın kuruluşunda çalışıyor olmak gerekir mi?’ gibi… Fakat önce, sözünü ettiğimiz yurttaş gazeteciliğinin yaygınlaşması ve tüm yurttaşların gazetecilik yapabilecek teknik kapasiteyi kazanmasıyla beraber bu sorunun önemini yitirdiği kanaatindeyim.
DEMOKRASİ VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ TOPLUMUN TAMAMI İÇİN İYİDİR
ÖD: Paris merkezli Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü, profesyonel gazeteciler için, Türkiye’yi en büyük hapishane ilan etmiş. Başta hükümeti eleştirmek suçu ile 42 gazeteci tutuklu, 2017 sonuçlarına göre. Basın endeksi sıralamasında 180 ülkede 150’inci sıraya gerilemişiz. Bu zincir nasıl kırılabilir, neden çözüm üretemiyoruz? Bu soruyu yanıtlamadan önce şuna cevap vermenizi rica edeceğim; Bu soruyu hazırlarken, gazeteci bir arkadaşımız ile tartıştık. Bu örgütün, taraf tutuğunu, Zaman gazetesi çalışanına sahip çıktığı kadar; Cumhuriyet gazetesinden atılmış gazeteciye sahip çıkmadığını, bütün gazeteciler için eşit olmadığına dair yaklaşımı oldu arkadaşımın. Bu iddia ne kadar doğrudur?
HŞ: İnsan hakları performansı ile ilgili karne tutan birçok kuruluş var. Bunlardan bazıları, Birleşmiş Milletler gibi, UNESCO gibi uluslararası örgütlerle ilintili, bazıları daha profesyonel gazetecilik örgütleri. Bunların her birinin kendine özgü ideolojik yaklaşımları, ideolojik artıları ya da eksileri olabilir. Bazı kişiler konusunda, ikircikli davrandıkları ileri sürülebilir, gerçekten de örnekleri vardır. Ama eğer belirli bir dönemde bu örgütlerden beş tanesi birden, sizin son on yıl içinde, basın özgürlüğü açısından çok büyük bir düşüş içinde olduğunuzu söylüyorlarsa, burada bir hakikat olması gerekir. Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı durum budur. Freedom House örgütü, bu seneki araştırmasında Türkiye’nin “özgür olmayan ülkeler” kategorisinde olduğunu söylüyor. Artık küme düştük, uzun zaman yarı özgürdük, bir ara tam özgüre doğru gitmek üzereydik, ama küme düşe düşe böyle bir yere geldik. Sınır Tanımayan Gazeteciler derneği ya da bir başkası ne kadar önyargılı olursa olsun genel gidiş bu şekildedir. Amerika’da ki Gazetecileri Koruma Örgütü’nün karnesinde de aşağı yukarı aynı şey çıkacaktır. Finlandiya’daki örgüte baktığımızda aynı şey çıkacaktır. UNESCO’nun benzer endekslerinde de, Avrupa Birliği’nin endekslerinde de, hastalığa ilişkin tanı üç aşağı, beş yukarı aynı olacaktır. Bazısı, belki Fetö’cüleri görmeyecektir, bazıları solcuları görmeyecektir. Fakat sonuç itibariyle hapishanelerin gazetecilerle dolu olduğu olgusu değişmeyecektir. Kendimizi aldatmayalım.
ÖD: Soruma dönecek olursak; bu zincir nasıl kırılabilir, neden çözüm üretemiyoruz? Biz hem ülke olarak, hem vatandaş olarak neden çözüm üretemiyoruz?
HŞ: Türkiye, liberal eğitim geçmişi, özgür tartışma geçmişi çok sınırlı olan bir ülke. Bizim ilk anayasamızdan bu yana 150 yıl kadar bir süre geçti. İlk bağımsız gazetelerin çıkışı 1860’larda. Buna karşılık Avrupa ülkelerine baktığınızda bunun çok daha erken başladığını görüyorsunuz. Fransız İhtilali’nin etkileri, Türkiye’ye oldukça geç geliyor. Zaten toplumsal olarak da, dinsel kültür olarak da tartışmaya açık bir yapıya sahip değiliz. O bakımdan, bünyemiz demokrasiye tam olarak hazır hale gelememiş bir bakıma. Ama tamamen de hazırlıksız diyemeyiz. 150 yıldır demokratik yönetim sınaması yapmakta olan, bu konuda çok emek vermiş ülkemizin 2018 yılında Özgür Olmayan Ülkeler kategorisinde olması, bir Türk aydını olarak benim ağırıma gidiyor. Bizim yapısal eksikliklerimizi gidermek üzere eğitim sistemimizi, her şeyden önce demokratik tartışmaya hazır bir hale dönüştürmemiz lazım. Yasalarımızı ona göre değiştirmemiz lazım. Hukukun üstünlüğünü her alana yerleştirmemiz lazım. Hukuk’un üstünlüğünün olmadığı bir toplumda, hiç kimse kendisini güvencede hissetmez. Taksi şoförü ile konuşurken bile, “Acaba bu şoför, filancadan mı” diye bir korku yaşamaya başlarsanız, orası kirlenmiştir.Toplumun en küçük birimi olan ailede kim konuşur kim konuşamaz ile başlayıp, hayatın bütününü kapsayan, kadın erkek ilişkilerini içine alan, sendikalaşmayı,mesleki örgütlenmeyi teşvik eden, bireylerin kendilerini yalnız ve güçsüz hissetmedikleri, örgütlü toplumun bir üyesi oldukları hedefe doğru ısrarlı ve inatçı adımların atılması gerekir. Atatürk ve arkadaşlarının temelini attıkları Türkiye Cumhuriyeti projesi bunu gerektirir. Demokrasi ve ifade özgürlüğü toplumun tamamı için iyidir, pencereyi açtığın zaman içeriye oksijen girer ve bundan herkes yararlanır. Araştırmalar haykırıyor: En özgür ülkeler aynı zamanda en mutlu ülkelerdir.
“ÖZGÜR OLMAYAN BİR TOPLUM AĞIR BEDELLER ÖDER”
ÖD: ‘Basın özgürlüğü gazetecilerin değil, halkın gerçekleri öğrenme özgürlüğüdür. Gerçekleri öğrenemeyen halk, demokrasinin aktörü olamaz. Olsa olsa bir çeşit despotizmin figüranı olur’. Demişsiniz. Hangi halk bunu ister ki. Gerçekten halk bunu mu istiyor yoksa medya aracılığı ile çoğunluğun bunu istediği şeklinde bir düşünüş mü yaratılıyor?
HŞ: İstiyor mu sorusu tabii sorunlu bir soru. Halkın buna ihtiyacı var mı? Cevabı evettir: Halkın basın özgürlüğüne ihtiyacı var. Neye göre ihtiyacı var? Çünkü bilmediği şeyler ona zararlı olabilir. Etrafta bir takım mikroplar olduğunu bilsin. Hangi politikacının kendisine yalan söylediğini bilsin. Filanca bankaya koyduğu paranın tehlikede olduğunu bilsin. Ama halk yararlı olduğunun ne kadar bilincinde? Orada karşımıza kafası karışık kitleler çıkabilir. Diş macunu kullanmayı öğrenmemiş ve alışmamış bir toplumda, diş macunu ihtiyacı düşüktür. Bu diş macununun faydalı olmadığı anlamına mı gelir? Özgürlük konusunda da böyledir. Özgür olmayan bir toplum ağır bedeller öder. İnsanlar ille en doğruyu bilir diye bir kural yok; hep kendi çıkarlarını ister diye bir da olgu yok. Bakın son zamanlarda hakikat – ötesi toplum türünden terimler türedi. Toplumlar kandırılabiliyor, Donald Trump’ı seçebiliyor, Brexit’i onaylayabiliyor. Yani insanlar ille rasyonel ve kendilerine yararlı olanı isteyecekler diye bir şey yok. Hele toplumlarda, bunun tam tersinden nemalanan kurumlar ve bireyler varsa ve özellikle din kurumu bu amaçla istismar ediliyorsa, o zaman kimi insanların olguları ortaya koymaya çalışanların basın özgürlüğüne karşı çıkmasını da büyük bir şaşkınlıkla karşılamamak lazım. Bunu medya her şeyi doğru yapıyor anlamında söylemiyorum. Medyanın da bir sürü hataları vardır, sürekli eleştirilmesi gerekir. Ama tarihten biliyoruz ki, nihai analizde özgürlük iyidir, tıpkı temiz havanın iyi olması gibi, tıpkı oksijenin iyi olması gibi. Halkın uzun vadeli çıkarı özgürlükten yanadır.
“DEMOKRASİ DAİMA TEHLİKEDEDİR”
ÖD: ‘2011 yılının Şubat ve Mart Ayları, basına yönelik baskılar ve baskınlar açısından, basın tarihimizin en karanlık evrelerinden biri olarak anılacak. Bir bakıma iyi oldu, gerçekler ortaya çıktı. Demokrasinin olduğu hiçbir ülkede böyle şeyler yaşanmaz’ şeklinde bir yazınız var. Demokrasimizle ilgili ortaya çıkan gerçekleri kimse gördü mü sizce? O günden bu güne bu yüzleşmeden ne yönde bir sonuç çıktı?
HŞ: Aynen öyle olmadı mı? Zekeriya Öz’ün yaptığı kötülükleri nasıl anıyoruz şimdi? Bugün yapılan kötülükler de yarın öyle anılacaktır. O uyanış anı elbette önemliydi. İtiraz edildi, yürüyüşler yapıldı, kitaplar yazıldı, zamanla o komplo çöktü. O kumpas çöktü. Nedim’lere, Ahmet’lere yönelik olan kumpasın çöküşünde, o türden yazıların, o yapılan yürüyüşlerin çok büyük faydası oldu. Tarihe ve zihinlere yazılmıştır.
ÖD: Asıl demokrasi mücadelesi, bence, aydınların verdiği mücadele idi zaten. Daha sonra demokrasi sahipçileri çıktı, demokrasiye tam aksi gözle bakanlardan. O günden bugüne bu yüzleşmeden ne yönde bir sonuç çıktı?
HŞ: Demokrasi mücadelesi, hiçbir zaman kesin olarak kazanılmaz. Tarihe baktığımızda öğrendiğimiz şeylerden bir tanesi budur. Demokrasi daima tehlikededir. Özellikle basın özgürlüğü daima tehlikededir. Çünkü siyasal iktidarlarla görevini yerine getirmeye çalışan basın arasında yapısal bir çelişki vardır. İkisi de gerçekliği tanımlamaya taliptir. Bir olayın zafer mi, yenilgi mi olduğunu kim tanımlayacak? O işi yapan insanlar mı, yani iktidar mı yoksa bu işe dışarıdan bakan kurum ve insanlar mı, yani medya mı? Bu çelişki yok olmaz. Bu çatışma dünyanın her yerinde halen de devam etmektedir. Bazen koşullar daha da ağırlaşır. İktidar güçlendikçe ağırlaşır. Şimdi öyle bir dönemden geçiyoruz. Demokrasiye ve özgürlüğe inanan insanların, basın özgürlüğüne inanan insanların yaptıkları işe inanmaları gerekir. Yaptıkları işin bir hakikat misyonu olduğuna inanmaları gerekir. Ama eğer sen ruhunu teslim edersen mesleğin ölür. Nasıl mı? Bunları Can Çekişen Bir Meslek Üzerine Son Notlar kitabımda ve Babıali’de Cinayet: Gazeteciyi Kim Öldürdü romanımda anlattım.
“ESKİ MEDYA ÖLDÜ ARTIK”
ÖD-Ağır hasta diye nitelediğiniz medyayı ameliyat masasına yatırma şansınız olsa, ne gibi bir tedavi öngörürsünüz? Nereden başlamalı onarıma?
HŞ: Eski medya öldü artık. Yeni bir medya yaratmamız lazım. Bunun da arayışları var dünyanın çeşitli yerlerinde. Fakat daha önce dediğim gibi, demokrasi konusunda karşımıza çıkan sorunlara, eski şablonlarla çare bulmakta nasıl zorluk çekiyorsak, aynı durumla gazetecilikte de karşı karşıya kalıyoruz. Sosyal medya fevkalade sorunlu. Sosyal medya dışında işlevsel iletişim organları yaratmakta, yaratıcı olamıyoruz. Bir takım girişimler oluyor, hep yarım kalıyor, eksik kalıyor, eski güçler onları bastırıyor. Onun yerine, görünüşte her şey eskisi gibiymiş gibi yayın yapan ama işlevleri haberciliğin ana işlevinin tam zıddına dönüşmüş olan, yani doğruları değil yalanları yaymayı görev edinmiş olan, gerçeğe karşı parazit sesi çıkarmayı görev edinmiş yapay mecraların arasında kalmış haldeyiz. Beni en çok üzen o. Biz basının aydınlatma ve demokrasiyi geliştirme işlevleri olduğuna inanarak bu alana girdik. Günün birinde basının çoğunluğunun demokrasi aleyhine parazit yapan, parazitler haline geleceği aklımızın köşesinden geçmedi.
“İLKELERİN OLACAK”
ÖD: Kitaplarınızı okurken size daha yakından bakma şansım oldu ve olanla olması gereken arasındaki farkı daha net görebildim. Fakat toplumumuz ya da gazetecilik yapan veya yapmaya çalışanların birçoğu, bu kadar yakından bakmıyor. Dışarıda sizi bir türlü bir yere koyamayan, bir kalıba sığdıramayanların olduğunu, yanlış anlaşıldığınızı veya bu şekilde görülmenizi isteyenlerin varlığına dair bir düşünceniz oldu mu hiç?
HŞ: Çok güzel bir soru. Cevabı “hamama giren terler” şeklinde özetlenebilir. Yazı yazmaya başladığın, televizyona çıktığın, mikrofonu eline aldığın anda, sahnede öne çıkmış ve o salonu dolduran herkese seni değerlendirme hakkını tanımış olursun. Akıllısı, bilgilisi, cahili, ahmağı, bilgesi… Kendini oradan gelenlere göre değerlendirecek olursan yanılırsın. O zaman işin zordur. Kendine güveneceksin. Doğru şeyi yaptığına, doğru yerde durduğuna inanacaksın. İlkelerin olacak. Eşim bazen bazı konularda “inatçısın” diye kızar bana,“Hayır inat değil, ilke” derim. Gazetecilikte de, öyle. Baktım ki, ilkeleri sürdürmek mümkün olmuyor, bıraktım kaç kez. Ve o ilkelerin yürümediği bir yerden iş teklifi geldiğinde, kabul etmedim. Bu tutum benim uzun gazetecilik kariyerim boyunca bir omurgam olmasını sağladı. Şu yaşta bu omurga en büyük sermayemdir. Bir noktadan sonra insanın asal görevi, o noktaya kadar ilkelerle inşa ettiği biyografiyi korumaya dönüşüyor. Sizi sınırlıyor. Arada işsiz kalıyorsunuz, yurtdışına gidiyorsunuz, hakkınızda ceza davaları açılıyor, evleniyorsunuz, boşanıyorsunuz, şu oluyor bu oluyor hayat devam ediyor ama siz direniyorsunuz. Çünkü bu sayede kendinizden utanmadan aynaya bakmaya devam edebiliyorsunuz.
ÖD-Babıali’de Cinayet romanınızı bir solukta okudum, kaleminize sağlık. Yakında yeni romanınız çıkacak sanırım. Konusunun ne olduğunu sorabilir miyim?
HŞ: Adı henüz kesinleşmiş değil. Büyük bir olasılıkla Ada olacak. Polisiye değil, bu bir aşk ve gizem romanı. Ekseninde Bozcaada var, Troya var, İstanbul var, mitoloji var, heyecan var. Nisan sonuna yetişeceğini sanıyorum.
ÖD-Çok keyifli bir röportajdı. Teşekkür ederiz.