Özel içerik:

Troya, Amerika Yolcusu!

Anadolu Ateşi’nin Genel Sanat Yönetmeni Mustafa Erdoğan imzasını taşıyan...

Batı’da İsrail’e karşı ‘Kelebek etkisi’

İsrail, Ortadoğu’da Filistin’e karşı başlattığı soykırıma varan saldırılarında cepheyi...

Dünyanın en iyisi olarak kabul edilen Finlandiya’da öğretmenlik…

Proje okullarında görev yapan öğretmenlerin “sürgün” edilmesine tepki gösteren...
Ana Sayfa Blog Sayfa 27

Hakkı Yeten: “Beşiktaş benim ikinci peygamberim!”


Güya ne futbol ne de Beşiktaş’la ilgili konulardan söz edecektik. Ben sormayacaktım, Hakkı Yeten anlatmayacaktı. Havadan sudan konuşmaktı niyetimiz. Bu nedenle ilkten “Fiyatlar neden boyuna artıyor?” diye sordum Beşiktaş’ın başkanına. Sigarasını yaktı, kahvesinden bir yudum içti, düşündü, ağır ağır konuştu: “Herkes birbirine kazık atmaya çalıştığı için fiyatlar da durmadan artıyor. Tıpkı; bizim kulüpteki hiziplerin sayısının artması gibi.” “Bizim kulüp” sözü, anlaşmamızı daha başlangıçta bozacağa benziyordu. Konuyu değiştirmek istedim: “Yeni danslar hoşunuza gidiyor mu Kaptan?” Sanki hiç dans etmemiş ya da fırsat bulamamış kişilerin öfkesiyle baktı yüzüme: “Gençler çok hoşlandıklarına göre her hâlde özellikleri vardır. Bence bizim Yusuf gibi fazlaca kıvırmazlarsa, yeni danslar gençlere çok yaraşıyor.”

Düşünceye Saygı

Önce “Bizim Kulüp”, sonra da “Bizim Yusuf” sözleri inancımı yarı yarıya sarstı. Hakkı Yeten’le “futbol” ve “Beşiktaş” sözleri geçmeyen bir konuşma yapamayacak mıydım? Hayatının 25 yılını futbol oynayarak yaşayan Hakkı Kaptan’ı “futbolsuz” konuşturmanın güçlüğünü biliyordum. Hakkı Kaptan sadece futbolculukla kalmayıp 38 yaşında futbolu bıraktığı 1948 yılından bu yana tüm yaşantısını Beşiktaş için parsellemişti. Düşünceye saygı beslemenin gerekliliği, ilk 2 denemenin ışığı altında, başlangıçtaki kararı bozmaya zorluyordu beni. Yine de, bir deneme daha yapmak istedim.

Üçüncü sorum şuydu: “Brigitte Bardot’un, Günther Sachs ile olan evliliği de sarsıntı geçiriyormuş. Acaba BB mutlu olmayı bilmiyor mu?” Hakkı Yeten güldü, gözleri kısıldı, sesi daha bir derinden çıktı : “Vallahi ben kulüp işleriyle uğraşmak yüzünden evlenemediğim için evlilik konusunda, hele de Brigitte Bardot’un evliliği konusunda bir düşüncem olamaz. Efendim.”

“Hey gidi günler…”

Olmuyordu, olmayacaktı. “Boş verelim Kaptan” dedim. Dileğinizce konuşun. Hem de bol bol Beşiktaş ve futbol edin. Beşiktaş Başkanı rahatlamıştı. Yine bir sigara yaktı. “Ne anlatayım, bilmem ki? Beşiktaş Kulübüne 1930 yılında gelip 1948’e kadar oynadığımı mı? Önce Fenerbahçe, sonra Arsenal’den aldığım transfer tekliflerinin üzerinde bile durmadığımı mı? 1941 yılında kurduğum takımın 7 yıl üst üste şampiyon olup attığı 116 gole karşılık 13 gol yediğini mi? 30-35 metreden attığım şutlarla topu Hicaz pulu gibi filelere yapıştırdığımı mı? En hızlı yıllarımda, harf çıktığı için milli takımda ancak 3 kere oynadığımı mı? Yoksa Ankara’daki bir maçtan önce soyunma odasında sağ bacağımdaki kan çıbanını yardırıp sahaya çıktığımı mı? Efendim.”

Hakkı Kaptan o günleri yeniden yaşıyor gibiydi. Bir Fenerbahçe maçından önce çok hasta olduğu için Doktor Necmettin Bey’in oynarsan ölürsün tehdidini dinlemeyip sahaya çıktığı ve karşılaşma sonunda duş yaparken bayılıp kaldığı da vardı anlattıkları arasında. “Hey gidi günler, hey” diyordu Hakkı Kaptan.

Başkan Hakkı Yeten

Futbol anıları gerçekten doyumsuzdu Hakkı Kaptan’ın. Ama ben, biraz da Beşiktaş Kulübü Başkanı Hakkı Yeten’i dinlemek istiyordum. Herhalde futbolu bıraktın sonra Siyah-Beyazlı Kulübün genel kaptanlığını, yönetim kurulu üyeliğini, ikinci başkanlığını ve 1960 yılından beri de başkanlığını yapan Hakkı Yeten’in bu konularda da diyecekleri olmalıydı. Özellikle Siyah-Beyazlı kulübü için için kemiren hizipleşmeler konusundaki düşüncelerini öğrenmek dileğindeyim. Hakkı Yeten biraz daha eskiden açtı paragrafı.

“Futbol yüzünden iki dizim de kireçlendi. Bedenimin her yanı delik deşik. Hasta oldum, evlenemedim, sırası geldiğinde evimi ipotek ettim. Çalışıp çabaladık. Çok şey kaybettim ve karşılığında Hakkı Kaptan adını kazandım. Bunlardan yakınmıyorum. Beni asıl dertlendiren kulübümüzü yıpratan hizipleşmelerdir. Bu da herkesin yönetim kuruluna girmek istemesinden, lider bulunca gruplaşmaların doğmasından oluyor. Bunlar kulübe fayda getirmez.”

Yeten sözlerine, 1960’dan bu yana Beşiktaş’ın iki şampiyonluk aldığını, 12 kere teknik hata yüzünden ikinci olduğunu, Cumhurbaşkanlığı Kupası’nı kazandığını ekliyor ve bunları inkar nankörlüktür diyordu.

Her şey Birlik İçin

Bir yanda idealistler, bir yanda divan kurulu üyeleri, bir yanda amigolar, bir yanda da kendilerine muhalifler adını verenler boyuna çekişiyorlardı Beşiktaş’ta. Bir de Hakkı Yeten’in grubu vardı. Hepsi de Beşiktaş için çalışacaklarını söylüyorlardı. Hakkı Yeten tüm bu çekişmeyi anlamsız buluyor ve şunları söylüyordu: “Gruplardan birisi başkan adayı olarak Talât Asal’ı seçti. İyi çocuktur Talât, efendim. Kendisine başkanlığı bırakabilirim. Bunun için de tek şartım var. Seçime tek listeyle gidilsin. Anlaşma sağlamaya çalışacağım. Grupların liderleriyle toplanacağız. Ya anlaşırlar, ya da boş yere akıntıya kürek çekerler.”

Bir durulup, bir hırslanıyordu Hakkı Yeten. Gülüyordu arada bir. “Bu işler hep-rahmetli Hüsnü yüzünden açıldı başıma. O beni Beşiktaş’a getirmese şimdi belki de çok rahat bir kişi olurdum” diyordu. Sonra hüzünleniyordu birden. Sözcükler dudaklarından tane tane dökülüyordu: “Ben ölmedikçe kimse meydanı boş bulamayacak. Birlik içinde, anlaşarak çalışmaya yanaşmadıkça hepsinin karşısında olacağım. ”

Arada bir telefonun zili çalıyordu. Hakkı Yeten, avukatlığıyla ilgili konuşmalar yapıyordu. Ve ben düşünüyordum. Beşiktaşlılık, Yeten’in mesleğini de değiştirmişti. 1930 yılında Halıcıoğlu’ndaki askeri lisenin öğrencisi Hakkı Yeten, futbolculuğuyla Beşiktaş’ın formasında yıldızlaşırken okulundan ayrılmak zorunda kalmış fakat bu kez hukuk Fakültesine atmıştı adımını. Yeten bu konuda da “Tuvalete gittiğim zaman bile ders çalışırdım” diyordu.

Takımıyla Övünüyor

Bir de takım hakkındaki düşüncelerini öğrenmek istiyordum Siyah-Beyazlı başkanın. Sordum. Hakkı Yeten’in gözleri ışıl ışıl oldu. Sert ve toktu sözleri: “En iyi futbol oynayan takım Beşiktaş’tır. İlk yarıda şartlar tarafsız olsaydı şimdi Beşiktaş lider olurdu. Bu işte kimse bana külâh giydiremez. Süreyya ve Yusuf’a ceza veren terazinin Fenerbahçeli futbolcular için nasıl ayarsız kaldığına da biliyorum. İki maçı hakemlerin hatası yüzünden kötü bitirdik. Eskişehirspor maçında golümüz ve penaltımız yendi. Fenerbahçe maçında faulle hazırlanan ilk ve üçüncü gollerle yıkıldık. Türk hakemlerini toptan suçlamak istemem. Tarafsız olurlarsa maçları çok iyi yönetiyorlar. Bu işin asıl suçlusu federasyondur.”

İki saattir konuşuyorduk. Bu arada Yeten’in imambayıldı yemeğini, beyaz rengi, kovboy filmlerini ve incesaz programlarını sevdiğini öğrenmiştim. Bir de “BEŞİKTAŞ, BENİM İKİNCİ PEYGAMBERİM” demişti Hakkı Kaptan. Ve işte, Hakkı Yeten’le, Beşiktaş’ı ilgilendirmeyen konuda konuşmanın zorluğunu bu sözden sonra daha iyi anladım. Evet, güya ne futbol ne de Beşiktaş’la ilgili konulardan söz edecektik Hakkı Yeten’le. Ben, bunu başaramadım. Günün birinde başaran olursa önünde saygı ile eğileceğim.


*Bu röportaj Volkan Yarman tarafından yapılmış ve 15 Ocak 1968 tarihinde FotoSpor Mecmuası’nda yayımlanmıştır.
Kaynak: Socrates Dergi

Otizmde kritik nokta: Aile bilinci

Günümüzde otizmli bireylerin sayısı her yıl ciddi oranda artmakta. Böyle bir durumla karşı karşıya olmamıza rağmen hala otizmin ne olduğunu, tanıyı nasıl koyabileceğimizi, nasıl bir yol izlememiz gerektiğini çoğumuz tam anlamıyla bilmiyoruz. Otizm Spektrum Bozukluğu’yla ilgili tüm bu süreçlerin nasıl geliştiğini ve doğru bilinen yanlışları öğrenmek için Tohum Otizm Vakfı Genel Müdürü Betül Selcen Özer ile güzel bir sohbet gerçekleştirdik. Keyifli okumalar dilerim.

SEDA ÖZDEMİR (SÖ): Öncelikle bize kendinizden ve Tohum Otizm Vakfı ile nasıl karşılaştığınızdan biraz bahseder misiniz?

BETÜL SELCEN ÖZER (BTÖ): Yolum ilk olarak Willows Foundation ile (üreme sağlığı konusunda çalışan bir kuruluş) ile kesişti. Oraya girdiğim andan beri bambaşka bir dünyayla karşılaştım, sahada çok aktif bir şekilde çalıştım 7 yıl boyunca. Artık 19 yıl oldu. Bundan yaklaşık 5 yıl önce de okula davet edildim. Bugüne kadar kadınlarla hep üreme sağlığı üzerine çalıştım ama ben hep çocuklarla çalışmak istiyordum. Okulun içine girdiğim an dedim ki; “Ben hep burada olmalıyım”. Çok etkilendim, çok heyecan vericiydi. Yaklaşık 5 yıldır da Tohum Otizm Vakfı’nın genel müdürlüğünü yapıyorum.

SÖ: Otizme üç yaştan önce tanı konulması çok önemli. Peki bu erken tanı nasıl konulur? Ne tür durum ve davranışlar otizm şüphesi uyandırır?

BSÖ: Otizmde erken tanı çok önemli. Çünkü otizmde ne kadar erken tanı konulursa ve arkasından yoğun eğitime başlarsa bizim şansımız aslında o kadar artıyor. Belirtiler 6 aydan itibaren ortaya çıkıyor, anne karnında anlaşılmıyor. Çocuğun doğması ve sosyalleşmenin başladığı o 6 aya kadar biraz gelişmesi gerekiyor. Mesela 6 ayda bebekler “cee” yaparsın sana güler, reaksiyon verir, takip etmeye başlar. Artık sosyalleşmeye başladığı dönemdir. Tabii 6 ay çok az bir dönem ama 18 ayda 8 tane belirti var hepimizin bilmesi gereken. Bunlar;

1. Göz teması kurmama: Otizmli çocuklar göz teması kurmaz gözlerini kaçırırlar.

2. İsmi söylendiğinde bakmama: İsmiyle çağırıyorsunuz ama bakmıyor. Sizi duyuyor ama reaksiyon vermiyor diğer çocuklar gibi.

3.Dönen nesnelere karşı aşırı ilgi: Her çocuk dönen nesneye bakar. Çamaşır makinesine, rüzgar gülüne her çocuk bakar. Ama onlar hipnotize olmuş gibi saatlerce bakıp zaman harcıyorsa bu otizmin bir belirtisi olabilir.

4. Sallanmak, parmak uçlarında yürümek gibi bir takım stereotipik davranışlar

5.Yaşıtlarının oyunlarına ilgi duymama ya da oyuncaklarla yaşıtlarının oynadığı gibi oynamama: Kız çocuk ne yapar? Bebeği sever, pışpışlar, altını bezler. Otizmli bir kız çocuk bebekle sadece takıntılı bir şekilde gözünü açıp kapayarak oynayabilir. Ya da erkek çocuk ne yapar? Arabayı halının üstünde sürer, kaza yapar. Otizmli bir erkek çocuk arabayı alır, ters çevirir ve sadece tekerleğini döndürebilir. Yani arabayla amacına uygun bir şekilde oynamaz. Altıncısı,

6. İşaret parmağıyla istediği şeyi gösterememe: Normalde bir çocuk istediği şeyi parmağıyla gösteriyor. Otizmli bir çocuk seni alıyor, neye ulaşmak istiyorsa seni ona götürüyor.

7.Takıntılı davranışlar sergileme: Bu takıntılar hepimizin takıntıları gibi değil. Mesela evden okula giderken aynı yolu kullanmakta ısrar etme, aynı tişörtü giyme, aynı gıdayı yeme ve başka bir şeyi yememe.

8. Konuşmada gerilik: Bizde çok az kız çocuk var, çoğunluğu erkek. Erkek çocuktur geç konuşur denir. Erkek çocuklarda 4 kat daha fazla görülüyor otizm. Geç konuşma ve bazı sözcükleri anlamsızca tekrarlama otizmin belirtilerinden biri. O yüzden ailelerin 18 aya kadar (çünkü bu belirtilerin bir kısmı daha ilerleyen aylarda ortaya çıkıyor bazısı daha erken ortaya çıkıyor) fiziksel özelliklerine dikkat ettikleri kadar iletişim becerilerine, takıntılı davranışlarına ve sosyal etkileşimine dikkat etmeleri gerekiyor. Bunlara dikkat edilmediğinde otizmli çocukların dış görünüşleri bizler gibi olduğu için aileler o 18 ayı yani tanı sürecini kaçırıyor. Mesela 7 yaşında ilkokul öğretmeni diyor çocuğunuzda bir şey var diye, aile o ana kadar konduramıyor. Kimse çocuğuna bir şey kondurmak istemez ama hep içine kapanık olduğunu, büyüyünce açılacağını, okula başlayınca değişeceğini düşünür. Hep bir bahane var. Biz aslında ailelere şunu anlatmak istiyoruz: Lütfen çocuğunuzun diğer şeylerine dikkat ettiğiniz gibi bu gibi durumlara da dikkat edin. Eğer bir farklılık görürseniz hemen çocuk-ergen psikiyatristine başvurun. Çünkü tanıyı sadece çocuk-ergen psikiyatristleri koyuyor. Burada kritik olan ailelerin gerçekten bu konuda bilgisinin ve bilincinin yüksek olması. Akabinde de hemen tek çare olan eğitime (özellikle 3-5 yaş arası) yönlendirmeleri.

OTİZMLİ ÇOCUKLARDA ERKEN VEFAT DURUMU SÖZ KONUSU DEĞİL

SÖ: Özel Tohum Vakfı Özel Eğitim Okulu’nda uygulanan PCDI modeli hakkında bilgi verir misiniz?

BSÖ: Yıllar önce, vakıf kurulacağı zaman Boğaziçi Üniversitesi’nden Aylin Hanım ve Mine Hanım arkadaşlar. Aylin Hanım’ın 1997 yılında ikiz çocukları dünyaya geliyor, Can ve Cem. Cem otizmli ama Türkiye’de tanı konulamıyor. Aylin Hanım Amerika’ya gittiği zaman hemen 1 saat içinde Cem’in tanısı konuluyor, eğitime alınıyorlar. Ama Türkiye’ye döndüğü zaman hiçbir şey yok. 2003 yılında vakfı kuruyorlar ama başka bir ihtiyaç daha var. Model okul ihtiyacı. Dünyadaki bir çok örneğe gidiyorlar. En iyi örneği bulmaya çalışıyorlar ve Amerika’da Priceton Çocuk gelişim Enstitüsü’ndeki Priceton’ın modelini Türkiye’ye getirmek istiyorlar. Priceton’da diyor ki; “Tamam bu modeli al ama bunun uygulamasını öğrenmen gerekiyor asıl”. İşte o dönem yine bir akademisyen yurt dışına gidiyor, bir yıl boyunca sistemi öğreniyor. Buraya geliyor ve okul kuruluyor. Yaklaşık 2006’dan beri otizmli çocuklara eğitim veren bir model okul Tohum Otizm Vakfı’nın okulu. PCDI’ın müfredatıyla yaygınlaştırma kollarından birisiyiz. Şöyle bir sistem düşünün: Her çocuğa bir buçuk eğitmen düşüyor. Her çocuğun eğitim programı, eğitim materyali birbirinden ayrı. Biz eskiden 50 kişi aynı sınıftaydık. Öğretmen derse girer anlatırdı ve kim ne öğrenirse öğrenirdi. Burada öyle değil. İhtiyacı neyse (okuma yazma öğrenme, çeşitli davranış problemleri, üstünü giyinme, tuvalet alışkanlığı, hijyen eğitimi) her şey ona yönelik. Her çocuk birbirinden farklı. Bu bir spektrum bozukluğu. Biz PCDI’da olduğu gibi her çocuğa bir buçuk eğitmen düşecek şekilde, hepsini kontrol eden formatörler, direktörler, koordinatörler şeklinde bir denetim mekanizması oluşturuyoruz, her çocuğa ayrı eğitim materyali çıkarıyoruz. Burası 11 ay 1 hafta açık. 15 tatilde 1 hafta ara veriyoruz. Otizmli çocuklarda eğitimin sürekliliği çok önemli. Hem dış denetimden geçiyoruz hem kendi içimizde çok önemli bir denetim mekanizması var. Burada amaç çocukları bağımsız birer birey olarak hayata kazandırabilmek. Çok küçük yaşta mezun ettiğimiz çocuklar da var, artık onlar normal okullara gidebiliyorlar veya kaynaştırma eğitimle akranlarıyla beraber devam edebiliyorlar. Hala bizde olan çocuklarımız var, otizmden etkilenme derecesine göre çok uzun yıllardır. Onlar da bağımsız yaşam becerisi öğreniyorlar. Şu demek: Bir evde yaşayabilmek, işe gidip gelebilmek. Çocuklarımızın 3 tanesi Akbank’ta, 2 tanesi Boyner’de çalışıyor. Yani onlar için o iş hayatı da önemli. Bunu niye yapıyoruz? Otizmli çocuklar için şu çok kritik; onlarda erken vefat durumu yok. Ailelerin en büyük kaygısı; “Benden sonra çocuğuma ne olacak?”. O yüzden onların bağımsız, kendi ayakları üzerinde durabilen, evde yaşayabilen, işe gidebilen, yemeğini, banyosunu yapabilen hale getirmeye çalışıyoruz.

BİREBİR VE ÖZEL EĞİTİM ÖNEMLİ

SÖ: Uygulanan eğitim yöntemlerinden en etkilisi hangisidir?

BSÖ: Maalesef bu işten rant sağlayan çeşitli faaliyetler var. Otizmde dünyaca kanıtlanmış bazı yöntemler var. Mesela biz Uygulamalı Davranış Analizi’yle (UDA) çalışan bir STK’yız. UDA zaten tüm dünyada kabul görmüş, otizmli çocukların eğitimleri konusunda en bilimsel ve bütün araştırmalarda da en yüksek çıkan model. Ama bunun dışında farklı modeller de var. Biz ailelere bunların değerlendirmelerini de sunuyoruz. Bazı yöntemler ismi çok havalı olabilir ama etkisi olmayabilir. Bir de hepimizin çok duyduğu müzik terapisi, at terapisi, sanat terapisi gibi bunları da ailelere anlatmak istiyoruz. Her çocuk ata binmekten mutlu olur. Ama bu çocukların bir problemi var. Onu gidermeye yönelik eğitim programı olmalı. Bütün gün ata binsen ne gibi bir etkisi olabilir ki. Tuvalet alışkanlığını, yemek yeme becerisini kazandıramadıktan sonra ne yararı olabilir? Bunu anlatmaya çalışıyoruz. Bir de eğitimin birebir ve özelleştirilmiş olması da çok çok kritik. Yani her şeyde terzi işi bir iş çıkarmanız gerekiyor. Çünkü hepsi birbirinden farklı. Bütün çocuklara karşı yöntemimiz aynı. Ama UDA içinde bireyselleştirilmiş eğitim programları ve eğitim materyallerinin bireyselleştirilmesi çok kritik. Mesela her öğrencinin ödül panoları farklı. Çocuğun içtiği, yediği, sevdiği şeyler de ödül olabilir. Biri parka gitmeyi seviyor diğeri oturmayı, uyumayı seviyor olabilir.

OTİZMDE ROTAMIZ: FARKINDALIK

SÖ: Asperger sendromu ve otizm arasındaki fark nedir?

BSÖ: Asperger sendromu bu yelpazede bir bölüm aslında. Aspergerli çocukların da iletişim problemleri otizmli çocuklara göre biraz farklı ve bilişsel kapasiteleri biraz daha yüksek. Ama tabi orada da başka sıkıntılar var. Dünyada asperger sendromlu çocuklar özellikle IT (information tecnology) alanlarında çok değerlendiriliyor ve kullanılıyor. Microsoft ve Silikon Vadisi gibi yerlerde. Çünkü onların odaklanma, program yazabilme vs. bilişsel düzeyleri çok çok yüksek. Ama maalesef Türkiye’de hiçbiri için böyle bir şey söz konusu değil. Onlarda zorlanıyoruz. Kabul sürecinde de sıkıntılar var. Aileler de aspergerli ya da otizmli olduğunu saklayabiliyor. Biraz daha hafifse rapor almıyor. O gerekli süreçlerde ve yönlendirmelerde sıkıntı yaşayabiliyor. Türkiye’de yaptığımız bir araştırma var; “Türkiye’deki Bireylerin Otizm Algısı ve Bilgi Düzeyi Araştırması”. Bu bizim yaptırdığımız ilk, tek ve devamlı araştırma. Hatta 2017’de Araştırmacılar Derneği’nden de ödül aldık. Devletin bile araştırması yok. Biz 2015 yılında 15 ilde 1300 kişiye şunu sorduk; “Otizm diye bir şey duydunuz mu?”. Her 100 kişiden 29’u duyduğunu belirtti. Bunu duyunca yıkıldık. Düşünsenize 2003 yılından beri otizmi anlatmaya çalışıyorsunuz vakıf olarak, 2015’te bir araştırma yapıyorsunuz ve sadece 100 kişiden 29’u duymuş onlar da yanlış duymuş. Yani şöyle; obezite diyen, down sendromu ve farklı zihinsel yetersizliklerle karıştıranlar çok. Biz rotamızı farkındalığa çevirdik 2 yıl. Otizm spektrum bozukluğunun ne olduğunu anlatmaya yöneldik. 2017 araştırmasına göre de %58’e çıktı duyanlar. Ama bunun için dezentegrasyonları da yaptık, çukurun içine de girdik, sosyal medyada kampanyalar yaptık, televizyon kanallarına çıktık. Yani her yerden ulaşmaya çalıştık. Bir de biz bütün otizmli çocukların birer Rain Man zannediyoruz. Sadece %10’u savant dediğimiz o kafadan matematik işlemleri, karekök hesapları yapan; harika resimler çizen ya da Mozart’ın bir senfonisini dinlediği anda piyona da aynısını çalabilen çocuklardır. Bu yelpazenin genişliğini de anlatmaya çalıştık. Şu an tekrarlanıyor araştırma sahada. GFK Türkiye yapıyor bizim için. Şimdi 2019’u geliyor bu araştırmanın. Heyecanla da bekliyoruz. Fakat sıkıntı şu; o %29’un sadece %7’si ve %58’in sadece %18’i gerçekte otizmin ne demek olduğunu biliyor. En fazla bilinen şey de göz kontağı kuramama belirtisi. O yüzden biz otizmi, belirtileri anlatmaya çalışıyoruz. İnsanların bu farkındalıklarını arttırmaya çalışıyoruz. Hepimiz birer anne, baba, hala, dayı adayıyız. Herkesin bu konuda bir bilinci olması gerekiyor.

OKULDA BİRLİKTE HAYATTA BİRLİKTE”

SÖ: Kaynaştırma eğitim olan okullarda öğretmenleri bilinçlendirme faaliyetleriniz ve özellikle belirlediğiniz okullar var mı?

BSÖ: Biz aslında kaynaştırmayla ilgili pek çok proje yaptık. Şu an aktif olarak yürüttüğümüz bir proje var: “Okulda Birlikte Hayatta Birlikte” projesi. Eğitimde engelli hakları üzerine yaptığımız bir proje. Sabancı Vakfı bizi destekliyor ve Bilgi Üniversitesi Seçbir ortaklığıyla yapıyoruz bu projeyi. Burada şunu yapıyoruz; eğitimde tüm öğrenilenlerin içerilmesi. Yani illa o çocuğun otizmli olması gerekmiyor. Sınıf ortamında herkesin o sürece dahil olmasının (sadece otizmli ya da özel gereksinimli çocuklar için değil) ne kadar önemli olduğunu öğretmenlere aktarmaya çalışıyoruz. Hem öğretmenlerin kapasitelerini güçlendiriyoruz hem de okul yönetimi ve velilerle beraber çalışıyoruz. Şu an iki pilot okuldayız. İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü’yle beraber yapıyoruz. Amacımız bunu tüm İstanbul sonra da tüm Türkiye’de yaygınlaştırmak. Ne yapıyoruz? Önce öğretmenleri eğitiyoruz. Siz hayatınız boyunca özel gereksinimli bir çocukla karşılaşmadığınız zaman ne yapacağınızı bilmiyorsunuz. Bir öğretmenimiz bize şunu söyledi eğitim sonunda; “Benim 20 kişilik sınıfımda bir otizmli çocuğum vardı. 19 çocuğuma başka bir iş yaptırıyordum onu ayırıyordum. Onu süreçlere dahil etmiyordum. Bunu yapma nedenlerimden birincisi, ne yapacağımı bilmiyordum ve onun yapabileceğini düşünmüyordum. İkincisi çok başarı odaklıydım ve grubun dengesini bozacağını düşünüyordum. Fakat ben bu eğitimlerin sonunda gördüm ki asıl ayrımcılığı ben yapmışım”. O yüzden öğretmenlerimizin bu konuda güçlenmesi çok önemli. Hepimiz izole büyüyoruz aslında. Farklılıklara saygı çok büyük kavram. Bunu illa engelli türüyle de sınırlamamak gerekiyor. Kapalı ortamlarda büyüdüğümüz için de bilmiyoruz, anlayamıyoruz ve bu empatiyi de kuramıyoruz. Empati tam da ilkokul çağında kazanılıyor. İlkokul çağında sınıfında özel gereksinimli bir arkadaşın olduğu zaman sen büyüdüğünde “Benim çocuğum bu çocuklarla ayrı sınıfta olsun” demezsin. O yüzden bu projeyi çok önemsiyoruz. Üçüncü yılı dolacak. Farklılıkları saygıyı anlatan çizgi filmler, kutulu oyunlar yaptık. Çok eğlenceli bir şekilde anlatıyoruz. Hem öğretmenleri güçlendiriyoruz hem öğrenciler o yaşta farklılıklara saygı kavramıyla karşılaşıyorlar. Çocuk ilerde başka bir dine mensup bir arkadaşıyla karşılaştığında da ona o empatiyle yaklaşabilecek. Herkesi etiketlemeyecek. Bu bakımdan çok güzel bir iş yaptığımızı düşünüyorum bu projeyle.

OKUL İKLİMLERİNDEN AYRIMCILIĞIN GİTMESİ LAZIM”

SÖ: Peki öğretmenlere karşı yaptığınız projenin veliler için olanı da var mı?

BSÖ: Evet. Aynı projenin veli ayağı da var. Projeyi gerçekleştirirken şunu gördüm ve çok üzüldüm; teneffüs saati özel gereksinimli çocukları çıkarmıyorlar. Bir yerde düşer veya zarar verir kendine diye veya bir etkinlik var ve ondan muaf tutuluyor. O yüzden velilere de bunun ne kadar önemli olduğunu, bu kavramın gelişmesinin çocuklar için ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. İnsanlar bilmediği için korkuyor. Okul iklimlerinden o ayrımcılığın gitmesi lazım ki veliler o gücü kendinde bulamasın. Bu proje kapsamında farklılıklara saygı kavramıyla yetişecek büyük bir çocuk kitlesi olacak.

SÖ: Devam eden projeleriniz nelerdir?

BSÖ: Bir çok iş yapıyoruz ama ben birkaç tane önemli işten bahsedeyim çünkü bu güne kadar 430 bini aşkın otizmli çocuğun ve ailesinin hayatına dokunduk. Bir de az önce de dedim zaten Sabancı Vakfı’ndan aldığımız fonla yaptığımız eğitimde engelli hakları projesini çok önemsiyorum. Bir de “Eğitime Uzanan Yol” diye bir projemiz var. Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı (TANAP) vardır. Azerbaycan’dan gelir Türkiye’den geçer Edirne’den çıkar. Biz bu boru hattının geçtiği 20 ilde özel eğitim okullarının özel eğitim sınıflarını donatıyoruz. Bu çocuklara onların ulaşabilecekleri malzeme, materyal vs. veriyoruz. Asıl mesele öğretmenlerin kapasitelerinin yükselmesi. Öğretmenleri, okuldaki formatör eğitimcileri, aileleri eğitiyoruz. 10 ilimiz tamamlandı. Eğitimlerimiz de 1 günlük değil 5 günlük eğitimler. 5 gün bu sistemi anlattığımız, Prof. Dr. Hocalarımızın orada olduğu kıymetli bir proje yürütüyoruz. Bir de “Türkiye’deki Otizm STK’larının Birlik Ağının Güçlendirilmesi Projesi” var. Bu kapsamda bu alandaki otizm STK’larının kapasitelerini güçlendirmeye çalışıyoruz. Çünkü hepimiz ne kadar güçlüysek bu alan o kadar güçlü olur. 1-2 vakfın, STK’nın ya da kurumun önderliğinde gidebilecek bir şey değil. Çok büyük bir sorun. Doğan her 59 çocuktan 1’i otizm riskiyle dünyaya geliyor. 1985 yılında 2500 çocukta 1’di. Aradaki büyümeyi düşünün. Daha da artacak. Bu alanda çalışan STK’ların birlikte olması, güçlenmesi, hak savunuculuğu, iletişim, eğitim, proje yazma konularında kapasitelerinin güçlendirilmesi çok önemli. Önemli olan bir başka şey ise Otizm Eylem Planı. Biz bu proje kapsamında Otizm Eylem Planı’nın izlemesini de yapacağız. 3 Aralık 2016’de eylem planı kabul edildi. Devletin ilk defa bir engellilik türüyle ilgili bir eylem planı var. 2 yıl geçti. Bütün bu süreçte yapılan şeyler de var ama yapılmayan şeyler de var. Biz bu plan kapsamında neler yapıldı, neler yapılamadı, neler daha iyi yapılabilir bunları ortaya koyacağız STK’larla.

SÖ: Son olarak bizlere söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?

BSÖ: 2 Nisan geliyor. 2 Nisan Dünya Otizm Farkındalık Günü. Bu tarihte tüm dünyadaki ikonik binalar mavi ışıkla aydınlanıyor. Eyfel Kulesi, Piramitler, Galata Kulesi, Diyarbakır surları, İzmir Saat Kulesi mavi oluyor. İnsanlar o gün mavi giyiyor ya da sosyal medyadan “otizme mavi ışık yak” hastag’i ile mesajlarını paylaşıyor. Her yıl trend topik oluyoruz. Yılda bir kez bile olsa insanların böyle bir şey yapması bizleri çok mutlu ediyor. Okuyucularınız eğer o tarihte “otizme mavi ışık yak” hastag’i ile bu kampanyamıza destek verir otizm farkındalığı konusunda onların yanında olduğunu belirtirse çok çok mutlu oluruz. Çünkü böyle desteğe çok ihtiyacımız var.

“Ekosistemi bozan nükleer santrallere karşıyız”

0

Çevre sorunları ile ilgili çalışmalar yapan bir sivil toplum kuruluşu olan TEMA Vakfı’nın Adapazarı ilçe temsilcisi Ünsal Yürek ile vakfın çalışmaları, yerel ve uluslararası projeleri, çevreye zarar veren faaliyetlere karşı alınan önlemler üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Keyifli okumalar.

SEDA ÖZDEMİR (SÖ): TEMA Vakfı olarak amaçlarınız ağaçlandırma, erozyonla mücadele ve doğal varlıkların korunması. Bu amaçlar doğrultusunda yaptığınız çalışmalardan bahseder misiniz?

ÜNSAL YÜREK (ÜY): Öncelikle doğa koruma faaliyetlerinin çocuklarla gerçekleşeceğini düşünüyoruz. Bu yüzden vakfın büyük bir payını eğitim faaliyetleri oluşturuyor. Bu eğitim faaliyetleriyle alakalı, Dünya Toprak Günü’nde, Dünya Su Günü’nde, Erozyonla Mücadele Haftası’nda, Orman Haftası’nda okullara ziyaretler gerçekleştiriyoruz. Orman Haftası’nda Orman Bölge Müdürlüğü’yle eğitim etkinliklerine katılıyoruz. Bunun haricinde Dünya Su Günü’nde su varlıklarına dikkat çekmek için yürüyüş düzenliyoruz. Üniversite öğrencileriyle beraber etkinlikler yapıyoruz. Bu ekip işi. Üniversiteden arkadaşlarımız var. Çoğu etkinliklerimizi onlarla ortak yapıyoruz zaten.

SÖ: Kuruluşunuzdan bu yana istediğiniz bilinç düzeyine ulaşabildiğinizi düşünebiliyor musunuz Adapazarı olarak?

BİR ÇOCUĞU KAZANDIĞINIZDA AİLESİNİ DE KAZANMIŞ OLUYORSUNUZ”

ÜY: Adapazarı’nda insanları yavaş yavaş çekmeye başladık. İnsanlar etkinliklerimize katılmaya başladı. Bu da zamanla olabilen bir şey. Biz çalıştıkça, güzel şeyler yapmaya gayret ettikçe insanlar da katılıyorlar. Mesela bundan önceki yürüyüşümüzde 20 kişi vardı, bir sonraki yürüyüşümüzde 40 kişiye çıktı. Bu seneki yürüyüşte de belki 80-100 kişiye çıkarız. Demek ki çalışınca oluyor.

Üniversitelerden katılımlar güzel. Halka inmeye çalışıyoruz. Halka inebilmek için okullarda çalışmalar yapıyoruz. Bir çocuğu kazandığınız zaman o çocuğun ailesini de kazanmış oluyorsunuz. Bir çocuğun ailesini kazandığınız zaman da kısmen halka inmiş oluyorsunuz zaten.

SÖ: Genç nesilleri bilinçlendirme noktasında okullarda bir eğitim çalışmanız var mı?

ÜY: Evet var. 30-40 yaşındaki bir insana ağaç sevgisini, doğa sevgisini aşılayamazsınız belki ama 6-7 yaşındaki bir çocuğa bunu çok kolay verebiliyorsunuz. Almaya da açık oluyorlar. Mesela benim en beğendiğim etkinlikler anaokulu etkinlikleri. Anaokullarında çocuklara çok rahatlıkla erişebiliyorsunuz. Dimağları çok açık ve kirlenmemiş. O yüzden o çocuklara ağaç sevgisini aşılamak çok kolay. Zaten bu programlar da Milli Eğitim’in desteklediği programlar. Onlar dahilinde bu programları ilerletiyoruz. Mesela en son üçüncü ve dördüncü sınıflar için “Ağaç Kardeşliği” projemiz var. Üç senedir bu proje gündemde. Onun dışında IKEA’nın “Dünya Evimiz” diye bir programı var. Şuan bu programlar var. Onun dışında Minik TEMA, Orta Okul TEMA, Lise TEMA, Yavru TEMA, Genç TEMA gibi rutin programlarımız da var.

SÖ: TEMA Vakfı’nın katılımcısı olduğu “İklim Ağı” hakkında bizi kısaca bilgilendirir misiniz? Ortak çalışmalarınız nelerdir?

ÜY: İklim Ağı dünyadaki iklim organizasyonlarının katıldığı bir ağ. Biz de onun bir parçasıyız. Amaç iklim değişikliğine karşı olmak. En son Paris’teki görüşmelere katıldılar. Onun haricinde Türkiye’de bir yürüyüş gerçekleşti en son. TEMA olarak, iklim değişikliği konusunda politikalar geliştiriyoruz ve bunları karar vericiler ile paylaşıyoruz. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çevre Sözleşmesine (UNFCCC), Türkiye’den gözlemci olarak akredite olan ilk sivil toplum kuruluşu olarak, Uluslararası süreçleri yakından takip ediyoruz ve bu süreçleri etkileme konusunda diğer sivil toplum kuruluşları ile birlikte çalışıyoruz. Ortak politikaları üreten ve iklim değişikliği konusunda çalışan EEB (European Environmental Bureau) ve CAN-E (Climate Action Network Europe) gibi sivil toplum ağlarında etkin rol alıyoruz. Bu ağlar sayesinde, uluslararası politika yapma süreçlerini etkileyerek, iklim değişikliği konusundaki küresel sorumluluğumuzu da yerine getiriyoruz.

SÖ: Salda Gölü ve çevresinde millet bahçesi, 50 araçlık otopark ve tesisler yapılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

ÜY: TEMA Vakfı hiçbir zaman bilimsel değerlere dayanmadan, hukuki yollar biçmeden konuşmaz. Eğer gerekiyorsa davası açılır. Ondan sonra da hukuki süreçler devam eder. Şuanda bir yorum yapmak mümkün değil ama tabii ki gönlümüzden Salda Gölü’nün etrafında herhangi bir yapılaşma olmaması geçiyor diyebilirim.

SÖ: Avrupa’nın ikinci en büyük longoz ormanı olan İğneada’da nükleer gündemde. TEMA’nın bu konuya bakış açısı nedir?

ÜY: Nükleere karşıyız. Şuanda bunun davası da devam ediyor. Bazı sıkıntıları var hatta ÇED raporuna karşı olduğumuz birçok nokta var. Mesela atıkların bertarafı konusunda herhangi bir çalışma yok. Kullandığınız hammadde yurt dışından gelecek. Bunun haricinde ekosistemi bozuyor biliyorsunuz. Orada bir problem meydana geldiği zaman etki alanı ÇED’ de sunulan km’nin çok ötesinde bir alan olacak.

DOĞA VE İKLİME KARŞI “SAVUNUCULUK FAALİYETLERİ”

SÖ: Bu şekilde iklime, doğaya zarar veren konulara TEMA nasıl karşı çıkıyor? Neler yapıyor?

ÜY: Onlara biz kısaca “savunuculuk faaliyetleri” diyoruz. Vakfın kendi içinde savunuculukla faaliyetleriyle ilgili, Avrupa’yla ilişkilerle ilgili bir bölümü var. Çevre, eğitim, orman ve fidan bölümümüz var. Bunların arasında savunuculuk dediğimiz bölüm bu tipte vakalarla ilgileniyor. Davaları onlar takip ediyorlar. Mesela en son Tekirdağ’da bir termik santral kurulacaktı. Onun dava süreçlerini bu bölüm yönetti. Netice itibariyle kazanıldı, vazgeçildi projeden.

Dava süreci başlıyor. Başladıktan sonra oradaki insanlarla hareket etmeye, bilgilendirmeye, örgütlemeye başlıyorsunuz. Bundan sonra da zaten her şey bölge halkıyla bitiyor. Bölge halkı karşı çıkarsa biliyorsunuz ki yapamıyorsunuz.

ÜY: Ağaç Kardeşliği çok güzel bir proje. Bu projenin finansman desteğini koşucularımız karşılıyorlar. Koşu takımı da sizin benim gibi insanların oluşturduğu gönüllüler. Avrasya Maratonu’nda, Antalya’daki maratonda, Bozcaada’daki maratonda koşuluyor. Adım Adım Derneği’nin 4 sene önce ortaya attığı bir yöntem bu. Itır Erhart hanımın oluşturduğu bir vakıf. Itır hanım İngiltere’de yaşayan bir Türk doktor. Orada yaşarken bu organizasyonu görüyor. Yani insanlar koşuyor ve para topluyorlar maratonlarda. Buradan hareketle Türkiye’de de başladı. 4-5 yıldır insanlar vakıflar için hem koşuyorlar hem para topluyorlar. Bu toplanan paralarla da birçok proje gerçekleşiyor. Mesela bunun içerisinde TEMA, LÖSEV, TEGEV, Koruncuk Vakfı var. Ve bizim Ağaç Kardeşliği projemiz bu koşucuların destekleri sayesinde finanse edildi. Bu projede şu var: İlkokul çocuklarıyla beraber ağaç, fidan yetiştiriyoruz tohumdan itibaren. Ve bu tohumun büyüme süreçlerini gözlüyoruz. Tohum bir yaşına geldiğinde bu tohumu okulun bahçesine veya yetiştiren çocuğun öngördüğü herhangi bir yere dikiyoruz. Onun da vakfın Orman Müdürlüğü’yle beraber Türkiye’nin Balıkesir bölgesinde bir kardeşi olacak. Onla beraber büyüyecek ve bu projenin adı Ağaç Kardeşliği projesi olacak. Hem Balıkesir’de bir ağaç olacak hem Sakarya’da bir ağaç olacak.

SÖ: Peki size finans anlamında en büyük katkı sağlayan kuruluşlar hangileri?

ÜY: TEMA Vakfı’nın bazı mal varlıkları var. Oradan elde edilen gelirler var. Onun haricinde İş Bankası Maximum Kart, Doğa Kart, TEMA Kart diye bir kart var. Burada belli başlı kaynaklar var. Onun haricinde bağışlar var. Vakıf’ın satışa sunduğu ürünler var. Peyzaj bölümü var. Davetiyeler, çelenk bağışları, doğum günü gibi gelirler var. Birçok vakıf var. Vakıf geleneği çok eski bir gelenek. Osmanlılardan hatta Selçuklulardan beri var olan bir gelenek. Ve bizim vakfın bir özelliği var: Biz devletle beraber çalışan bir vakıfız. Mütevelli heyetinde Diyanet İşleri Başkanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Orman Bakanlığı gibi devletin birçok kurumundan bürokratlar var.

SÖ: Bağlı olduğunuz uluslararası kuruluşlar ve ortak çalışmalarınız nelerdir?

ÜY: TEMA Vakfı olarak şuan bir adet uluslararası proje yürütmekteyiz. ENV.net projesi (“ENV.net Batı Balkanlar ve Türkiye için AB’nin Politika Gündeminde Çevre Portföyünü Etkinleştirme” Projesi), 2009-2012 dönemi arasında uygulanan Çevre Forumu’na dayanmakta olup çevre konularında faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarının (STK) ulusal mercilerle yapıcı bir diyalog geliştirmesine yönelik olarak bu STK’ların kapasitesini geliştirmeyi hedeflemektedir. ENV.net projesinin üçüncü dönemi 2017-2020 dönemlerini kapsamaktadır. Mevcut projenin amacı, yerelde savunuculuk çalışmalarını desteklemek, vatandaşların sorunları dile getirerek kararlara katılımını sağlamak ve AB çevre müktesebatına uyum sürecinde çevre alanındaki reformları teşvik etmek ve katılımcılığı artırmaktır.

ENV.net projesinin üçüncü dönemi, Türkiye ile Batı Balkanlar’ı kapsayacak şekilde toplamda dokuz ortakla yürütülmektedir. Projede, Türkiye’den bir STK, Batı Balkan ülkelerinden altı STK ile AB üyesi iki ülkeden STK’yı kapsamaktadır. Proje stratejisi, proje ortaklarının ulusal ve yerel düzeyde kamu-sivil toplum diyalogunu geliştirmesi, çevre alanındaki reformların izlenmesi ve analiz edilmesi ile AB’ye uyum sürecinde vatandaşların sesini duyurmak için fırsatlar yaratması olarak özetlenebilir.

Projenin genel amacı, çevre politikalarının geliştirilmesine ve AB standartları düzeyinde uygulanmasına katkı sağlamaktır. Bu amaçla çevre STK’ları, medya ve politika yapıcılar gibi aktörler arasında karşılıklı ilişkilerin geliştirilmesine katkı sağlamanın yanı sıra teknik ve finansal ortamın iyileştirilmesinin desteklenmesi amaçlanmaktadır.

Projenin özel amacı ise ENV.net’i Türkiye ve Batı Balkanlar bölgesinde lider bir platform olarak konumlandırmak ve bölgedeki paydaşlar arasında çevresel politikaları etkileyen bir köprü kurmaktır. Ayrıca projenin uygulandığı bölgede döngüsel ekonomi konusunda bilincin artırılması ve iklim değişikliği ile mücadelenin yoğunlaştırılması öngörülmektedir. Proje kapsamında ortaklar arasında karşılıklı öğrenme fırsatları, medya ve yerel STK’lara organizasyonel desteğin sağlanması gibi birbiriyle kesişen ve birbirine katkı sağlayan çalışmaların gerçekleştirilmesi amaçlanmaktadır.

Proje ortakları: Co-PLAN (Arnavutluk), TEMA Vakfı (Türkiye), Foundation Punto.sud (İtalya), EEB (Belçika), Green Home Udruzenje (Karadağ), LIR Evolution (Bosna Hersek), 4X4X4 Balkan Bridges (Makedonya), Enviromental Ambassadors for Sustainable Development-EASD (Sırbistan), Advocacy Training and Resource Center (Kosova).

“Türkiye milli gelirinin yüzde 147’si kadar borçlu”

0

“Brunson çıkarsa dolar düşer”, “Ne olacak bu ekonominin hali?”, ”Patates, patlıcan ateş pahası”, “Trump yine bizimle ilgili tweet atmış” Şeklinde sorular son günlerde iyiden iyiye gündemimizde. Ekonomimizin cebimizi ve gündemimizi derinden etkisine aldığı bu günlerde biz sizin için bu soruları hem bir siyasetçi hem de ekonomi konusunda uzman bir isim olan İYİ Parti Bursa Milletvekili Profesör Doktor İsmail Tatlıoğlu’na sorduk. Sizde, “ekonomik krizde miyiz?” diye kendi kendinize düşünüyorsanız hem bunun cevabını hem de çözüm yollarını sizin öğrendik. Cebiniz için… Keyifle ve dikkatle okuyun.

UĞUR TEMEL (UT): Ülkemiz ekonomik krizde mi?“Türkiye milli gelirinin yüzde 147’si kadar borçlu”

İSMAİL TATLIOĞLU (İT): Şöyle tanımlayabiliriz, biz ekonomik krizi bazı referansları ile biliyoruz ülkede. Yani bu ne demek şöyle demek, 21 şubat 2001 krizini biliyoruz. Onu ekonomik kriz olarak tanımlıyoruz. 5 Nisan 1994 krizini referans olarak tanımlıyoruz. Bu tür kriz tanımlarımız ve referanslarımız var. Bugün Türkiye’nin ekonomik durumuna baktığımızda esasen durum şudur, Merkez Bankası Eski Başkanı Durmuş Yılmaz da bu durumu aynı şekilde belirtir; Türkiye aslında ekonomiyi de işine alan bir yapısal tıkanma ile karşı karşıyadır. Geçmiş dönemdeki ekonomik tıkanmalarımız teknik problemlerden dolayı kaynaklanıyordu, yapısal sorunlarda vardı. Sadece Türkiye’nin tek başına tasarruf ve döviz yetersizliğinden kaynaklanıyordu. Dünya’da bizim gibi ülkeler bu sorunu 2000’li yılların başında aştı.

UT: Nasıl aştı?

İT: Özellikle 11 Eylül 2001’den sonra Dünya’da likiditenin (Kolay nakde çevrilebilen ürünler) bizim gibi ülkelere aktığı bir dönem başladı. Hatta bu tarihinde görülmemiş bir bolluğa ulaştı. 2008-2009 krizlerinden sonra para ucuzladı dünyada. Para derken bizim gibi ülkelerin ihtiyaç duyduğu döviz ucuzladı. 2001 yılında yüzde 11 faizle tahvil satan Türk hazinesi sonra bunu yüzde 3’ten satmaya başladı. Yüzde 3 bile ABD için çok yüksek bir faiz iken bizim için çok düşük bir faizdi.  Bütün dünyada bizim gibi ülkeler için benzer gelişmeler oldu. Aşağı yukarı 32 gelişmekte olan ülke için aynı şeyi söyleyebiliriz. Ne oldu? Sürekli büyüme oldu, enflasyon düşüşü oldu, milli paralar çok değerlendi, ihracat ciddi anlamda yükseldi, çoğu ülkede cari fazla oldu Türkiye hariç.

TÜRKİYE YAPISAL SORUNLARINI ÇÖZEMEDİ

UT: Neden Türkiye’de olmadı hocam?

İT: Bunun sebebi şu: Türkiye’nin kendi yapısal sorunları var, büyürken cari açık veren küçülürken de bütçe açığı veren bir ülke Türkiye. Yani büyüme dönemlerinin sonundaki tıkanmanın sebebi cari açıktır, cari açığın ortaya koyduğu dış borç ve dış finansman yüküdür. 2002 ve 2018’i karşılaştırdığımızda borçlu olan tarafın içeride değişmesine rağmen borcun miktarı değişmemiştir. 2002’de Türkiye’nin dış borcu milli gelirin yüzde 53’ü yükünde iken bu rakam 2008-2009 yılları arasında yüzde 36’ya düştü ancak 2018’e baktığımız zaman bu rakam yüzde 58.5 hatta yüzde 63’lere kadar çıktı bu dış borç rasyosu. Tek fark 2002’de bu kamu borcuydu şimdi özel sektör borcu ama Türkiye borcunu yükseltti. Türkiye borcu dediğimiz hane halkı dahil herkesi saydığımızda 2002’de milli gelirin yüzde 107’si kadar borçlu bir Türkiye varken şimdi yüzde 147’si kadar borçlu bir Türkiye var. Dolayısı ile bu dönemlerde Türkiye dış finansman ile büyüyen bir ülkeydi. Türkiye yapısal sorunlarını çözemedi. Bunu Türkiye ekonomisinde çok net görüyoruz. 2002’de 17. Stand By Anlaşması’nı  yönetemeyen bir Türkiye var ve bu nedenle krizle karşı karşıya kalan bir Türkiye vardı ama Türkiye bu krizin maliyetlerini ödedi. Bir yandan da bu kriz sürecini konuşabildiği için problemlere çözümler üretti. Yapısal sorunlarına yönelik önemli adımlar attı reformlar yaptı. Bütün iktisatçılar için son çeyrek asrın en önemli ekonomik atılımı nedir derseniz? Merkez Bankası’nın özerkleşmesi derim, hatta son 50 yılın. Türkiye bunu başardı. Türkiye finansal sektörünü ciddi bir disiplin ve denetim altına aldı. Bunlar 2002’den önce yapılan şeyler Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Kurulları’nı (BDDK) getirdi ve bunları çalıştırdı.

UT: Peki Hocam bu düzenlemeler o 2002 öncesi dönemde oldu diyorsunuz, o dönem Kemal Derviş’in reçetesi olabilir mi?

İT: Yani krizle beraber. Kriz öncesi ve krizle beraber IMF, yapılan şeyler. Sadece Kemal Derviş reçetesi değil ondan öncesi de var mesela BDDK onun öncesindeki olaylar. Kemal Derviş gelmesi ile o reformlar çok hız kazandı 15 günde 15 yasa mesela. O dönemin en önemli özelliği Avrupa Birliği (AB) çıpası Türkiye’ye çok önemlidir. Çıpa hem reformları yapıyorsunuz bir de AB’ye bağlamışsınız kendinizi böylece Türkiye’de bir güven ortamı oluştu. Dünyadaki likidite bolluğu ile beraber Türkiye, 2002-2008 yılları arasında çok güzel bir dönem yaşadı. Bakınız 2002-2008 son 60 yılın en iyi ikinci 5 yılıdır. O dönemde Türkiye yüzde 6,8’lik bir büyümeye sahip. Türkiye son 60 yılda yüzde 4,6 büyümüş. 1960-1975 yılları arası 5,5 büyümüş. 4,6 büyüyen Türkiye kişi başına düşen milli geliri bugün 9076 dolar. 2008 sonu itibari ile 10600 dolar idi ,bu seviyeyi bir daha aşamadı.Hükümetin 2019 bütçe hedefi 9600 dolar. 1960-1975 yılları arasında 5,5 büyüyen Türkiye bunu devam ettirebilseydi günümüzde 18 bin dolar bandında bir Türkiye olacaktı. Hele 6,5 büyüme olsaydı 30-32 bin bandında bir Türkiye’de olacaktık biz. Ama Türkiye 4,6 büyümüş son 60 yılda. 2002-2018 arasındaki büyümesi 4,4. AK Parti’in ilk iki 5 yılı 6,8 sonraki 10 yılı 3,8. Son 10 yılda Türkiye ekonomisi hem çizgisinde hem de gelişmekte olan ülkeler çizgisinde negatif bir ayrışma içerisinde. Bunun sebebi de 2002 reformlarını takip eden AK Parti Hükümeti, AB çıpası ile ekonomiyi 2008’e kadar taşıdı. 2008 sonrası yapısal reformları ve AB çıpasını takip etmediği için ekonomi başta olmak üzere bir pozitif ayrışmaya gitti. Hem kendi çizgisinde hem de uluslararası çizgide. 2002-2008 yılları arasında 5,5 büyüyen bir dünya varken 6,8 ile büyüyen bir Türkiye var. 2008-2018 yılları arasında  yüzde 5 büyüyen bir dünya varken, 3,8 ile büyüyen bir Türkiye var ve Türkiye’nin 2019 bütçesi bunun da altında.

Mesela işsizlik açısından baktığımız zaman son 10 yıl bilinen tüm zamanların en kötü 10 yılı. Büyüme açısından da son 10 yıl 90’lı yıllar hariç yine en kötü 10 yıl. Yani Türkiye negatif bir ayrışmaya giriyor. Bunun sebebi yapısal reformları ve bir çıpasının olmaması. Türkiye’de dolayısıyla yapısal reformların yapılamaması ile başlayan bu bozulma ekonomiyi aşan alanlara geçti. Nereye geçti? Yargı. Nereye geçti? Eğitim. Ekonomiyi ne yönetir? Ekonomiyi güven yönetir. Bu ne demek iktisatçılar için? Bu, şu demek: Kimim ne kadar para kazanacağını piyasa karar vermeli. Devlet değil… İkincisi mülkiyet hakkı diye bir şey var. Hukuk ekonomiyi yönetmeli. Türkiye bunu sağlamalısınız ve bunun üzerine güzel hikayeler yazmanız lazım. 2008’den sonraki negatif ayrışma Türkiye’nin bu güzel hikayelerini bitirdi, güven ortamını ortadan kaldırdı. Türkiye’de sadece teknik bir ekonomik kriz yok, Türkiye’de yapısal reformların yapılamamasının getirdiği sorunlar var. Mesela Türkiye vergi reformunu yapamadı. Öyle bir duruma geldi ki artık vergi kanunlara sığmıyor. Ve Türkiye’de vergide sosyal güvenlik öyle bir yere geldi 25 yıl bir şirkette çalışıp muhasebe müdürü olan biri bile vergi, teşhir ve uygulamalarla ilgili yeterli bilgiye sahip değil, şimdi ayrı uzmanlıklar oluştu. Yazılımlar geliştirdiler. Teşvik sistemini şirketlerin 10 kişiden fazla insanı çalıştırdığı muhasebe büroları kendi halledemiyor. Neden? Bu bütüncül çözülmediği için. bir kanunla bir düzenleme, bir başka kanunla başka bir düzenleme, 3 ay sonra başka bir düzenleme… Bütüncül bir çözüm yok. Biz sosyal güvenliğimizi, vergimizi, teşviğimizi böyle çözüyoruz diye net bir şey yok. Yani Türkiye’nin bütüncül yönetilebilme özelliği kayboldu ve ekonomi yönetimi Türkiye’nin rakamlarına hakim değil. Bakın bir şey söyleyeyim ben size ben partimin bütçe final konuşmasını yapanlardan biriyim dinlemenizi tavsiye ederim. Orada da söyledim, Berat Albayrak Hazine ve Maliye Bakanlığı bütçesinin son görüşmelerinde günün sonunda, savunma yapmak için kürsüye geldi ve ”2002’de Türkiye’nin vergi gelirlerinin yüzde 87’si faize gidiyordu” tarzında bir cümle kurdu. Tam rakamı hatırlamasam da bu civarda bir şey dedi ve bütçe dengesizliğinden bahsetti. Bende konuşmak için çıktığımda bunu hatırlattım ve ”doğru” dedim. ”2002’de böyle bir Türkiye vardı ve bu yüzden Türkiye o yılda dünyanın en çok faiz ödeyen 4. ülkesiydi ama bugün Türkiye 2. büyük faiz ödeyen ülke” Bunun sebebi ne? Bunu da açıklamak lazım. 2002’de durum buydu ve sebebi belliydi. Bugün Arjantin’den sonra 2. en yüksek faiz ödeyen ülkesin. Bunun sebebi ne? Bunu da okuyup çözüm üretmeli ama bunun sebebi yok sebebi bunun için yok gündeme de getirilmiyor. Dünya değişiyor. Dünya’da 2000’den sonra döviz darboğazına düşen gelişmekte olan bir ülke yok. 2000’den önce her 3 yılda bir gelişmekte olan bir ülkede döviz krizi çıkardı ve IMF gelirdi. 2000’den sonra IMF işsiz kaldı dünyada. Son kriz 2001 kriziydi. Türkiye’den sonra bir başka ülkeye kriz uğramadı çünkü dünyayı döviz bastı. Başka bir dünyada yaşıyoruz. Küresel dünya müthiş bir değişimde. Dünyanın merkezi Pasifik’e taşındı, Çin Denizi’ne taşındı ve hızla taşınıyor. Bunun değişimleri olacak, mesela 2030-2040 yıllarında Arap Yarımadası  ekonomik olarak da çöl olacak. Yine aynı yıllarda insansız orduları konuşacağız. Bugünde konuşuyor dünya bunları. Türkiye bunları konuşmuyor ama dünya çok farklı şeyler konuşuyor. Düşünebiliyor musunuz? 82 milyon kişilik Türkiye çalışacak bir yere koyacak 2019 yılında hatta 2020 yılının ekim ayına kadar da çalışacak kenara koyacak da ABD’ye gidicek Apple Şirketini alacak. Dünyadaki ekonomik rakamların büyüklüğüne bak. Bütün BİST’i satsak Alibaba Şirketinin 5 yıl önce tamamını alabilirken bugün yarısını alamıyoruz. Müthiş bir gelişme var dünyada. Türkiye, 2008’den sonra bu gelişmelerin yavaş yavaş gerisine düştü. Bu geriye düşüş şimdi ekonomide birinci derecede artık kendini gösteriyor. Akıl alınabilir bir  şeyi açıklıyor mu faktör fiyatlarıyla Türkiye, Hollandalı vatandaştan daha pahalıya et ve süt tüketecek. Bunun bir mantığı var mı? Milli geliri, fert başına geliri veya minimum ücreti dediğimiz şey arasında 10 misli fark olan bir ülke fakir lehine bir ülke olur mu gıdada ve emek yoğun sektörde. Avrupa’dan et ithal eden bir Türkiye olabilir mi? Otomobili, telefonu, bilgisayarı anlıyorum ama bunu anlayabilir miyim? Bunu yönetilemeyen bir Türkiye dışında anlayabilir miyiz? Fiyatları belediye tarafından ayarlandığı dönemlere geri döndük sanki. 70’li yıllara geri döndük sanki. Rahmetli Özal, 24 Ocak Kararları ile bunları tarihin çöplüğüne atmıştı. Tekrar bu çöplükten geri getirdi bunları Türkiye.

”TÜRKİYE SANAYİLEŞMEDEN ŞEHİRLEŞEN BİR ÜLKE”

UT: 20-25 yıl öncesine kadar tarımsal anlamda kendi kendine yeten 7 ülkeden biriydik. Şimdi ot, saman bile ithal ediyoruz. Hükümetler nerede hata yaptı?

İT: Türkiye’de de büyük bir değişim oldu. Türkiye şehirleşti. Sanayileşmeden şehirleşen bir Türkiye var. Sanayileşerek şehirleşen ülkeler var bir de sanayileşmeden şehirleşen ülkeler var. Türkiye sanayileşemeden şehirleşen ülkelerden birisi. Türkiye klasik tarımı bıraktı. Tarımla ilgilenenler şehirde tüketici oldu, köyler boşaldı. Türkiye’de hala gariptir köye dönüş falan konuşuluyor. Biz tarıma sanayi gibi bakmadan bu işleri çözemeyiz. Yani bir tekstil fabrikası kurar gibi bir tarım üretim merkezi kurmazsak bunu çözemeyiz biz. Önceden toplumun yüzde 50-60’ı kırsalda yaşıyordu. Kendini de şehiri de besliyordu. Şimdi toplumun yüzde 18’i kırsalda yaşıyor. Ve bu kırsalda yaşayanların önemli bir kısmı üretimde de değil. Siz tarım adına da bir şey yapmıyorsunuz. Benzinliğe gidin pompanın biri Mercedes bir arabada olsun diğeri de bir traktörde ikisi de aynı dizel parasını ödüyor. Dolayısı ile onun ürettiğini ancak o satın alabiliyor. Çünkü maliyetler aynı, Türkiye’nin tarım destekleme politikası yanlış üretime değil araziye veriyorsunuz. Gitmişiz Muş’taki TİGEM’i özelleştirmişiz bin kişi çalışacak demişiz, şu kadar üretim olacak demişiz bugüne bakıyoruz 40-50 kişi çalışıyor. Burada temel politikalarımız yok. Olmadığı için neticeleri şimdi görüyoruz. Bu değişimi okuyamayan bir Türkiye var. Bunun sebebi de sorunların konuşmuyoruz. Mesela tarım. Bunu konuşuyor mu Türkiye? Konuşmuyor. Televizyon programlarında bile eleştirel bir dil kullanıldığında bunu kullananların tamamı ertesi gün programda yok. Evimizde bile bir problem olduğunda ne yapıyoruz? Oturup bunu konuşuyoruz. Konuşmayınca ne oluyor? O problem büyüyor büyüyor bizi yeniyor. Şimdi Türkiye 2008’den, özellikle 2010 referandumundan sonra sorunlarını konuşamadığı için çözümler üretemiyor ve bunlara mağlup düşüyor. Saman ithal edilmesi, soğanın 6-7 liraya alınmasının temel sebebi budur. Olumsuzluğu muhalefet olarak değil düşmanlık olarak gören bir Türkiye var, bir siyasal dil var. Bunlar demokratik ülkelerin özelliği değil. Yapısal tıkanmanın nedeni de bu. Türkiye’nin geldiği nokta bu. Ekonomiyi de kapsayan bir yapısal tıkanma. Bizim yargı ile sorunlarımız vardı ama şimdi yargı bir sorun oldu. Eğitim ile ilgili sorunlarımız vardı şimdi eğitim bir sorun oldu. Ekonomi ile igili sorunlarımız vardı şimdi ekonomi bir sorun oldu. Dış politika ile ilgili sorunlarımız vardı, dış politika bütüncül bir sorun oldu ve Türkiye’yi aşağı çekiyor. Bu anlamda bunlar başlı başına bir sorun oluyor. Şimdi TÜİK ne yapıyor? Geçen gün mecliste de söyledim, ”TÜİK’in olduğu ülkede resesyon olmaz” dedim. Krizde olmaz çünkü TÜİK öyle rakamları göstermez. TÜİK varsa derdin yok. Siz şimdi bir yeri ölçüyorsunuz 10 metre 100’er santimden 1000 santim değil mi? Ucuz kumaş almışsınız çekmiş 8 metreye düşmüş. TÜİK öyle yapmıyor metreyi 80 santime çekiyor hemen. Metre 80 santimdir diyor yine ölçüyor 10 metre çıkıyor. Daha önceden o kumaştan 20 pantolon yapılıyorsa artık 15 tane yapılıyor ama. Yani böyle bir Türkiye’de yaşıyoruz. Ben bunu Dışişleri Bakanı’na ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay Bey’e de söyledim. İstanbul Havaalanında VIP salonunda saat 5’te ”Uluslararası bir yayın arıyorum” A Haber var o sırada televizyonda. Bir baktım televizyon ya kapanıyor ya A haber açılıyor, başka bir seçenek yok. Oradakilerden  biri bana devletin kanalı mı bu?” diye sordu. Ben de yabancı olduğu için mahçup olmamak için, ”Öyle sayılır” diye cevap verdim. Bu hikayeyi anlattım. Hiç olmazsa TRT’yi koyun da, ”bu devletin kanalıdır” diyelim dedim. Bir de bu mantıkla bakın sorunlarımızı konuşamıyoruz sonra da çözemiyoruz. Aslında ülkemizin güçlü bir Türkiye olabilmek için her şeyi var. Kaynak sorunu yok Türkiye’nin. Akıl ve ahlak sorunu var bu çok açık. Parayı harcayacağımız yerler ideolojiye kurban etmeyeceğimiz yerler olmalı. Onun için ekonomideki bu durumu tek başına ekonomik kriz olarak değerlendirmek yanlış olur. Toplam yapısal tıkanma çok daha doğru bir tanım olur.

 “TÜRKİYE’DE EKONOMİYİ YÖNETECEK YETERLİLİK KİMSE DE YOK”

UT: CHP’den Sayın Faik Öztırak, ”Seçimden sonra ekonomiyi IMF yönetecek” açıklamasında bulundu. Ekonomi Bakanı Berat Albayrak da böyle bir şeyin olmadığını söyledi. Sizin bu konudaki yorumunuz nedir?

İT: Ben bugün Türkiye’de ekonomiyi yönetecek bir yeterliliğin olduğunu düşünmüyorum. Buna Sayın Albayrak da dahil. Bizzat da bunu gözlemlemiş olmanın üzüntüsü içerisindeyim. Sadece bunu siyasi bir dille aktarma peşindeler. İkincisi ben kendim bunu McKinsey ile varlık fonunda falan anlaşma yapılmış. Bu bir çıpa arayışıdır. Yani Türkiye güven dediğimiz konuyu kendi başına sağlayamadı, dolayısı ile bir çıpa arayışı içerisindeler. IMF aslında bir çıpadır. IMF sizi gelip de paraya doğmaz, IMF, dünyaya şunu der: Bu ülkenin ekonomisi benim denetimim altında, güvenebilirsiniz. Dünya buradan çıktı, dediğim gibi IMF, 2001’den sonra işsiz kaldı. NATO kendine yeni bir rol biçiyor soğuk savaşın bitiminden sonra ama IMF de öyle değil. Bunlar 1944’lerde  kurulmuş yapılar çoktan değişmesi lazım. O konuda Sayın Erdoğan’a katılıyorum o ayrı bir konu. IMF yeniden böyle bir fonksiyon üstlenir mi ayrı bir konu. İhtiyaç var mı o da ayrı bir konu. Ama ben şunu söylüyorum, Türkiye’nin sıkıntısını bugünkü hükümet ve arkasındaki siyasi irade çözemez. Türkiye, bu siyasi iradenin çözebileceği durumu geçti, buradan çıktı. Çünkü bu güven ortamını sağlayacak bilecek şeyde değil ortam ve bunu yapacak yapısal reformlarda da değil. Burada biz İYİ Parti olarak şunu söylüyoruz: Orta vadeli bir program yapalım; yargı reformu, eğitim reformu, ekonomik reformlar. Merkez Bankası Başkanı’nın, Hazine Bakanı’nın ve Dışişleri Bakanı’nın yerine toplumda karşılığı olan kişileri getirelim ya da siz getirin. O programa AK Parti ve MHP’nin yanında parlamentonun gücünü kullanalım. Biz katkı koyalım, CHP koysun programı ortak yapalım siz yönetin. Türkiye’ye bunun dışındaki diğer çıkışların maliyeti çok yüksek olur. IMF konusunda da ben IMF’nin bugünkü rolünün çok da bu olmadığını düşünüyorum.

“12 EYLÜL 2010 REFERANDUMU 1980’DEN DAHA ÇOK ZARAR VERDİ”

UT: Türkiye son 10 yılda inşaata dayalı bir ekonomik büyüme yaşadı. Konut kredisinin faizleri düştü, satışlar arttı, büyük kentlerde mega projeler hayata geçirildi. Fakat günümüzde konut satışlarında ciddi bir düşüş var. Sektörün getirisi de düştü. Bunun sebebi nedir?

İT: Bunun adı bir kere  şu: Kalitesiz büyüme. Bu istihdam yaratamazsanız olur. İşsizlik 11,1 ile tüm zamanların en kötü 10 yılındayız. 2019 bütçesinin hedefi ne sizce? 12,3 Hükümetin beklentisi bu yani daha da yüksek. Türkiye’de normal büyüme seviyesi 7 olmalıdır, 5’in altı Türkiye’yi döndürmez. İşsizlik için Suriyelileri katmadan söylüyorum bir de onları katarsam durum daha vahim. Mesele Türkiye’yi döndürme meselesi. Mesele Türkiye’nin kodlarına uygun bir büyüme modeli geliştirilmesi. İnsanlar buna Dutch Diseases diyor yani Hollanda Hastalığı. Büyüyorsun ama istihdam yaratamıyorsun. Türkiye bunu yaşadı. Türkiye’nin sorunu karmaşık değil çok net. Ben Türkiye’nin son 16 yılının ekonomik değerlendirmesini yaparken 2008’e kadar son 60 yılın en iyi ikinci 5 yılı demezsem bu benim akademik ahlakıma uygun olmaz. Bunu görmek lazım burada parlayan bir yıldız var. Bu dönem böyle gelseydi 14 bin dolar olurdu kişi başına milli gelir 9 bin dolar olmazdı. 5 bin dolarımızı yedik biz. Bunu da yapan AK Parti. Burada temel nedenlere bakmak lazım. 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu 12 Eylül 1980 Darbesi’nden daha çok zarar verdi.

UT: Niye?

İT: Çünkü o referandum bizi 15 Temmuz Darbesi’ne götürdü. Suriye krizine getirdi. Hepsine getiren o anayasa referandumu. Devletin organizasyonundaki dengeyi bozduk biz.

UT: Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan ekonomimizi dış güçler bozdu diyor. Katılır mısınız bu söyleme?

İT: Ben buna bir şekilde katılabilirdim. Berat Albayrak ve ekonomiyi yönetenler; Londra’daki, New York’taki, Tokyo’daki görüşmelerindeki muhataplarına bunu söyleyebilselerdi ben bu görüşe katılırdım. Bir tane o yönde beyanatları var mı? Yok. Türkiye dışında, konuşma yaptıkları yerlerde Türkiye’ye ekonomik atak var dedikleri yer var mı? Yok. Bunu neden Türkiye’de söylüyor. Çünkü biz kalpten etkileniyoruz. Bu konuşmanın perdelenmesidir. Bunu ekonomi dışında siyasetçi konuşabilir ama ekonomiyi yöneten adam bunu burada konuşacaksa New York’ta oturduğunda, “Arkadaşlar öyle diyorsunuz da bize küresel atak var” diyecek. Dünyada 1000 yıl önce de bugünde 1000 yıl sonrada devletlerin rakipleri olacaktır. Devletler rekabet içindedir. Savaşlar oluyor. Dünde Türkiye yönetiliyordu, dünde Türkiye’nin Suriye’si vardı, Irak’ı vardı, İran’ı, Almanya’sı, Hollanda’sı vardı. Bugünde var yarında olacak. Johnson mektubuna Türkiye cevap vermedi mi? Ne dedi Başkan Johnson? Aynen Trump’ın dediği gibi dedi. Ne dedi İsmet İnönü o dönemin garip Türkiye’sinde? Yeni bir dünya düzeni kurulur Türkiye de kendine orada yer bulur. Devlet devlet gibi olmak zorunda.

ENİS DERDİMENTOĞLU (ED): Zincir marketlerin pahalı olduğu için patlıcan ve soğan satmama kararı aldığı konuşuluyor Peki siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

İT: Yabancılar buna nonsence diyorlar yani saçmalık. Bunu konuşmakta tartışmakta saçmalık. 24 Ocak 1980’de kucaklaşmış. İhracatı 2 milyar dolardan 30 milyar dolara çıkarmış 2002’den sonra bunu 150 milyar dolara taşınmış. 30’dan 150’ye de bu hükümet taşıdı. Toplam dış ticaretini 6 milyar dolardan 400 milyar dolara çıkarmış bir devletin, patlıcan-soğan fiyatını marketlerden kontrol edilmesi akıl dışı, yabancı konuşmaz. Bu tarihin çöplüğüne gitmiş bir model. Bu politikacının dilinde her yanlışa bir düşman bulmadır. İşte küresel atak yabancı, domates-biberde de Ali’nin Veli’nin marketi. Bunun akademik düzlemde bile konuşulması zaman kaybı.

ED: Bu soruya ek olarak, tarım ürünleri tarladan bize gelene kadar çok pahalılanıyor ve hükümette bundan çok rahatsız.

İT: Bu ben çocukken de konuşuluyordu. Ben 59 yaşındayım. Ben 9 yaşında da gazetede denize dökülmüş mandalinalar domatesler görürdüm. Bunlar bugün Türkiye’nin konuşması gereken konular değil. Bunlar bugünkü sorunun sebepleri değil. Adam patlıcanı o fiyattan satıyorsa şunu bilmek gerekiyor bir yerlerde binlerce patlıcan ve pazara sürülmüyor. Bu bir arz-talep meselesi. Türkiye şehirleşmesini okuyamadı. Ben bunu Hulusi Akar’a da söyledim TSK, Soğuk Savaş’ın bitişini okuyamadı. Dünyada yeni bir oyunun kuruluşunu okuyamadı. Ülkeyi yönetenler kırsaldan kente göçüşü ve kırsalından tarımdan düşüşünü okuyamadı. Gidin şimdi bir semt pazarına peyniri kim satın alıyor? Köyden gelen satın alıyor. Bunu okuyarak düzenleyemedik. Türkiye’nin buradan tek bir çıkışı var. Tarıma sanayi gibi bakmanız. Ben geçen gün Rusya’ya Krosnodar’a gittim. Kilometrelerce elma tarlası var, ceviz tarlası var. Maliyeti önemli değil sen adama 5 lira ver 1 liradan satsın. Bu iş stratejiktir. Naylon iplikle pamuk ipliğin arasındaki tek fark birisi stratejiktir. Hollanda neden yıllarca tereyağı stokları ile doldu? Aptal mı Hollanda? Türkiye, Hollanda’dan süt tozu aldığında burada üretenin maliyetine satıyor Hollanda bunu. Hollanda bunu Türkiye’den daha ucuza mal etmiyor orada 2 bin euro 12 bin lira. Bende de 2 bin lira asgari ücret. 6 misli fark. Mal edebilir mi bunu? Devlet ona gereğini yapıyor. Bu bir sistem. Biz inşaata, ranta aktardığımız parayı sanayiye ayırsaydık Türkiye bugün 400 milyar dolar ihracatı bulurdu.

ED: Brunson krizi ve Trump’un tweetleri ile beraber bir ufak kriz yaşadık dolar 7’yi gördü. Şimdi 5,50 dolaylarında. Uzmanlar Türkiye’nin üretim ve tüketim durumuna baktığımızda 5,50 kurun normal olduğunu söylüyor. 2019 seçimlerinden sonra bizi daha büyük bir krizin beklendiği söyleniyor? Sizce bizi daha büyük bir kriz bekliyor mu?

İT: Doların 7’den dönmesi normaldir çünkü 2001 krizinde de dolar 1,9’dan 1,2’ye kadar döndü. Bu atakların ilk çıktığı yer ile son durduğu farklıdır. Bunu bir başarı hikayesi gibi yazmanın alemi yok. Türkiye’nin normali krizle beraber bugünlerdir, bu seviyelerdir. Bu tür teknik döviz krizleri de ekonomilere anlık, konjektürel tahribatlar yaparlar. 6 ay-12 ay kadar tahribat yapar sonra ekonomi bunu kendi içinde düzenler. Batanlar batar çıkanlar çıkar. Ama dediğim gibi sorun bu değil sorun yapısal. Bu sorunlar aşılamadığı sürece Türkiye bir daha 2008 öncesine dönemez. Türkiye’nin bütüncül bir kalkınma modeline geçmesi lazım. . Bunu yapması lazım AK Parti’nin. 20 Ağustos 2001 günü AK Parti kurulduğu gün Sayın Erdoğan ve Sayın Gül 4 televizyondan canlı yayına katıldılar. Türkiye bu şartları sundu. 25 Ekim 2017 de Akşener bir parti kurdu, 8 ay sonra sesi televizyonda duyuldu. Bunun kadınla erkekle alakası yok ama böyle bir Türkiye’yi taşıyamazsınız. Eğer siz bu şartları sağlayamazsanız Türkiye’yi hiç bir yere götüremezsiniz. Dünya bunun milyonlarca örneği ile dolu. Ben üniversitede hocayım 94 yılından beri öğrencilerime şu soruyu sorarım: Aynı paraya Paris’te mi çalışırsınız İstanbul’da mı? İlk başlarda Paris dediler, 2000 yılına doğru İstanbul’a kaydılar hele 2006’da falan yüzde 80 oranla İstanbul diyorlardı. Şimdi yüzde 90 tekrar Paris diyorlar. Türkiye’nin bir hikayeye ihtiyacı var. O gider bu gelir bu parti meselesi değil. Kişi meselesi de değil muhalefetin okuması da yanlış iktidarın biz gidersek her şey diye başlaması da yanlış. Bu otoriter bir dil. Her iki açıdan da otoriter bir dil. Bunları kaldırmamız lazım.

“DÜNYA PETROLÜ TÜRKİYE VERGİYİ BULDU”

ED: Poşetlerin 25 kuruş ücretlendirildiği çevre kanunu değişikliğine ilişkin Hürriyet yazarı Emre Özpeynirci’nin 7 Ocakta yayınlanan yazısında, elektrikli araçlarda yüzde 0 olan MTV’nin yüzde 25’e çıkarıldığına ek olarak kurşun bataryaya sahip araçlarda kilo başına 15 TL ek ücret alınacağını yazdı. Bir batarya 150-600 kilo arasında değişiyor. Teşvik edilen bu teknolojinin ülkemizde bu şekilde vergilendirilmesi için neler söylersiniz?

İT: Maliye Bakanı olsan Türkiye’de elektrikli araçların hakimiyetini ister misin? Türkiye’de aşağı yukarı 20 milyon araç var. 20 milyon elektrikli araç olsa bir kenarda ve deseler ki sana, ”Sayın bakanım eğer müsaade ederseniz yarın bunları değiştireceğiz” Bunu ister misin? Söz çok meşhurdur: Dünya petrolü buldu, Türkiye vergiyi buldu. Öyle ama biz akademisyenlikten gelen siyasetçileriz dün konuştuğumuz ile bugün konuştuğumuz arasındaki fark bilgimiz dahilinde olmalı yoksa ahlaki çizginin dışında kalırız. Bizi bilgimiz farklılaştırır. Bir kitap okuruz, biri bize bir şey anlatır ve biz öğreniriz bunu anlatmazsak biz vebal altındayız. 36 yıllık akademisyenim dünyaya milyon gelsem yine akademisyen olurum.

UT: Türkiye, plastik poşetleri 25 kuruşa satıyor ancak İngiltere’den de çöp ithal ediyor. Acaba poşetlerin ücretli olmasının başka bir hikayesi var mı?

İT: Hiç bilmiyorum. Bilgim olsa bilgim dahilinde söylerim. 88 yılında doktora için İngiltere’ye gittiğimde hatırlıyorum bazı butik marketlerde  poşete 5 penny veriliyordu.

UT: Peki bizde uygulanmalı mı? Uygulanması doğru mu?

İT: Ben buna da cevap vermeyeyim, okumadım. Bu gerçekten neye göre kullanılıyor, burada kanun koyucunun başka bir amacı var mı? İllegal değil sadece legal de başka bir amacı var mı? Çevresel faktörler var mı? Bu konuda bir önceki konulara paralel bir konuşma yapabileceğimi düşünmüyorum.

“TELEKOMUN ÖZELLEŞTİRİLMESİ GEÇ KALDI”

UT: Şeker fabrikalarını özelleştirdik. Bu konudaki görüşünüz nedir?

İT: Ben Özal ile başlayan özelleştirmelerde asistanlık dönemimdeydim. İlk taraftarlarındayım. Bugün Tayyip Bey dahil, milli görüşteki isimler dahil ne kadar kimse varsa o günlerde muhalifiydi bunun. Ve Türkiye özelleştirmelere çok zamanında başlayan bir ülkedir. Fakat o günkü siyasilerin vizyonsuzluğu ve yetersizliği çok pahalıya mal oldu Türkiye’ye. Türkiye bunu 5 sene içinde tamamlayabilseydi çok farklı bir ülke olurduk. Belki bu hikayeyi duymuşsunuzdur. Türkiye’nin borçlarının 18 milyar dolar olduğu dönemlerde Telekom’a 40 milyar teklif ettiler yarısını 20 milyar dolara satacaklardı. Dönemin siyasileri ve hukukçuları özellikle Tansu Çiller döneminde müthiş bir muhalefet oldular bu konuda ve Telekom’u sattırmadılar. Onların belki bugünlerde de olunan gibi kaygıları vardı ama anlayamadılar dünyadaki gelişmeleri, “Efendim Telekom satılırsa ordunun gizli konuşmaları ifşa olur” falan diyerek dünyayı anlayamadılar. Gecikince 40 milyar dolar düştü 6 milyar dolara. Dünya o kadar hızlı değişiyor ki baktığımız zaman kavramlar hep değişmiş durumda. O nedenle özelleştirmeye böyle bakalım. Özelleştirmeye muhalif değilim ama bir şeye çok üzüldüm. AK Parti zamanının ilk özelleştirmelerinden biri, Albayraklar, Balıkesir SEKA’yı bir dolara mı bir liraya mı ne aldılar. O gün çok insan itiraz etti buna ben çok olumlu buldum, şöyle düşündüm: Eski bir teknoloji adamlar burayı alacaklar milyonlarca dolar harcayacaklar. Geçen Balıkesir’e gittim adamlar yeni fabrika yapmamışlar araziye bina yapmışlar. SEKA’yı ortadan kaldırmışlar ve Türkiye kağıt üretemiyormuş, kağıt Avrupa’dan geliyormuş. Bu işte bu dünyada da ahirette de büyük vebal. Efendim maliyeti çok fazla, bu kimya sanayi, tanığına vermiş falan dediler. E olsun bunu zamanında Özal’da yapmıştı. Ama Özal’ın Halis Toprak Fabrikalarını gördük. Balıkesir’de arazi var bina var ama kağıt üretimi yok. Bu özelleştirme değil.

ÖZELLEŞTİRMELER ŞEFFAF DEĞİL

UT: Bu ne peki?

İT: Bu çok çirkin bir şey. Ben şeker fabrikasının özelleştirilmesine neden karşı olayım ama siz pancarı bitirmişsiniz orada. Ben daha geçen Muş’a gittim bir parti görevi nedeniyle, Ardahan’a da gittim. Herhangi birini göndersen oralarda hayvancılığın gelişmesi mümkün değil. Ardahan’daki Tarım Kredi Kooperatifi ile Altınoluk’taki Tarım Kredi Kooperatifi bir olur mu? Özelleştirmelerin hepsi olur ama yanlış şu: Şeffaf değil. Ben buna çok üzülüyorum. Geçtiğimiz günlerde Sağlık Bakanına CHP sordu, ”Şu şehir hastanelerinin sözleşmesini bize bir gösterin” Sağlık Bakanı, ”Biz yatak garantisi vermiyoruz” dedi. Şöyle dedi, böyle dedi. Bende o görüşmemde dedim ki, Bursa’ya şehir hastanesi yapılacak ve bana soracaklar, ”Hocam bu şehir hastanelerinde rant var mı? Şimdi görmedim var diyemem. Ama yok da diyemem çünkü Sağlık Bakanı bir sözleşme çıkaramıyor. Gerçekten yatak garantisi yokmuş biliyor musun? Ama ne var? Bina kirası var. 140-150 aya bölmeleri gereken kirayı belki 36 aya böldüler şeklinde iddialar var. Ahlakı bir kenara koy gel iktisat, piyasa ekonomisi konuşalım hepimiz müteahhidiz hangimiz yapacak hastaneyi? Bir kriter olması gerekiyor hangimiz yapacak hastaneyi. Bu gizli, ben olursam tamam. Bu kaynak dağılımını bozuyor. Neden liberal ekonomiler daha güçlüdür? Çünkü orada parayı kimin kazanacağını piyasa karar verir. Devlet karar verirse onun adı demokrasi olmaz. Yabancı yatırımcı orada nasıl olur biliyor musun? Ya paylaşır ya da çok yüksek rant vardır. Onun için Özbekistan’da, Türkmenistan’da başka yatırımcılar ortak olarak girer. Bu bize yakışmaz. Kim yönetirse yönetsin ülkeyi biz böyle bir renge bürünemeyiz ve bürünmesine de razı olamayız. Şeker fabrikaları özelinde değil bütün özelleştirmelere bakmak lazım. Bunların şeffaf yürütülmemesi üzücü. Aynı adama bakıyoruz enerjici, aynı adama bakıyoruz köprü yapmış, madenci, havaalanı müteahhidi, şekerci, sorun özelleştirmek değil. Birçok şey özelleştirilir. Mesela Kütahya şeker fabrikasını yapan Torunlar. Çalışıyor fabrika. Burada bir sorun yok. Ama kamu şeffaf olmalı. Geçtiğimiz yıllarda Kültür Park yapılırken sözleşmede şunu yazmışlar, projeyi üstlenecek firmada bir zooloji mühendisinin en az bir yıl çalışıyor olması. Bu anahtar bir personel, oraya yaz de ki; şu özelliklerde, şu kadar deneyimli bir zooloji mühendisi olmalı yaz buraya.

 ED: Start-up kültürü dünyada artık büyük bir ekonomi olurken bizde de dikkat çekecek seviyelere geldi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’da bu konunun önemine değindi. Bu kültürün sizce nasıl bir potansiyeli var ya da var mı? Varsa ne derecede?

İT: Artık dünyanın iş yapma şekli bu. Bundan 50 yıl önce ben çocukken 30 yaşın altında milyarder olma ihtimalim 0’dı. Bugün kaç tane 30 yaşın altında milyarder var? Bugün bilgi zengin edebiliyor hem de çok kısa sürede. Dünya artık daha düz. Ben kahve satıyorum yurtdışına satabiliyorsam tamam. Ben kahvemi 12.00-14.00 saatleri arasında satıyorsam benim için 24 saat öğlen demek. İnsanların tüketimleri birbirine yaklaştı. Benzeştik. Yakında şekillerimiz bile birbirine benzeyecek. Son 10 yılda dünyanın en büyük 6 şirketine bakarsan bir tanesi üretim firması değil ve bir tanesinin 50 öncesi yok. Bunlar fikir ve bilgi üzerine gelişen şirketler. Sorun şu bilgi özgürlük bahçesinde yetişir. Bilginin suyu, vitamini özgürlüktür. Türkiye’nin böyle bir ortamı yaratıcılığı yok kısıcılığı var. Polonya Krakow’a git kaç tane Türk yazılımcı olduğunu gör. Bunların Türkiye’den çıkma azmini değil, başkalarının Türkiye’ye girme azmini kurmak lazım. Biz dönemlerimizle övünürüz. Mesela Fatih Dönemi. Zamanının en özgür dönemi Avrupa’nın Müslüman imparatorları diye bir belgesel var ve Fatih’in o dönemde Rum’uyla, Ermeni’siyle İstanbul’u çok dinli bir yer olarak tutabilme mücadelesini anlatıyor. Aynı Fatih ki Macar İmparatoru gelse Sadrazam karşılıyor. Ali Kuşçu’yu karşılamak için karşıya geçiyor. Yine aynı Fatih, hakimin karşısına çıkıyor. Hukuk, Ahlak ve adalet medeniyetin 3 temel unsurudur. Bizim kendi dinimizde bunlara ulaşmada bizi teşvik ediyor. Star-up, melek yatırımcı, bilgi teknolojileri bugün dünyanın ekonomik malları. Zuckenberg’in bir sözü var, ”İnsanların gelecek 5 yılda harcamalarının yüzde 60’ını ayıracağı şeyler henüz icat olmadı” Bu beni çok etkiledi. Hadi onu Amerikalı için söyledi diyelim benimde yüzde 30’umu harcayacağım şeyler icat olmadı diyor iddiaya bak. Gelişimin şiddetini görüyor musunuz? Önceden gelirimin 3’te biri kira, 3’te biri yeme-içme, 3’te biri kılık kıyafete giderdi şimdi 3’te biri teknolojiye gidiyor. Ben geçen gün Anadolu lisesine gittim, ”Ne anlatayım?” diye sordum. Müdür yardımcısı da, ”Hocam nasihat et” dedi. Benim 25-30 yaşında öğrencim var onlar bile nasihat ettiğimi anlasınlar kapatıyorlar kendilerini. 18 yaşında çocuğa nasıl nasihat edeceğim. ”Arkadaşlar ben askerdeyken ailemizle mektuplaşarak konuşurduk, siz mektup ne onu bilmiyorsunuz. Bana bir söyleyin biz nasıl anlaşacağız” dedim. Gülmekten yarıldılar. Şu masada dünyanın en zengin 5 adamından biri çıkar diyebilir miyiz? Ama 30 yıl önce diyemezdik. Bilgiye erişim o kadar hızlandı ki. 7,5 milyar insana dokunabilme ihtimalin arttı. Dünya artık tamamiyle küreselleşti. Dünyanın merkezi artık Çin Denizi. Ekonomik olarak  da böyle 2004’te ilk defa gelişmekte olan ülkeler dünyadaki üretimin yüzde 50’sini yarattı. Çin’in 70’lerin başında kişi başına 150 dolar geliri vardı. Çin 2017 yılının sonunda her Çinlinin cebine 1000 dolar koydu. Yıllık büyümesi 1,2 trilyon dolar. ABD 847 milyar dolar büyümüş her Amerikalının cebine 2500 dolar ilave koyulmuş. Biz 240 dolar koyduk. 10 bin dolara ulaştı Çin. Şimdi Çin’siz siz dünyayı yönetebilir misiniz? Dün yönetiyordunuz adı bile yoktu. Dünyanın en büyük zulmü Uygurlara yapılandır. Buna Filistin dahil. Türkiye’nin bir kere bile sesi çıkmadı. Neden? Çin’in siyasal ağırlığı var. Yeni aktörler bunlar. Hindistan ortalama 7 büyüyerek her sene geliyor. Hindistan’ın 15 yıl önce yazılım ihracatı 25 milyon dolardı. Biz hala bakın inşaat konuşuyoruz. 1000 yıl öncede vardı bu inşaat. Hala müteahhitler üzerinden rant attırıp sakal alıyoruz. Hayal kurmayan insan yaratıcı olabilir mi? Özgür hissedecek güvende hissedecek.

UT: Aşırı küreselleşme taraftarı mısınız?

İT: Biz biraz abartılı bakıyoruz. Yaşlılar endişelidir. Trump’ı kim kazandırdı? Yaşlı nüfus kazandırdı. Gençler hep yarıncıdır. Yaşlılar düncüdür. Küreselleşmenin getirdiği sıkıntılar var, kapalı ekonomiden açık ekonomiye geçiyorsun. Akdeniz sınır olmaktan, iki kıta arasındaki insan geçişine engel olmaktan kalkmış bir dünyayı konuşuyoruz. Adam kendini atıyor oraya. bu bir sorunun çözüm diye bağırmasıdır yukarıdakilere. Bunu dünya nasıl çözecek? İnecek aşağıya. Yani aşağıdan küreselleşme olacak. Batı şunu anlıyor ben kendimi burada koruyamam. Burada 20 yılımı garantileyeceğime gideyim orada 10 garantileyim ama onların da asgari standartlarda yaşamasını sağlayayım. Çin’in Almanya’nın Afrika’daki yatırımları dehşet. Sömürme değil bu. Nasıl Avrupa’nın sınırı Türkiye’den başlıyorsa, Avrupa’nın güvenliğini Afrika’dan başlatıyor. Angola dünyanın en  pahalı ülkesi 2+1 5 bin dolar minimum ama 20 milyon insanın yarısı lapa yiyor. Eğitmiyorlar ama onlar öyle durmuyor. Küreselleşme herkesi getiriyor. Türkiye’deki türban meselesi ne peki? Anadolu’nun orta sınıf olma isteği. Ben bunu köyde yaşıyordum, şehre geldim okuyacağım, değerlerimle okuyacağım. Bunu anlamadık, bitirdik. Ama dünya anlıyor. Ben küreselleşmeden korkmuyorum, çevre sorunu var problemler var bunlar olacaktır. Ben bir yandan da ortalama insanda iyileşme olacağını düşünüyorum. Çünkü iyileştirilmesi gereken nüfus toplamın yüzde 10’uyken şimdi yüzde 50’si. Afrika sorununu çözmek zorunda dünya. Batının ve Doğunun çok bir farkı yok. Beni Fatiha’nın girişi her zaman çok etkilemiştir. ”Bismillahirahmanirrahim Elhamdülillahi Rabbil alemin” Alemlarin rabbi, insanların Rabbi. Hindistan’da fareyi kutsal sayan adamla benim ortak bir yönüm var. Rabbimiz aynı. Demek ki bizim insanlar olarak ortak değerlerimizde var. Özgürlük, demokrasi eğitim hakkı, temel yaşam standartları, Her yerde bu aynı. Batının değerleri aslında topluma lokomotif olan değerler. Gidin İran’a iş disiplinimiz olduğunu göreceksiniz kim öğretti. Tofaş’ta İtalyanlar, Bosh’ta Almanlar, Renault’ta Fransızlar dediğini yap demeyi öğretti. Ahlak bu. İran’a gidiyorsunuz yarın diyorlar soruyosun ne demek yarın? Bugün değil. 1 sene sonrası da yarın. Dünya Değerler Atlası var. Doğu’ya doğru gidildikçe ahlak azalıyor. Batı bildiğimiz aksine ahlaklı bir toplum kendi içinde. Günahla ahlakı ayıralım. Kendi değerleri içerisinde adil bir toplum.

“Federasyon ceza standardını kafasına göre uyguluyor”

0

3 büyükler sene ligi domine edemiyorlar bunun sebebi kendi sorunları mı? Yoksa Anadolu takımlarının yükselişi mi? VAR sistemi ne kadar etkili? Lucescu ile milli takımımız ne kadar gençleşebilir ya da gençleşebilir mi? Derbilerde olaylar bitecek mi? Biz bu ve bu tarz soruların hepsini duayen spor yorumcusu Haldun Domaç’a sorduk. Kendisi bütün düşüncelerini bizimle paylaştı. Futbolumuzun son durumunu iyice anlayacağınız şahane bir söyleşiye buyurun.

ENİS DERDİMENTOĞLU(ED): Geride kalan haftalarda ligi nasıl değerlendiriyorsunuz? 3 büyüklerin tökezlemesi kendi sorunlarından mı? Yoksa Anadolu takımlarının güçlenmesinden mi?

HALDUN DOMAÇ(HD): Bu konuda farklı görüşler var, benim de farklı düşüncelerim var. Olaya sadece Anadolu takımları güçlendi diye bakmak çok gerçekçi bir bakış açısı değil ancak birkaç fonksiyonun içinde o da var.  Aslında bundan çok olan şu, 3 büyüklerin kendi içerilerindeki mali sorunlar sonrası geride kalmaları ve özellikle transfer açısından Anadolu takımlarının onlara yaklaşmaları. 3 büyüklerin ya da şampiyonluğu forse eden takımların transferdeki sıkıntısını Anadolu takımları iyi kullandı. 3 büyüklerin mali sıkıntıları çok daha büyük olduğu için istedikleri oyuncuları alamadılar. Zamanında Drogba’lar, Roberto Carlos’lar, Anelka’ları getiren takımlar şimdi Frey gibi oyuncularla anlaşıyor ya da Beşiktaş, Güven Yalçın’ı getirip ondan yararlanmaya çalışıyor. Temelde şöyle bir gerçek var, makas daraldı. Makas daralınca Anadolu kulüpleri güçlenmiş gibi göründüler ama asıl sorun 3 büyükler kadrolarında ciddi revizyona uğradılar. Bunun sonucu olarak da Anadolu takımları iyi işler yapınca makas bir anda kapanmaya başladı. Kapanmış değil fakat yakın olduğunu söyleyebiliriz.

ED: Peki sizce bu ligin kalitesine nasıl etki ediyor? 3 büyüklerin oyunu, ligi domine ettiği bir lig mi? Yoksa Anadolu takımlarının makası daralttığı bir lig mi daha kaliteli?

HD: Şimdi şöyle söylememiz lazım, Bir lig de ne kadar çok takım üst sıraları zorluyorsa ya da ne kadar çok takım hedef kovalıyorsa kalitenin değil ama heyecanın o kadar çok yüksek olacağı kesin. Başka örneklere bakalım: PSG(Paris Saint-Germain) 13 maçta 39 puan yapıyor, arkasından gelen takım 26 puanda. Bu ligde birinci belli arkasından gelenler bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. PSG ile oynayan takımların artık şanslarının olmayacağı ya da şampiyonluk iddialarının olmayacağı kesin. Evet belki şampiyonluk kesin hedef olmayabilir, bize döndüğümüz zaman gördüğüm tablo şu: Ne kadar çok takımı Avrupa kupaları potasına sokarsanız o kadar izlenebilir, heyecanlı bir lig izlersiniz. Bu kalite demek değildir. Kalite kaliteli oyuncular ile olur. Futbol kalitesini yükseltmek için kaliteli oyuncuları buraya getirmeniz lazım ki 3 büyükler bunu zaman zaman yapıyorlardı ama bu dönem bunu yapma ihtimalleri biraz azaldı. Anadolu takımları da kalitesini ispat etmiş, kendini yeniden kanıtlamak isteyen oyuncuları buraya getirerek bir anlamda güç kazanıyorlar. Yani Papiss Cisse geliyor onu belli bir yaşta buraya getirmek mümkün olamazdı. Birçok sayabileceğimiz isim var böyle. Bu oyuncular da çok önemli. Bu isimler kendilerini tekrar kanıtlamak, küllerinden doğma fırsatını buldukları için Anadolu takımları adına ligin kalitesini arttırıyorlar. Şu belki bizim için önemli bir olay, mutlu olaylardan biri, eskiden Anadolu kulüpleri dediğimiz kulüpler 3 büyüklere, 4 büyüklere karşı sadece, ‘’Kapan, gol yeme, atabilirsen şansa at bir gol’’ tarzında oynanan oyundan bugün İstanbul’a geldiklerinde kazanabilecek hamleleri yapıyorlar. Belki İngiltere gibi karşılıklı değil ama oynuyorlar. İngiltere’de Manchester City-West Ham United maçında bile karşılıklı oyun görüyorsun. Bizde olumluya yaklaştığını söylediğim nokta da bu. Anadolu kulüpleri artık kazanmaya geliyorlar. 3 büyükler artık, ‘’Onlar savunma yapar ben bastırırım zaten kazanırım’’ diye düşünmüyorlar. Bu konularda olumluya yaklaşıyoruz kalite de böyle artar, bir tarafın oyunu kilitlemeye yönelik değil, rakibi gibi galibiyet odaklı, karşılıklı oyunun yüksek olduğu maçların artması ile kalite artar. Böyle futbol oynandığı için Premier Lig çok değerli.

‘’VAR GELİNCE HAKEMLER RAHATLADI’’

ED: Bu sene ülkemizde ilk kez uygulanan VAR (Video Assistant Referee/Video Yardımcı Hakem)Sistemi için ne düşünüyorsunuz? Yeterince verimli kullanılıyor mu? Hakemler üzerinde bir baskı yaratıyor mu?

HD: Önce sondan başlayayım VAR’ın gelmesi ile hakemlerin üzerinde bir rahatlama oldu.  Özellikle kritik pozisyonlarda,‘’Dikkatimden kaçmış olsa bile nasıl olsa VAR var’’ düşüncesi oluyor. Karar verme konusunda da çok rahat hareket ediyorlar. Bu durum hakemliğin gelişmesi açısından olumlu mu olumsuz mu diye sorarsanız, bana olumsuzmuş gibi geliyor. Şimdi söyleyeceğim çok anlamsız gelebilir ama sonraları çok şeyi anlamlandırabiliyoruz. Ben bu durumu sürücüsüz otomobillere benzetiyorum. Sürücüsüz kamyonlarda çıktı mesela… İlerleyen dönemlerde hakemsiz sadece bu tarz sistemlerle izlenen maçlar görmeye doğru mu gidiyoruz bilemiyorum. Ben hakemlerin, ‘’Nasıl olsa VAR var’’ düşüncesi ile karar verme mekanizmalarında fazla geniş davrandıklarını düşünüyorum. İkinci olarak VAR’ın faydası zararlarına bakacak olursak ben geldiği günden itibaren bu konuda yüzde 50-yüzde 50’ydim, hala daha öyleyim. VAR ile yönetilen bir derbi maçı sonrası yaşadıklarımızı görüyorsunuz. VAR her pozisyona müdahale edemediği için Fatih Terim çıkıyor, ‘’Bu taç bizim taçımızdı’’ diyebiliyor ya da Fenerbahçe çıkıp, ‘’Köşe vuruşundan gol yedik ama pozisyon köşe vuruşu değildi’’ diyor. Yani VAR ile her şeyi çözemiyoruz çok kritik noktaları çözebiliyoruz. VAR ile beraber geçmişte adil olarak karar alınamayan özellikle net pozisyonlarda artık daha adil karar verilebiliyor evet ama bu, sorunun tamamen çözüldüğü anlamına gelmiyor. Hakemler yine burada sorumluluk almak zorunda. Sorumluluk almazlarsa dediğim gibi sürücüsüz otomobiller gibi bir noktaya gidebiliriz.

ED: VAR’ın kritik de olsa pozisyonlarda kullanılması, oyunun durması, hakemlerin bu sisteme güvenmesi oyunun akışkanlığını etkiler mi? Etkilerse ne kadar etkiler?

HD: Avrupa’daki örneklere bakacak olursak bazı ülkelere göre iyi bazı ülkelere göre kötü durumdayız. İyi ya da kötü olduğunu söylediğim konu VAR’a başvurulan konularda karar verilme süresidir. Şunu açıkça söyleyebilirim VAR’a başvurulan durumlardan karar doğruya gideceği için ben çok rahatsız olmuyorum. Futbolcuların da çok rahatsız olduğunu düşünmüyorum. Oyunun durmasını konuşacaksak, kalitesini de etkilediği için bunu vurgulayacağım, yatmalar, kalkmalar, sakatlık(numaraları) oyunun akışkanlığını VAR’dan daha fazla etkiliyor. Herhangi bir sakatlık durumu olmadan yerde uzun süre yatıyorlar, skor avantajını korumak için hamleler yapıyorlar. X,Y ya da Z belli takımlar demiyorum ama takımların büyük çoğunluğunun profesyonel bir iş diye baktığı bu durum bence akışkanlığı çok daha fazla etkiliyor. VAR’da da zaten karar verme süresi olarak orta sıralarda sayılırız bazı ülkeler bizden iyiyken bazı ülkeler bizden kötü VAR’a bakarak karar verme süresi olarak. 2 dakikada karar verebilen ülkeler varken, 30-40 saniye içinde karar veren ülkelerde var.

‘’BU TARZ CEZALAR KAMU VİCDANINI TATMİN ETMİYOR’’

ED: Hazır derbiden bahsetmişken son derbi maçı için neler düşünüyorsunuz? Verilen cezalar olsun, maçta çıkan olaylar olsun siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

HD: Biz birbirimizi kandırıyoruz. Bizde bir derbi kültüründen bahsetmek falan mümkün değil. Derbi günleri hep söylenen bir söz var, ‘’Derbi günleri futbolun bayram günleri’’ diye. Bizde öyle bir şey olmuyor, öyle bir bayram değil. Bizde tam tersi; 3 bin polis, 2 bin güvenlik görevlisi, içeri alırken saatlerce beklemeler, otobüslerde insanları balık istifi gibi toplamalar, taraftarın çıkarttığı olaylar, cam kırmalar… Sonra biri çıkıp diyor ki, ‘’düğün günü’’ ben böyle bir düğün günü falan bilmiyorum. Bunun için bizde derbi kültürü olduğunu düşünmüyorum. Bizim derbi günlerini gerilim filmine çeviren bir yapımız var. Bunu bir kulübü diğerinden ayırdığım için söylemiyorum. Derbi dediğimizde aklımıza yerleşmiş Fenerbahçe-Galatasaaray, Fenerbahçe-Beşiktaş, Beşiktaş-Galatasaray maçlarında yaşadığımız süreci anlatıyorum. Bu maçta onlardan biri oldu. Temiz derbi diye sorulunca söyleyecek derbi bulmakta zorlanıyoruz ama olaylı derbi diye soracak olursan ben sana hemen 10 tane sayarım, Yok sulu derbi, yok kanlı derbi, hakemin yarıldığı derbi, futbolcuların birbirini kovaladığı derbi. Temiz biten bir derbi diye sorsan böyle sayamam. Demek ki derbi kültürümüz yok. Biz bir yöneticiyi boş ver bir gazeteciden bile bir taraf olmasını ve haklarımız savunulmasını istiyoruz kulüp olarak. Nitekim bunu Galatasaray Başkanı Mustafa Cengiz’de açıklıyor, ‘’Bizim haklarımızı savunacak, kamu yayıncılığında ve normal yayın kuruluşlarında kişilere ihtiyacımız var’’diyor. Yorumcular kişilerin, kulüplerin haklarını savunmak için orada bulunmuyorlar, yorumcular olayları değerlendirmek için oradalar. Bazen yanlış yapabilirler bazen doğru yapabilirler ama biz öyle bir yaklaşımdayız ki bu beklenti içerisindeyiz. İşe böyle bakacak olursan bir tarafın savunucuları ile diğer tarafın savunucuları taraflarını savunmaya başlıyor gerilim bu sefer daha oradan tırmanmaya başlıyor. En son oynanan Galatasaray-Fenerbahçe maçı başında hiçbir gerilim olmamasına rağmen sonunda çok farklı bir noktaya geldi. Ve işin enteresan tarafı şu, bence topyekun karşı çıkmamız gereken noktalardan biri, yabancıların bizim derbimizi kirletmesi… Yabancı derken yabancı oyuncular. Son derbi de ben bunu fark ettim. Olayları çıkartan Belhanda ve Soldado, olayın içerisindeki isimler N’diaye, Donk, Rodrigues. Son katılan Hasan Şaş hani derler ya, ‘’Ne yapsa yeridir’’ diye, o öyle bir oyuncuydu şimdi de öyle bir teknik direktör. Bu da bizim isyan etmemiz gereken bir nokta. Bizim derbilerde önceden mimli isimler vardı, ‘’Şu varsa olay çıkar, bu varsa şu olur’’ diye, e şimdi… Bunun arkasında yatan sosyolojik gerçeğe bakmak lazım. O da şu; yabancılar camiaya şu mesajı vermeye çalışıyor, ‘’Bak bana ben delikanlıyım, Fenerbahçe için gerekirse kavga da ederim’’ Bize böyle Fenerbahçelilik, böyle Galatasaraylılık, böyle Beşiktaşlılık lazım değil. Bize sahada dürüst, centilmence oynayacak, maç sonunda rakibin elini sıkacak isimler lazım. Roberto Carlos ile Lincoln’un ikonik bir resmi vardır omuz omuza durup sahadaki olayları izliyorlar, o noktadan o akşam çok kişi fark etmememiş Ozan Kabak’ın kavga ayırdığı noktalara geldik. 18 yaşındaki çocuk kavga ayırıyor. Sonucu olan cezalara gelecek olursak. 2 açıdan bakalım cezalara birincisi: Gönderiliş maddelerine göre verilen cezalara baktığımızda cezalar veriliş maddelerine göre doğru 3 ila 7 maç, 2 kere 3 ila 7 maç birinden 3 birinden 4 alıyorsun devam ediyorsun bir kere daha 3 ila 7 maç alıyorsun 38. ve 41. maddelerden  3-4-3 maç ceza alarak hocaya 10 maç ceza geldi. Dönelim futbolcu taraflarına bu açıdan da adil bir dağılım gerçekleşti. İki tarafa da 14’er maç ceza verdiler birine 2 futbolcudan birine 3 futbolcudan. Prosedüre baktığımız zaman diyor ki, ‘’Saldırı 44. madde cezası 5 ila 10 maç’’ bakalım şimdi saldırıyı yapan kim? Jailson. Kaç maç ceza aldı? 8. Devam edelim saldırı yapan kim? Hasan Şaş. Kaç maç ceza aldı? 8. Üst ceza 10 iken 8’den verdi iki tarafa da ek durumlardan. Daha az saldırı olduğunu düşündüğü Soldado’ya da 6 maç verildi. Sonuç olarak işin Profesyonel Futbol Disiplin Talimatı açısından bir yanlışı yok ama sorun kamu vicdanında. Kamu vicdanı hemen şunu sorgulamaya başlıyor, ‘’Siz daha önce bilmem ne maçında, bilmem kime 1 maç ceza vermiştiniz, şimdi neden 10 maç?) şeklinde düşünülerek kamu vicdanında bu cezalar değer görmüyor. Bir sonraki olayda yine bu cezaları vermeniz gerekiyor onu da vermiyorsunuz. Örneğin Caner’in kameraya yansıyan küfürden aldığı 6 maç ceza. Görüntüye yansıyan küfüre 6 maç ceza vereceğiz diyorsunuz benzeri olan sonraki 3 pozisyonda 6 maç ceza vermiyorsunuz. O zaman adil davranmadığınız ortaya çıkıyor ve kamu vicdanını yaralıyorsunuz. Bana göre, hukuki açıdan baktığınız zaman Profesyonel Futbol Disiplin Talimatı uygulanmıştır, sıkıntı yoktur ama vicdanı açıdan baktığımda yüksektir ve doğru değildir. Yani Belhanda ve Soldado’nun başlattığı olaylarda Belhanda’nın cezasız kalması bence yanlış. Ya da Soldado’ya bu kadar yüksek ceza geliyor da Belhanda’ya neden hiç ceza verilmiyor? Diye sorabilirler ya da Bugüne kadar hiçbir hocaya yüksek ceza verilemedi de neden bizim hocamıza bu kadar yüksek ceza verildi? Bu rövanşist bir duygu mu? Diye de sorabilirler. Herkes olaya kendi açısından bakıyor. Sorunda zaten burada başlıyor. Siz kendi açınızdan bakıyorsunuz empati yapmıyorsunuz. Herkes kendi fikrini savunduğu için böyle bir kaos ortamı oluşuyor mesele bu. Bende kamu vicdanı açısından baktığımda cezaların haksız olduğunu, verilmeyen cezaların olduğunu düşünüyorum.  Ben dediğim gibi verilen cezaların kamu vicdanını yaraladığını, tatmin etmediğini düşünüyorum. Eğer bundan sonra hakeme gidip bunları yapana bunları verebileceksen, konuşanlara bunları diyebileceksen o zaman derler gibi bak bugünü milat yapmışlar başladılar. Ama bunu yapmıyorsunuz.

ED: Bu olaydan sonra bu tarz olaylarda bu ağırlıkta cezalar verilirse kamuoyu vicdanı bunları sindirebilir mi?

HD: Tabii ki sindirir. Bak, ‘’Fatih Hoca bunları yaptı 7 maç aldı. Sportmenliğe aykırı davranmaya devam etti 10 maça çıktı ceza. Şimdi de Şenol Hoca yaptı ona da 10 maç verdiler ya da 7 maç verdiler. Aykut Hoca yaptı ona da aynı cezaları verdiler’’ dedikleri anda kamu vicdanı tatmin olur. Şimdi bu sefer 10 maç, bir başkasına 1 maç. Böyle olunca kıyaslama başlıyor. Galatasaray taraftarı o zaman, ‘’Şenol Hoca bırak bunu futbolcunun boğazına sarıldı ve 1 maç ceza aldı. Nasıl olacak şimdi?’’ demeye başlıyor. İşte o zaman sıkıntı başlıyor. Cezaları haklı buluyorum, cezalar olacak ama kişiden kişiye değişmeyecek. Bir de tartışılması gereken bir konu daha var. Acaba teknik ekibe yani Fatih Hoca’ya, Şenol Hoca’ya verilen cezaların maddi ceza olarak değiştirilmesi düşünülebilir mi? 10 maç demek sezonun 4’te 1’i hadi Ziraat Türkiye Kupası’nı da sayalım 40 maç diyelim. 4 maçtan birinde yok yani hoca. Diyeceksiniz ki cezasını çeksin. Tamam ama başka türlü de çekebilir. Başka bir açıdan bakalım. Bunu da konuşmamız lazım. Biz uygulamadığımız ya da keyfe keder uyguladığımız için rahatsız oluyorum ben . Diyelim ki bu iki takımımız yani Fenerbahçe ve Galatasaray, UEFA Avrupa Ligi’nin finalinde. Taç kararını hakem yanlış verdi ve Fatih Hoca gitti hakeme, ‘’Ya sen ya ben biteceğiz’’ dedi. Sence kaç maç ceza verir UEFA.

ED: Çok daha ağır bir ceza verir.

HD: Tabii ki. Oradaki o disiplini kabul ediyoruz, buradakini kabul etmiyoruz. Neden? Yine aynı yere geliyoruz. Kamuoyu vicdanı. Sizin bir standardınız yok, olmadığı için ona verilen ceza buna verilmiyor, buna verilen ötekine verilmiyor. İşte bunun için Galatasaray taraftarı ve camiası ayakta. Mesele aslında bu kadar basit… Fatih Hoca es kaza bu hareketleri UEFA maçında yapsa 10 maç falan olmaz bu ceza ya da Hasan Şaş’ın yaptıkları… Hasan Şaş’a sezonu kapattırırlar. İsviçre maçında bile bize 6 maç ceza verdiler. Şenes Erzik’in göbeği çatladı döndürene kadar. Bu ülkede de UEFA maçı oynanıyor. Sen sahaya atlayan, kavga eden, yabancı cisim atan birini görüyor musun? Göremezsin. Uyarılıyor taraftar maçtan önce, ‘’Aman sayın seyircilerimiz, sahaya müdahale etmeyin, ceza alır bir sene mahrum oluruz’’ ama bunu federasyonumuz uygulatamıyor. Çünkü federasyon bu ceza standardını kafasına göre uyguluyor. Sen Şenol Hoca’ya uygulamıyorsun, Yılmaz Hoca’ya uygulamıyorsun, geliyorsun Fatih Hoca’ya uyguluyorsun. Bu sefer herkes, ‘’Fatih Hoca size tazminat davası açtıktan sonra bu fırsatı yakalıyorsun ve bu cezayı uyguluyorsun’’ diye düşünüyor. E biz de düşünüyoruz.

BEŞİKTAŞ’TA GELENLER GİDENLERİ ARATIYOR MU?

ED: Biraz da Beşiktaş’a girmek istiyorum. Beşiktaş’ın bu durumda olmasının sebebi nedir? Şenol Güneş’in yorulması mı? Oyuncularla yeterince diyalog kuramaması mı? Yoksa Uğur Karakullukçu’nun da dediği gibi başarı zehirlenmesi mi?

HD: Başarı zehirlenmesi diye bir şey olsaydı Galatasaray 4 yıl üst üste şampiyon olmazdı. Güç zehirlenmesi biraz ütopik bir tanım, yüz kere şampiyon olsan yüz birinciyi istersin. Guardiola Almanya’da şampiyon oldu, İngiltere’de şampiyon oldu, İspanya’da şampiyon oldu. E durmadan şampiyon oldu, daha niye şampiyon olmak istesin ki? Cristiano Ronaldo 33 yaşından sonra Juventus’a gidiyor, ‘’Burada heyecanımı kaybettim, başka yerde şampiyon olmak istiyorum’’ diyor. Bana göre Beşiktaş’ın durumu şöyle açıklanabilir: Birincisi Beşiktaş şampiyon olduğu 2 senede oynattığı oyuncu profilinden bu geçtiğimiz 2 sene içerisinde başka bir profile geçti. Sosa’lı, topun kendisinde kaldığı, kanat organizasyonları yaptığı, hedef santraforlu bir oyun oynuyordu. Şimdi ise hem Sosa gibi bir pas istasyonu gitti hem hedef santrafor gitti daha sonra Gomez yerine burası Abouabakar ile çözüldü sonra Cenk bir çözüm olmuştu sonra o da gitti. Olayı şöyle ele alalım; geçen sene gidenlere bakalım bu sene gelenlere bakalım. Geçen Talisca gitti ve sanıyorum 20 gole falan etkisi vardı. Geçen sene kim gitti beğenmediğimiz Negredo gitti, yine devre arasında Cenk gitti. Onlar yerine Güven Yalçın geldi, Vagner Love geldi, Cyle Larin geldi. Savunmadan kim gitti? Sol ayaklı stoper Tosic gitti yerine Enzo Roco geldi. Vida hala ters ayakla orayı doldurabilmiş değil. Demek ki sahanın içindeki matematiğe biraz girip baktığımızda gelenlerin gidenlerin yerini dolduramadığını görüyoruz. Beşiktaş 22 maç oynamış bu sene 22 maçta santraforu kim diye soruyorum kimse cevap veremiyor. Neden biliyor musunuz? Çünkü sürekli değişiyor. Teknik direktöre de öyle bakmak lazım. Teknik direktör Marcelo’nun gitmesini istemez ama şartlar satılmasını gerektirir. Tosic’in satılmasını ister mi insan? Sol bek oynar, sol stoper oynar ve biz futbolda stoperleri birbirine bağlı olarak kabul ederiz biri denge biri hamle stoperidir ve senin denge stoperin dururken en değerli hamle stoperin gidiyor ve yeri doldurulamıyor. Bir teknik adam Talisca’nın gitmesini ister mi? Abouabakar’ın kalmasını ister miydi? İsterdi. Ljajic geldi Talisca’nın yerine biliyorum farklı oyuncular ama yerini doldurabildi mi? Geçen sene devre arasına kadar Cenk vardı, bu seneki forvetler Negredo dahil yerini doldurabildi mi? En basiti Fabri gitti üst düzey bir kaleci olmamasına rağmen Karius onun yerini dolduramadı. Tüm bunlar olmuşken başarı zehirlenmesi demek farklı bir yaklaşım olurdu. Teknik adam yoruldu değil, yeni bir dizayn ile uğraşıyor. Bu nasıl bir olay biliyor musun? Bir mimara bir bina çizdiriyorsun ve çok beğeniyorsun ama, ‘’Ben bu malzemelerin bazılarını karşılayamam sen bana yeni bir tane çiz’’ diyorsun ve sürekli yeni bir bina çizdiriyorsun sonra, ‘’Sen biraz yoruldun galiba’’ Hoca da istemez mi Tosic’li, Cenk’li, Sosa’lı, Gomez’li, Talisca’lı falan bir kadrosu olsun. Tüm sorun bu yoksa oyuncular ile iletişim meselesi değil mesele. E tabiî ki problemli oyuncuları var Quaresma gibi bunları idare etmek zorundasınız. Güzel bir söz var ya ‘’Ya sev ya terk et’’ diye tam onun gibi. O senin malzemen, seversen verim alabilirsin. Atiba’nın sezon başı sakatlığı sebebiyle Avrupa kadrosuna alınmaması büyük bir handikap onu söyleyebiliriz, Pepe’nin sakatlığının uzun sürw devam etmesi önemli bir konu, Karius’un kalede tam yerine oturamaması falan da var. Yani tüm bunları göz önüne almadan, ‘’Başarı zehirlenmesi’’ diyerek olay basite indirgenmez. Bende İstanbul Şampiyonu olan bir takımda oynadım zamanında ve hiçbir zaman, ‘’Aman biz bu sene olduk seneye şampiyon olamayalım’’ diye bir şey demedik. Beşiktaş’ın bunların yanında ciddi maddi sorunları da var. Tüm takımların var ama Beşiktaş’ın ciddi sorunları var.

‘’BEN OLSAM COMOLLİ’Yİ DE YOLLARDIM’’

ED: Fenerbahçe’de Cocu ile yollar ayrıldı fakat Comolli kaldı. Comolli’nin kalması ne kadar doğru? Fenerbahçe Koeman ile bu seneyi bitirmeli mi yoksa devre arası yeni biri gelir mi?

HD:  Fenerbahçe şu an zaten 3 teknik direktöre maaş ödüyor, 4. bir teknik direktör getirmesi lazım. Eldeki şartlara göre değerlendirecek Fenerbahçe… Değerlendirmeyi şöyle yapacak, Devre arasına kadar büyük ihtimalle Koeman ile devam edilecek bu süre içerisinde nasıl bir yönetim sergileyecek, oyuna sonradan müdahaleleri nasıl olacak, oyuncu seçimler nasıl olacak? Bunlara bakılacak. Belki de geçiş yılı olarak kabul edilip sezon sonuna kadar Koeman ile devam edilecek ama ben ilk planda devre arasına kadar gideceklerini düşünüyorum. Ali Koç ilk geldiğinde şunu söylemiştim, ‘’Ben olsam ödeme yaptığım bir teknik direktör var Aykut Kocaman. Onunla devam eder  1 senenin planını yavaş yavaş yaparım’’ Çünkü Aykut Kocaman geçen senede bu takımla Ziraat Türkiye Kupası’nda final oynadı, ligde son hafta matematiksel olarak şampiyonluk ümidini korudu. Bu demek değil ki Aykut Hoca çok güzel, göze hoş gelen bir futbol oynatıyor, taraftarlardan şikayet vardı ama Ali Koç’un çok büyük bir garantisi vardı; taraftar ile iletişimi çok yüksekti. Deseydi ki, ‘’Ben kefilim Aykut Hoca’ya, daha hazır değiliz bu sene müsaade edin bize’’ Taraftar geçen sene Aykut Kocaman’a gösterdiği tepkileri göstermeden bu sene beklerdi, bir proje olurdu ve bu projeden de yürürdü. Tercih etmedi. Comolli ve Cocu ile bir proje yaptı. Cocu’nun gelişinden gidişine bütün süreçler yanlıştı. Oyuncu seçimi yanlış, projeleri yanlış, transferler yanlış. Burada önemli olan ben olsaydım Cocu’nun yanında Comolli’yi de gönderirdim. Çünkü bu oyuncuları kim transfer etti? Comolli. Bunun yanında; Ozan Tufan, Volkan Demirel, Aatif, Dirar ve Kameni kadro dışı ve takımdan ayrı idman yapıyorlar, senin görevin Sportif Direktörlük. Bırakalım onu diyelim ki bir sınıfın başkanısın 5 öğrenci yaramazlık yapmış ve atmışsın dışarıya, sen mi başarılısın? O zaman demek ki yönetimde bir başarısızlığın var. Bu yapılan işlerde; Frey transferindeki olaylar, Fabian transferindeki olaylar.  Fabian transferinde,  Bursaspor yöneticisi uyarmasa sakat sakat imza atıyordu. Bunlar basına iddia olarak yansıdığı için anlatıyorum. Bursaspor’a Fabian bonservissiz 600 Bin Euro’ya evet diyor. Bursaspor tarafından kontrolden geçirildiğinde sakat olduğu ortaya çıkıyor. Bursaspor yönetimi, ‘’riskli bir transfer olur’’ deyip almıyor. Aynı oyuncu aynı dönemlerle takımı Eintracht Frankurt’a 1,5 milyon Euro bonservis, oyuncunun kendisine de 1,5 milyon Euro olmak üzere 3 milyon Euro bedelle Comolli tarafından Fenerbahçe’ye getiriliyor. Aldığımız istihbarata göre Bursaspor yöneticisi Ali Koç’u arıyor, ‘’Bu oyuncuda sakatlık var niye alıyorsunuz sakat sakat? Bizde almak istedik vazgeçtik.’’ diyor.  Sonra Bursa’nın 600 bin Euro bonservissiz alacağı öğreniliyor. Aynı şey Frey’de de geçerli. Erzurumspor, Frey bizim oyuncumuz olmaz diyor, Erzurumspor’da fiyatı yine Fabian gibi 600 bin Euro civarlarındayken 2,7 milyon Euro’ya Fenerbahçe’ye imza atıyor. Bunları yapan kim? Comolli. Nerede? Görevinin başında. Kim gitti? Cocu. Cocu’nun zaten transfer edilmesi hataydı. Bunlar hep endüstriyel futboldan uzak olmanın getirdiği sorunlar. Şu anda bana dünya üzerinde bana başarılı Hollandalı teknik adamları say diye sorsam? Bana zamanında Van Gaal gibi, Rijkaard gibi şu anda sayabilir misin? Frank De Boer nerede? Inter’e gitti 6 maç kalamadı adam orada. Bakacaksın ben kimi alıyorum diye. Diyorsun ki genç oyuncu oynatacak. Ne zaman oynattı. İsmail önde oynadı Barış Alıcı kenarda oturdu. Hani genç oyuncu oynayacaktı? Bence Comolli’nin de gitmesi lazım. Ben burada Başkan Ali Koç’un da hatalar yaptığını düşünüyorum. Bunlar bir yana ben birçok başkanın ilk senesinden son senesine kadar kendini ne kadar geliştirdiğini de bildiğim, iyi gözlemleyebildiğim için bu ilk senesindeki hatalarından ders çıkaracağını düşünüyorum.

ED: Ali Koç’u ilk başkanlık senesinin bu zamana kadar olan kısmını nasıl değerlendirirsiniz? Ve sizce Aziz Yıldırım’ın halen dolaylı da olsa yönetime etkisi var mı?

HD: Aziz Yıldırım tamamen kendisini kenara çekti ve yönetimle hiçbir ilgisi yok. Ali Koç’u da değerlendirmek gerekirse, bunu dediğim zaman bana çok kızıyorlar, ‘’19 ay hazırlandık’’ dedi ama 19 hazırlık sürecini iyi tamamlayamamış. Ben çok hazır geldiğini düşünmüyorum Ali Koç’un. Mutlaka hayalleri, idealleri var ama o ideallerin çok uzağında kaldığını söyleyebilirim. Olaya şuradan bakalım ve Comolli’ye bağlayalım. Comolli ile beraber 19 aydır çalıştığınızı söylüyorsun, Comolli’nin en hakim olduğu lig neresi? Fransa Ligi. Comolli Saint-Etienne kulübünde görev yaptı ve bonservisi elinde bir oyuncusu vardı. Bonservisi elinde ya! Jonathan Bamba diye bir futbolcu. Bamba’yı almak için konuşuldu; gazetelere haber oldu, televizyonlara haber oldu. Jonathan Bamba’yı alamadı ya da almadı, seçmedi orasını bilmiyorum. Şimdi 19 aydır çalışan birinin bonservisi elinde 3-4 oyuncuyu yakalaması lazım. Bamba Lille ile anlaştı. Fenerbahçe’de Lille’de Bamba gelince boşa çıkan Benzia’yı 1 yıllık kiraladı. Bunun neresi transfer sihirbazlığı. Şu anda Jonathan Bamba, Fransa Ligi’ni kasıp kavuruyor. Bana bir şey yapmak istiyorsan bu adamı getireceksin, onun gittiği kulüpte o geldi diye ıskartaya çıkan Benzia’yı değil. He kötü oyuncu manasında demiyorum. 19 ay çalışıp bana boşa çıkan Benzia’yı getiren sportif direktör… Bilemiyorum.

ED: Peki Fenerbahçe’nin sezon sonunda başarısız olması Ali Koç’un tahtını sallar mı?

HD: Ali Koç’a ciddi bir destek, taraftarlardan çok büyük bir güven var. Ben Ali Koç’un şu anda kötü gidişata rağmen görev süresini tamamlayabileceğini düşünüyorum eğer önümüzdeki senelerde bu kadar büyük bir sıkıntı yaşanmazsa.

ED: Galatasaray’a dönecek olursak Fatih Terim tüm sorumluluk bende dedi ve forvetsiz oyuna devam ediyor. Galatasaray forvetsiz daha nereye kadar devam edebilir? Başarılı olabilir mi? Devre arasında yapılacak bir forvet transferi ile başarı mümkün mü?

HD: Bakış açılarımız biraz farklı ben Galatasaray’ın kötü durumda olduğunu düşünmüyorum. Ligde liderin 4 puan gerisinde, Türkiye Kupası başlamadı sadece şampiyonlar liginde bir hayal kırıklığı oldu. Bu hayal kırıklığınında sadeceforvetsiz oyuna odaklı değil, sakatlıkların vs. önemli yeri olduğunu düşünüyorum. O kadar ağıt yakılacak kadar kötü durumda değil Galatasaray. UEFA Avrupa Ligi’nde devam edebileceklerini düşünüyorum, bütçe biraz küçülecek onun dışında bir sıkıntı yok. Fatih Hoca’nın da devre arasında bir santrafor alacağını düşünüyorum. Bana sorarsanız Galatasaray’a bir de stoper lazım, Serdar-Ozan Kabak ikilisi tamam ama bu ikilinin arkasını dolduracak birini bulmakta zorluk yaşıyorlar. Maicon çok zorda kalmadıkça o bölgede kullanılmıyor. Tabii ki Fatih Hoca da Gomis gitsin istememiştir. Gomis’in para konusunda sııntı çıkarttığı gerçeğini de unutmayalım. 5 milyona yakın para alırken bonuslarla beraber bir de üzerine zam istedi. Esas olan oyuncunun gitmesi değil giden oyuncunun yerini doldurabilmek. Yönetim başarısı bu dur.

‘’OLCAY ŞAHAN SİZE MAÇ KAZANDIRAMAZ’’

ED: Trabzon’a da girecek olursak Ünal Karaman’ın takımı istikrarsız ve sorunlu ilerliyor. Sizce diyalog eksikliği mi yoksa takımı tanımaması mı?

HD: Ünal Karaman hakkında izleyenler, okuyanlar bilir farklı şeyler söylemeyeceğim. Karaman hakkında ilk günden beri doğru bir tercih olmadığını belirtmiştim. Çünkü Ünal Karaman Trabzonspor için şu an hazır değil. Belki gelecekte olabilir ama şu an değil. Ben bunu söylediğim zaman bana, ‘’Hayır o Trabzon’un çocuğu’’, ‘’Sana Karaman’ı yedirmeyiz’’ dediler. Ben kimseyi yemeye çalışmıyorum. Trabzon’dan önce; Şanlıurfa, Adana Demirspor ve küme düşmesi garantilenen Karabükspor’da çalıştı. Sonra bu hocayı alıp, ‘’Beni şampiyon yap’’ diyorsunuz. Bana sorarsanız yanlış, ben Ünal Hoca’nın doğru zamanda gelmediğini düşünüyorum. Biraz daha kendini kanıtladıktan sonra gelmesi hem oyuncular üstündeki ağırlığı açısından hem de kendi kariyeri açısından daha doğru olurdu ama yönetim istedi ve geldi. Trabzon için söylenen genel bir kanı var. Trabzonspor’un kadrosu çok iyi diyorlar ben buna katılmıyorum, belli bölgelerde mevcut kadro evet iyi ama belli bölgelerde son derece yetersiz. Mesela stoper bölgesine bakalım Hosseini var, Zargo Toure var. 3. Stoperi kim? Hüseyin Türkmen, altyapıdan gelen oyuncu. Diyorlar ki takım 3’lü defansa dönse daha iyi. Nasıl dönecek? 3. oyuncu ben mi olacağım. Sol bek kim? Novak. Yedeği kim? Cevap yok. Sağ bekin tamam yedeği var Zeki Yavru, onunda nasıl problemli geldiğini biliyoruz. Kamil Çörekçi vardı o da sakatlığı yüzünden oynayamıyor. Şimdi bunlar işin bir tarafı. Başka bir noktaya geleyim, 2 tane kanat oyuncusu oynayacak Olcay Şahan hiçbir zaman bir takımı ileri taşıyacak, maç kazandıracak kadar önemli oyuncu değil. Trabzonspor bu oyuncular ile çok yüksek hedeflere oynayamaz. O disiplinli bir takım oyuncusu. Bugün Beşiktaş’ta Babel tartışılıyorsa, Trabzon Olcay’la bu işi götürmeye devam ederse kendi içinde çelişkiye düşüyor demektir. Bir oyuncu var Nwakaeme bir maçta forvet oynar, sağ açık oynar ama sadece o da bir maç oynadı hemen kahraman ilan ettik. Bir tek Vahid Amiri var ne kadar verimli olduğunu da görüyoruz. Sonuç itibari ile o bölgede oynayacak oyuncu yok. Bir kanat düşün ileri gidiyor, geri geliyor. Valbuena mesela, geri gelmiyor ama çalım atıyor, araya oynuyor, anahtar pas atıyor. Bu isimlere baktığın zaman gerisinde kalıyorsun. Olayı şöyle özetleyeyim, Beşiktaş’ın bir kanadında Quaresma bir kanadında Babel oynuyor. Galatasaray’da bir yanda Onyekuru bir yanda Garry Rodrigues oynuyor, Feghouli de yedek bekliyor. Fenerbahçe’de bir kanatta Ayew bir kanatta Valbuena oynuyor. Trabzon’da bir kanatta Olcay, diğer kanatta Nwakaeme oynuyor. Onun için ara ara ne yapıyor Abdülkadir kana oyuncusu oluyor, Yusuf kanat oyuncusu oluyor mecburiyetten… Oysa Trabzonspor’un yığıldığı bölge de orta saha. Kaliteli bölge orası böyle olunca ne oluyor takım kimyası oturmuyor. Kimi koyuyorsun Burak var Rodallega var şimdi biri de yok. Takımın kurgusu açısından yanlışlıklar var. Bu takımın şampiyon olma şansı yok. İşin kötü tarafı camianın sabrı da yok. Sen 25.ya da 26. haftada liderin 3 puan gerisindeysen şampiyonluğa doğru gidiyorsundur, kutlamalara başla ama sen 8. haftada liderin 5 puan gerisindeyken şampiyonluk şarkıları söylemeye başlarsan o iş olmaz. Bunu yanında bütçe de yok birçok takımda olmadığı gibi. Sonuç olarak takım kimyası kötü, teknik direktörün şampiyonluğa götürecek geçmişi yok, bütçe yok, camianın sabrı yok ve Burak Yılmaz gibi problem oluşturacak bir oyuncuları var.

ED: Peki Burak Yılmaz ve Onur Kıvrak’ın kadro dışı kalmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce Burak Yılmaz devre arasında gider mi?

HD: Burak bence gitti zaten. Gidebileceği yer de Başakşehir gibi gözüküyor. Oradaki sac ayağını nasıl yönetecek Abdullah Avcı o da ayrı bir konu. Çünkü şöyle derler 1 Brezilyalı takım için iyidir, 2 Brezilyalı idare eder, 3 Brezilyalı varsa orada problem vardır derler ya. 1 Emre Belözoğlu tamam, yanına bir de Arda Turan verelim dediler şimdi bir de Burak verirseniz ne olacak bilmiyorum açıkçası. Abdullah Avcı’nın burada ciddi bir sorunu olabilir. Neden Başakşehir çünkü Galatasaray’da Fatih Terim ile arası bozuk. Beşiktaş ile olan nikah diyelim son dakika attığı tweet ile bozuldu. Diğer takımların da bu transferi karşılayacak bütçesi yok onun için Başakşehir. Kadro dışı kalması da doğru karar. Yaptığı bir eylemde ben futbolcunun kadro dışı kalmasına karşıyım ama Burak takımını TFF’ye şikayet etti, Sabaha karşı 5’te ne kadar izinli olursa olsun bir barda çıkan olaylara karıştı. Kendi aracıyla attığı taklayı biliyoruz. Bütün bunların yanında taraftarla kavga edecek, teknik direktöre fırça atacak noktaya geldiysen artık kusura bakma senin orası ile nikahın bozulmuştur. Onu konusunda çok detaylı bilgim yok. Hayrettin Hacısalihoğlu, ‘’Bazı şeyleri açıklamamak kulüp olgunluğudur’’ diyor. Onlar nedir? Bilmiyoruz. Bana göre bu pozisyonda Onu kadro dışı bırakılmaz. Söylediği çok dramatik şeyler var. Artık bir maç satmamıştı onu da sattı diyenler var. ‘’Çocuğumu parka çıkartamıyorum’’ diyor. Yanlış hatırlamıyorsam Onur 5 kere falan aldığı para da indirime gitti. 12 senedir bu takımda ve ne söylersen yaptı. Olumlu da tavrı var. Böyle birini sadece performansa dayalı kadro dışı bırakmak doğru gelmiyor. Ama işin öbür tarafında neler var bilmiyorum açıkçası. Bana göre ne olursa olsun Onur olayı Burak ile aynı değerlendirilmemeli. Onur,2un dönüşü olabilir ama ben Burak’ın dönüşü olacağını düşünmüyorum.

‘’GENÇLEŞTİRME OPERASYONLARININ HEPSİ HÜSRAN’’

ED: Lucescu yönetimindeki milli takımı ve gençleşme hareketini nasıl değerlendiriyorsunuz? Yeni bir nesil geliyor mu?

HD: Gençleşmeyi yapacak isim Lucescu mu olmalı? Ona bir bakmak lazım. Olur neden olmasın? Ligde yabancı oyuncu sorununu kaşıyan adamın da yabancı teknik adam ligde yokken milli takımınbaşındaki yabancı hoca olması zaten hazin bir sonuç. Türkiye’de bence yabancı biri ben geldiği günde içime sinmedi demiştim yine aynı düşüncedeyim. Milli Takım’ın her başarısının arkasında yerli teknik adamlar var 1996’ya Terim ile 2000’e Mustafa Denizli ile 2002’ye Şenol Güneş ile gittik 2008 ve 2016’da Fatih Terim vardı. Bu arada gelip giden yabancı teknik adamlar oldu ama onların bize çok faydası olmadı. Ben Lucescu’nun Türk Futbol’una bir şeyler katabileceğini düşünmüyorum. Romen basını soruyor ‘’Romanya milli takımının başına neden geçmedin?’’ diye. ‘’Buraya daha genç, dinamik, vakit ayıracak bir hoca lazım’’ cevabını veriyor. ‘’Türkiye’yi neden seçtin?’’ dediklerinde de, ‘’Maddi şartlar daha iyiydi’’ diyor. Ben bunun yanında milli takımı her gençleştirme operasyonunda bundan önce hüsran ile bittiğini düşünüyorum. Gençleştirme milli takımda olmaz, milli takımda şu olur, Performans oynar. Siz performansa göre şans verirken yanlarına yavaş yavaş genç oyuncuları koyarsınız. Bu 11’i attım şu genç 11’le oynadım olmaz milli takımda. Sen Mert Günok dururken Rizespor’lu Gökhan’ı kaleye alıyorum diyemezsin. Caner iyiyse oynar, Gökhan iyiyse oynar sen ne yaparsın ama Gökhan oynarken yavaş yavaş onun yerine Zeki’yi hazırlarsın. Değiştirdim oraya gidemedik, buraya gidemedik, ligden de düştük ne yapacaksın? ‘’Ama ben gençleştiriyorum’’ mu diyeceksin? Kulüpler yapamıyor bu gençleştirme işini milli takım nasıl yapsın? 

‘’MHK günü hakemlerini harcayarak kurtarmıştır’’

0

Merkezinde Merkez Hakem Kurulu (MHK)’nun bulunduğu hakem camiası kaynamaya devam ediyor. Son olarak Galatasaray-Konyaspor maçı sonrası verdikleri kararlar sonucunda Hüseyin Göçek ve Halis Özkahya hakem tabiri ile süresiz askıya alındı. Uzmanların, ‘’MHK ilk defa böyle bir kararı kamuoyu ile paylaştı’’ dediği açıklamayı, sebeplerini ve sonuçlarını yıllarca hakemlik, MHK Başkanlığı, hakem eğitmenliği yapmış isimlere sorduk. Konuyla ilgili MHK Başkanı Yusuf Namoğlu’nu da arayarak görüşlerini almak istedik. Ancak Namoğlu konuşmak istemediğini söyleyerek telefonunu kapattı.

Röportaj: Uğur TEMEL – Enis DERDİMENTOĞLU

Ertuğrul Dilek – Eski hakem, Eski Merkez hakem komitesi başkanı: ‘’MHK’NIN KARARININ SEBEBİ GALATASARAY’IN SESİNİN YÜKSELMESİDİR’’

UĞUR TEMEL (UT): Merkez Hakem Kurulu (MHK) Bugün yaptığı açıklamada FIFA Kokartlı hakemlerimizden Hüseyin Göçek ve Halis Özkahya’ya bir sonraki değerlendirmeye kadar maç vermeyeceğini açıkladı. Bu açıklamayı nasıl okumak gerekir? MHK böyle bir açıklama yapmayı neden gerekli gördü?

ERTUĞRUL DİLEK (ED): Bu zamana kadar birçok hakem dinlendirilmeye alındı. Hakem olarak bizler de MHK’de bunu biliyordu ama kamuoyu bilmiyordu. Kamuoyuna duyurulmasının sebebi bana göre MHK’nin son zamanlarda aldığı eleştiriler, Galatasaray’ın sesinin bu kadar yükselmesidir. Bence bu açıklamanın yapılması yanlış. Bu adamlarla daha sonra göreve devam edeceksen, geri getireceksen böyle bir açıklama yapmanın gereği yok.

UT: Yani Yusuf Namoğlu MHK’si bu iki hakemi kamuoyu önünde ateşe mi attı?

ED: Bence öyle. ‘’Gereği yapılacaktır’’ dersin ve başka açıklama yapmazsın. Daha önceden de dinlendirilmeye alınan oldu. VAR Sistemi yeni yeni kullanılırken hata yapan hakemler oldu ve 2-3 hafta bu isimlere maç verilmedi. Biz bunun farkındaydık ama bunu kamuoyu bilmiyordu. Böyle kararları deşifre eder ve sonra o hakemlere görev verirsen maçta gergin olurlar. Sadece bu isimler değil tüm hakemler rahatsızlık hissederler. Bu tarz bir açıklama daha önce hiçbir yerde görülmemiştir, açıklama yapmak zorunda değildiniz. VAR’ın başında da insan faktörü var mı? Var. Yine hatalar olacak orada oturan robot değil sonuçta. İnsan faktörünün olduğu yerde hatalar kaçınılmazdır. Burada tek başına Hüseyin Göçek’i de suçlamamak lazım. Hüseyin, baktığı açıdan penaltı olarak gördü. Daha önceden başka hakemler de bu tarz hatalar yapmadı mı? Böyle kararlar verilmedi mi?

UT: Peki Hüseyin Hoca’nın ekrana bakması gerekmez miydi?

ED: Topa müdahale edilen ve penaltı kararı verilen pozisyonda Hüseyin Göçek’in görüş açısı sağlıklı değildi. Pozisyonu net gören kişi kale arkası kamerasına bakabilen VAR Sistemi’nin başındaki Halis Özkahya’dır. Sistemin başındaki isim uyarmayınca, ‘’Hocam bir bak istersen’’ diye Hüseyin Hoca’da kararı sorgulamadan verdi. Uyarı gelse gördüğü pozisyonun yanlış olduğunu anlayacak ve kararı iptal edecek.

UT: Eski MHK Başkanı’sınız. Penaltı kararı iptal edildiği zaman Galatasaraylı savunma oyuncusu Serdar Aziz’e verilen kırmızı kart da iptal edilir miydi?

ED: Olmaz. O ayrı, bir disiplin olayı o. Bariz gol şansını engelleme olarak kırmızı kart görseydi evet penaltı iptali ile kart kararı da iptal edilirdi. Ancak Serdar centilmenliğe, sportmenliğe aykırı bir hareket yapıyor. O topu hakeme attığı için kartı gördü. Penaltı iptal olsa bile kart iptal olmazdı. Zaten Serdar’ın da yaptığı bir yanlış var. Karardan sonra VAR’a bakılsa o topu atmanın bir gereği var mıydı? Beklemesi lazımdı. O topu atacaksa VAR kararından sonra atsın bari. Şu var bu olayı deşifre etmeden, ‘’Gereği yapılacaktır’’ şeklinde yuvarlak bir açıklama yapılabilirdi. Galatasaray Başkanı’nın da açıklamasına Fırat Aydınus’u da katarak, ‘’Bunlar hakemliği derhal bırakmalılar’’ demesi de doğru değil. Bir hakem 3 günde yetişmiyor. Bunlar 15-20 senenin getirdiği birikimler. 3 hakem de o anda UEFA’da görev yapıyorlar. Hata insana mahsus, dünyanın her yerinde böyle hatalar olur. Diyorlar ki Dünya Kupası’nda yoktu. Neden yoktu? Adam Almanya-Rusya maçında iki eliyle itti futbolcu, kafayla da golü attı. VAR’daki de bir şey demedi. Ben hep bunu savunuyorum, insan faktörü varsa orada hata vardır. Türkiye’de bu sistemin kadrosu kurulmadan geldi VAR sistemi. Zaten elinde 15 hakem var bunların yarısı sahada yarısı içeride. Bunun bir kadro genişliği olmalı, Avrupa izlenmeli, nerede hata yapılıyor bakılırdı, bir sene sonra VAR’a geçilirdi.

Binali Kartal – Eski FIFA yardımcı hakemi ve futbol yorumcusu: ‘’MHK GÜNÜ HAKEMLERİNİ HARCAYARAK KURTARMIŞTIR’’

UĞUR TEMEL (UT): Merkez Hakem Kurulu (MHK) Bugün yaptığı açıklamada FIFA Kokartlı hakemlerimizden Hüseyin Göçek ve Halis Özkahya’ya bir sonraki değerlendirmeye kadar maç vermeyeceğini açıkladı. Bu açıklamayı nasıl okumak gerekir? MHK böyle bir açıklama yapmayı neden gerekli gördü?

BİNALİ KARTAL (BK): MHK burada üzerine gelen baskı sonucunda hakemleri harcayarak günü kurtarmıştır. Zaten çok enteresandır 3 hafta kaldı ligin ilk yarısının bitmesine 3 hafta bu iki isimi dinlendirip devre arasından sonra ben gereken cezaları verdim denilecektir ve böylece Galatasaray’ın gazını aldı.

UT: Devre arasından sonra bu hakemler tekrar görev alacak mıdır?

BK: Tabii ki. Ligin ikinci yarısının ilk haftasından itibaren sonra görev alacaklardır. Bizde olaylar günlük değerlendirildiği için, Galatasaray’ın bu tepkisini yumuşatabilmek için, günü kurtarabilmek için bu iki arkadaşımızı feda ettiler.

UT: Peki hocam bu olay VAR Sistemi’nin Türkiye’deki geleceğini etkiler mi?

BK: VAR Sistemi Türkiye’de olmazdı, olmamalıydı. VAR Sistemi futbola da uymuyor, futbolun özüne aykırı bir sistem. Birileri teknoloji satıyor ama teknoloji her şey değildir, futbolda insan faktörü önemlidir. İnsan faktörünü futboldan teknoloji ile kaldırmaya, günü kurtarmaya çalışırsanız futbolu bitirirsiniz. Biliyorsun futbolun kuralları çok katıdır, çok değişiklere gidilmez. Son yıllarda Platini ile birtakım değişikliklere gitti ama çok karıştırırsanız futbolun tadı kaçar. Önemli olan sahada kaliteli, dürüst futbolcu ve bunu analiz eden kaliteli hakem yetiştirmektir. En son işte ayyuka çıkan pozisyon Galatasaray-Konyaspor maçında oldu. Orada Konyaspor’un yabancı futbolcusu kendini yere atarak hakemi kandırmıştır, bu da etik değildir. Bir futbolcuya yakışan bir hareket değildir, karşı rakibin hakkını çalmıştır. Herkes sporun ruhu ile hareket ederse her şey çok güzel olur, teknolojiye gerek kalmaz.

Selçuk Dereli – Eski FIFA hakemi, Eski Türkiye Faal Futbol Hakemleri ve Gözlemcileri Derneği eski genel başkanı: ‘’HATA YAPAN CEZASINI ALIP DİNLENMELİ’’

UĞUR TEMEL (UT): Merkez Hakem Kurulu (MHK) yaptığı açıklamada FIFA Kokartlı hakemlerimizden Hüseyin Göçek ve Halis Özkahya’ya bir sonraki değerlendirmeye kadar maç vermeyeceğini açıkladı. Türkiye Faal Futbol Hakemler ve Gözlemcileri Derneği eski başkanısınız. Bu olayı nasıl değerlendirirsiniz? Derneğin tepkisi nasıl olmalı?

SELÇUK DERELİ (SD): Şimdi burada bir sıkıntı var. Nedir sıkıntı? Maçta yaşanan skandal bir hakem kararı var fakat 2 tane hakeme bir sonraki değerlendirmeye kadar maç vermeme durumu da var. Ya maçın hakemi Hüseyin Göçek görevini yapmadı ya da VAR hakemi Halis Özkahya görevini yapmadı. Fakat 2 hakem de zan altında. Hüseyin Göçek ya pozisyonu Halis Özkahya’ya bildirmedi hata yaptı ya da penaltı olduğunu düşündüğü için hata yaptı. Burada VAR hakemi Halis Özkahya penaltı olmadığını görüp orta hakeme bunu bildirmeliydi dolayısıyla verilen kararda bir çelişki var. Sesini fazla çıkarana göre karar alınırsa Türk Futbolu içinden çıkılmaz bir hal alır. Bir sonraki hafta yine böyle bir hata olursa yine kulüplerin bağırmasına göre mi karar verilecek yoksa gözlemci raporuna göre mi? Ben şu an bu noktadayım. Yani hakem ve gözlemciler dört dörtlük yapmalı, hakemleri objektif bir şekilde değerlendirmeli adamına göre karar verilmemeli. Hata yapan hakemlere maç veriliyor, başarılı olan bazı hakemler bir tarafa yakın değil diye maç alamıyor yıllardan beri söylüyoruz bunu. Böyle olunca genç hakemler yükselemiyor. Bunun önüne geçilmesi lazım. Cüneyt Çakır, Avrupa’da maçlar yönetiyor, geliyor burada sonuca etki eden yanlış kararlar veriyor bir sonraki hafta yeniden maç alıyor. Gözlemci notuna göre hakemlere ceza verilmeli. Kamuoyunda sadece kulüpler bağırınca bu böyle olmamalı. Hata yapan ceza almalı, dinlenmeli ama görevini iyi yapan da devam etmeli ki bir rekabet ortamı oluşsun ve Türk Hakemliği, Türk Futbolu gelişsin.

Murat Fevzi Tanırlı – Eski klasman hakemi ve futbol yorumcusu: HATALARIN BU KADAR BÜYÜK OLMADIĞINI DÜŞÜNÜYORUM”

UĞUR TEMEL (UT): Hafta sonu yaşanan olaylar neticesinde bugün MHK’dan yapılan açıklamaya göre iki hakemimiz, hakem tabiri ile askıya alındı. Bu iki hakemde FIFA hakemi. FIFA bu iki hakemi değerlendirmek isterse TFF ne yapacak?

MURAT FEVZİ TANIRLI (MFT): Bence hiçbir şey yapamayacak. Halis’in zaten görevi var. Hüseyin’in Cüneyt Çakır’a ilave yardımcılık görevi var. İnsanlar şunu düşünebilir, sonuçta UEFA hakemlerin kendi liglerindeki performanslarına da bakıyor. Neticede UEFA’da izleyince diyecek ki, ‘’Sadece bu pozisyondan dolayı mı bunu yapıyorsunuz? Bunda ne var ki?) çünkü UEFA, Türkiye’deki mahalle baskısını bilmeyecek, bu tarz konularda kimlerin mağdur edildiğini bilmeyecek Çünkü UEFA, gece 3’te hakemin statta kaldığından ne yaşandığını da bilmeyecek. Sadece bu pozisyondan neden ceza yediler? Diye düşünerek komik bulacak UEFA bunu. Bunun için ki UEFA görev vermeye devam edecek ama ne yazık ki mahalle baskısını hafifletmek için Türkiye’de görev almayacak bu iki hakem. Ben olaya bakıyorum, artısı-eksisi ayrı, pozisyon olarak değerlendiriyorum; ben, ‘’penaltı değil’’ derim. Sen, ‘’penaltı’’ dersin. Orta hakem, VAR hakemine bildirmeliydi bunda da bir itirazım yok. Hata bu neticede yapıldı ve bitti. Sonuç olarak bunun abartılı bir şekilde görev alamayacak büyüklükte bir hata olduğunu düşünmüyorum.

UT: Peki hocam bu açıklama, Galatasaray maçlarına çıkacak diğer hakemler için bir stres oluşturur mu? Bütün hakemlere aba altından sopa mı gösterildi?

MFT: Yusuf Namoğlu MHK’sının en büyük eksikliğinin şu olduğunu düşünüyorum, bizim zamanımızdan beri bu işin doğasında ödül-ceza sistemi vardır. Bu sistem ne yazık ki bu MHK ile hiç uygulanmayan bir şeydi. VAR geldi iyice bu sistem kalktı gibi gözüktü. Nasıl olsa skandal hataları VAR düzeltiyor, hakemimiz de haftaya maçını almaya devam ediyor. Bu açıdan baktığımızda hakemler için daha adaletli gözüküyor. Kötü maç yöneten bir maç bekleyecek ama diğer taraftan Galatasaray maçına çıkan, aslında Galatasaray bir örnek sadece, 3 büyüklerin maçına çıkanlar daha stresli mi olacaklar? Tecrübeye göre değişir tabii ki. Cüneyt Çakır hiç sallamayacak, Fırat Aydınus da hiç sallamayacak. Diğerleri, ‘’Bir hata yaparsam başım çok ağrıyacak’’ diye düşünecek ama Halis Özkahya’dan daha az tecrübeli hakemler bile hata yapmadı VAR konusunda. İşte daha önce hepimiz yaşadık belki, ‘’Basiret bağlanması’’ diye açıklamış Halis, olabiliyor böyle şeyler. İşte bu kulüplere vereceğiniz tavizden çok gösterdiğiniz yöneticilik duruşu ile alakalı. ‘’Ben hakemimin arkasında duruyorum, olabilir böyle hatalar, Galatasaray maçlarında daha önceleri da hatalar oldu, neden Galatasaray camiası ya da başka bir camia tepki göstermedi’’ diye sorgulanacak. VAR olmasına rağmen bu bir kısa döngü gibi devam edecek gibi gözüküyor.

UT: TFF, Galatasaray-Konyaspor maçı özelinde VAR konuşmalarını yayınlayabilir miydi?

MFT: Bunları zaten yayınladığını, birinci elden duyduğunu söyleyen siteler çıktı. Ben okuduğumda güldüm açıkçası. Zaten Halis ne demiş olabilir ki sevgili Uğur? Hakemler diyor ki, ‘’Ne gördün?’’, ‘’Şunu gördüm şundan verdim’’, ‘’Evet tamam bir de şu var şundan da gör’’ diye VAR zaten tavsiyede bulunuyor, hakem de gelip izliyor. Burada da böyle bir şey oldu ve izlenmedi. Neticede VAR’ın görevi hakemin hangi kararı nasıl verdiğini öğrenip ona göre yönlendirmek. Burada bir hata var ama devamında olanlar son derece farklı. Bence asla açıklanmamalı. Bir yerde olsun karşı duruş göstermekte fayda var. İçerisi zaten gözetlenebilen, isterse kulüplerin gözetleyebileceği şekilde nitelendirilmişti. Bu kadar değil yani bence. Neticede illegal bir şey yok. Basit bir penaltı kararı anlaşmazlığı. Hepi topu basit bir penaltı hatası diye görüyorum ben. Bu kadar yangın haline getirilecek diye düşünmüyorum. Ülke futbol kültürü 3. dünya ülkesi futbol kültürü olduğu için VAR geldiği halde biz kısır döngüler içinde dönüyoruz. Galatasaray-Fenerbahçe maçında skandal hata diye görülen hatanın bir taç atışı olduğu yerde gündem bir de üzerine penaltı kararı olunca mahallenin baskısını azaltmak için alınan bir karar olduğunu düşünüyorum.

Nurettin Dehmen – Eski üst klasman hakemi ve eski hakem eğitmeni: HAKEMLER BU GİBİ KONULARIN ÇÖZÜMÜNÜ BİLMİYORLAR”

UĞUR TEMEL (UT): Merkez Hakem Kurulu (MHK) Bugün yaptığı açıklamada FIFA Kokartlı hakemlerimizden Hüseyin Göçek ve Halis Özkahya’ya bir sonraki değerlendirmeye kadar maç vermeyeceğini açıkladı. Bu açıklamayı nasıl okumak gerekir?

NURETTİN DEHMEN (ND): Bu açıklamayı değerlendirmeden önce, bu açıklamaya nasıl gelindi? Bu açıklamayı yapmak nasıl arz oldu? Bunlara bakmak lazım. Son oynanan Galatasaray-Konyaspor maçının son dakikalarında Galatasaraylı savunma oyuncusunun Konyasporlu oyuncuya hakeme göre ceza sahası içinde bir müdahalesi oldu. Ben maçı televizyondan takip ediyordum ve karar verildiği an, ‘’Eyvah!’’ dedim çünkü yanlış karar verilmişti, savunma oyuncusu doğrudan topa müdahale etmişti. Hakem hata yapmıştı. Bu penaltı kararı sonrası hakem VAR’daki hakem ile iletişime geçtiği anda savunma oyuncusunun, topu şiddetli bir şekilde direkt hakeme atması sonucu bir kırmızı kart çıktı. Ben VAR ile ilgili bir eğitim almadım ama bu konuyu çözmek için eğitim almaya gerek yok. Futbolun ana mantığını masaya yatırdığın anda işi çözersin. Bence MHK’nın yaptığı açıklamanın kaynağı o penaltı değil, kaynağı Serdar Aziz’in ihracıdır.

UT: Niye hocam?

ND: Sadece penaltı ile ilgili olsa muhtemelen VAR ile iletişime geçilecekti, VAR hakemi de ‘’Abi karar yanlış bir de buradan bak istersen’’ diyecekti hakem de izleyecekti.

UT: Yani Serdar Aziz’e kart çıktığı için mi penaltı kararından dönülmedi, doğru mu anladım?

ND: Şimdi bu zor bir konu. Serdar Aziz’e kart çıkmadan VAR ile görüşülseydi muhtemelen penaltı kararından dönülecekti ve oyun penaltı atışı olmadan muhtemelen hakem atışı ile devam edecekti. Bunun sonucunda da bugün olmayacaktı. Serdar Aziz’in oyundan ihracı olayı zorlaştırdı demeyeyim, ben kendi fikrimi söylüyorum bence hakemler bu konuda eğitim almadı. Bu gibi durumları nasıl çözmeleri gerektiğini bilemediler o anda. Bu olayın çözümünü Hüseyin Göçek de bilmiyordu VAR hakemi Halis Özkahya da bilmiyordu. Fikrimi biraz daha yükselteyim, hatta bu pozisyonun nasıl çözeceğini MHK’deki birkaç kişi hariç yine hiç kimse bilmiyordu.

UT: Peki hocam, yıllarca hakem eğitmenliği yaptınız. Sizce oyun başladığında ihraç kararı, kart kararı geri alınabilir miydi?

ND: Dediğim gibi hakemler bu konunun çözümünü bilmiyorlar. Bilmedikleri için o problem çözümsüz kaldı. Mantık, adalet ve oyunun ruhundan bahsediyoruz yapılan hareket hakeme karşı gösterilen bir şiddet olduğu için kesinlikle geri alınması söz konusu değil. Bir de refleksler, yaşamsal hareketler var. Serdar Aziz’in topu hakemin yanlış kararı sonucu attı. Yani o anda kırmızı kartın sebeplerinden biri de hakemin yanlış kararı oldu. Orada bir penaltı kararı olmasa Serdar Aziz atılacak mıydı? Hayır. Penaltı doğru bir karar mıydı? Hayır yanlış bir karardı. Yani hakemin yanlış kararı sonrası gösterilen şiddet olayında çıkan kırmızı kart kesinlikle geri alınmaz. Doğrusu ne olmalıydı? Kırmızı kart geri alınmayacak ve penaltı kararı iptal edilecekti. Dediğim gibi ben VAR eğitimi almadım. Protokolünde ne yazıyor bilmiyorum ama hakemlik geçmişim, hakemlik eğitimim, yorum gücüm bana bunları söylüyor. Bu konu daha Galatasaray-Konyaspor maçında başladı. Bazı adımlar atıldı bugüne gelene kadar. Hangi adımlar atıldı? Önce Galatasaray’ın Sayın Başkanı bir açıklama yaptı, ‘’Fırat Aydınus, Hüseyin Göçek ve Halis Özkahya bu isimler hakemliği bırakacak!’’ Bu açıklamadan sonra TFF Yönetim Kurulu’nda olan Ali Dürüst, federasyondaki tüm görevlerinden istifa ettiğini açıkladı. Bireysel bir açıklama değildi bu tabii ki. Orada Galatasaray’ı temsilen bulunan bir kişi. Galatasaray’da başkan dahil yukarıdan gelen talimatı yerine getirdi. Aradan 2 gün geçti bu olanlardan sonra geldik bugüne Ali Dürüst bir açıklama yaptı ve ‘’ben istifa kararımı geri aldım’’, ‘’Yıldırım Demirören başkanımı çok seviyorum, görevimin başındayım’’ dedi. Demirören’i sevdiği için kararından dönmedi. TFF hem Galatasaray Başkanına hem de Ali Dürüst’e mavi boncuk dağıttı. Dedi ki, ‘’Neydi sizin talebiniz? Bu isimlerin görevden alınması. Biz bir adım atıyoruz bir dakika durun’’ dedi. Muhtemelen atacakları adımı da Ali Dürüst’e söylediler ve Dürüst görevine geri geldi. Bugün yapılan açıklamayı hayretler ile izledik. MHK, Hüseyin Göçek ve Halis Özkahya’nın ikinci bir değerlendirmeye kadar VAR hakemliği bile yapmasını kapattıklarını ifade ettiler. Yani maçın hakemi Hüseyin Göçek olmasına rağmen Göçek, VAR hakemliği bile yapamayacak. VAR hakemi Halis Özkahya olmasına rağmen Özkahya Süper Lig’de düdük bile çalamayacak. Bu arada bu hafta UEFA maçlarını oynatıyor. Cüneyt Çakır’ın çizgi hakemlerinden biri de Hüseyin Göçek. Perşembe günü Avrupa’da Halis Özkahya’nın maçı var. Siz MHK olarak hakemlerinizi hem sahadan hem VAR’dan men ettiniz ama hakemlerinizin bu hafta Avrupa’da maçları var.

UT: Peki bu hakemlerin FIFA, UEFA nezdinde ceza alması TFF açısından bir sorun yaratır mı?

ND: Hakemlerin ceza alması FIFA ve UEFA nezdinde çok önemli değil. Önemli olan MHK’nın kamuoyu önünde düştüğü durumdur. Bana ne FIFA’dan bana ne UEFA’dan ben Türkiye içinde esen rüzgâra bakarım. Artı MHK bugün bir açıklama daha yaptı. Biliyorsun hakemler içinde siyah-beyaz hata diye bir terim vardır. Anlamı şudur; ‘’Hakem o kadar fahiş bir hata yapar ki beyaz olana siyah, siyah olana beyaz der’’ deriz. Olmayan bir kırmızı kartı göstermek ya da olan bir golü vermemek gibi. MHK, ‘’bu iki hakem haricinde siyah-beyaz hata yapan diğer hakemleri de gerektiği gibi dinlendirdik’’ diyor. Şimdi siz ne yaptınız? Galatasaray’ın istediği gibi iki hakeminizi kamuoyunda aslanların önüne attınız. Adamları susturdunuz. Şimdi bende kamuoyundan bir sporsever olarak soruyorum MHK’ye bu siyah-beyaz hatalar nelerdir? Hangi hakemler yapmışlardır? Hangi takımlara aleyhte ve lehte yapılmıştır? Ve bu hakemler kaç hafta dinlendirilmişlerdir? Böyle bir bilgi paylaşıldı mı? Paylaşılan ne var? Yıllarca size emek veren, işinden, ailesinden feragat eden Hüseyin Göçek’i ve Halis Özkahya’yı ki bu isimler FIFA Kokartlı isimler. Bunları aslanların önüne attınız. Kanaatimce MHK son yıllarda sansasyonel bir açıklama yapmıştır. Tabii bu benim yorumum. Kendi cephelerinden doğru geliyor olabilir.

UT: Peki Serdar Aziz topu hakeme fırlattığı için değil de oyuncuya müdahale ettiği için kart görseydi geri alınabilir miydi?

ND: Tekrar kendi kanaatimi söylüyorum. Serdar Aziz bariz gol şansını engellediği için kart görseydi ve bunun yanlış olduğu VAR’da gözükseydi kart kararı geri alınırdı. Fakat hakeme ya da rakip oyuncuya şiddetli, centilmenlik dışı bir hareketi olduysa bunun zaten cezası kırmızı karttır VAR olsun ya da olmasın

‘’Türkiye’de hala engellilere bakış açısı değişmedi’’

0

Engelli birinin hayatına ne kadar hakimsiniz? Onları sürekli sokaklarda, kafelerde, otobüslerde, hayatın içinde görüyoruz. Peki onları gördüğümüz kısa süreler haricinde ne kadar tanıyoruz? Bunları düşündünüz mü? Ya çocuğunuz ilerde bir engelle yaşamak zorunda olsa? Ona iyi bir eğitim vermek için elinizden geleni yaparsınız değil mi? İşte bu röportaj öyle bir kadının hikayesi. Dilek Akın… Oğluna iyi bir hayat, iyi bir eğitim vermek için Gönüllüler ile, engelli kardeşlerimizin farkında olan anne babalarla ‘’Engelsiz Umutlar’’ derneği kurdu. Şimdi bu insanlar için çabalamaya, üretmeye ve geliştirmeye devam ediyorlar. Engelli arkadaşlarımızın hayatına daha yakından bakmak ister misiniz? Buyurun röportaja. Bu sefer her zamanki gibi keyifle değil dikkatle okuyun. 

ENİS DERDİMENTOĞLU (ED): Dilek Hanım merhaba öncelikle sizi tanıyabilir miyiz? Bize kendinizi, derneğinizi anlatır mısınız? 

DİLEK AKIN (DA): Ben Dilek Akın 45 yaşındayım 23 yaşında engelli bir oğlum var zihinsel engelli. 7 yaşından beri oğlumun özel eğitimi ile ilgileniyoruz, özel okullarda okudu daha sonra devlet okuluna aldık. 12 senedir Anadolu Feneri’nde bulunan Aytullah Keser Eğitim Uygulama Okulu’nda eğitim görmekte 2 senedir mezun olmuş durumda ve şu anda halk eğitim olarak eğitim almaktayız. Arkadaşım Nesrin ile birlikte biz o kurumda 12 yıldır Okul Aile Birliği’nde görev almaktayız. Görev aldığımız süre boyunca oldukça başarılı çalışmalar yaptık fakat bu çalışmalarla çocuklarımıza aktivite olarak, akademik olarak yeterli olmadığımızı gördük ve öğretmenlerimiz, idaremiz ile beraber Nesrin Hanım, Füsun Hanım’da yanımızda yer alınca bir engelli derneği kuralım dedik. Gönüllü arkadaşlarımızın da bize katılması ile bu yılın Şubat ayının 20’sinde biz ‘’Engelsiz Umutlar Derneği’ni kurduk. Çok yakın bir süre içerisinde de aktivitelere başlamış bulunmaktayız. 

ED: Peki hem dernek öncesinde hem dernekle beraber ne gibi faaliyetleriniz oldu? 

DA: Dernek öncesi faaliyetlerimiz okul içindeydi. 3 Aralık Dünya Engelliler Günü, 16 Mayıs Dünya Engelliler Haftası gibi etkinlikleri yaptık ve bunları aileler olarak da destekledik. Dernek olduktan sonra da çocuklarımızla tiyatro gösterisi yaptık. Bizim araştırdığımız kadarıyla bizim çocuklarımız gibi orta ve ağır derece engelli olup böyle bir girişim yapılan bir iş olmamış 4 Mayıs 2018 tarihinde Beykoz Necmettin Erbakan Kültür Merkezi’nde sergiledik Koko Jambon Adası isimli oyunumuzu ve çok da başarılı oldu. Aileler de çocuklarının bu kadar motive olup bir iş yapmasını tahmin etmiyorlardı gördükten sonra şok oldular ve gözyaşlarına hakim olamadılar. 

‘’TÜRKİYE’DE HALA ENGELLİLERE BAKIŞ AÇISI DEĞİŞMEDİ” 

ED: Türkiye’ye genel olarak baktığımızda biz, engellileri ne kadar tanıyoruz? Onlar için neler yapıyoruz? 

DA: Evet geliştik, eğitimde de çağ atladık diyoruz ama ben otistiklerin, down sendromluların, zihinsel engellilerin tanındığını düşünmüyorum. Bakış açısının değiştiğini de düşünmüyorum, halen yargılarla bakıldığına, annenin babanın suçuymuş gibi düşünüldüğüne inanıyorum. Sokakta yürürken halen çocuklara bakışların çok kötü ve itici olduğunu düşünüyorum. 

‘’ÜLKEMİZDE EĞİTİM YETERLİ DEĞİL” 

ED: Engelli kardeşlerimizin eğitimlerinin ülkemizde yeterli olduğunu düşünüyor musunuz? Neler yapılabilir? Sizin projeleriniz var mı? 

DA: Hayır yeterli değil. İstanbul büyük bir metropol, Beykoz’da onun çok büyük bir ilçesi. Benim oğlum 23 yaşında 12. Sınıfı bitirdiğinde açıkta kaldı. Gideceği öğrenim görebileceği hiçbir kurum olmadığını gördük Beykoz’da. Birçok çocuğun açıkta kaldığını Eğitimleri bittikten sonra evlere kapandığını gördük. Halk Eğitim Merkezleri var ‘’Yaşam Boyu Eğitim’’ temalı ama buradaki insanların çoğu özel çocuklara nasıl eğitim verileceğini bilmiyor. Nasıl eğitmen almaları gerektiğini bilmiyorlar. Öğretmen alsalar da bu yeterli olmuyor. Bunun için Türkiye’nin her şehrinde bu çocukların açıkta kalmaması için ‘’Yaşam Atölyeleri’’ kurulabilir. Çünkü bu çocuklara doğru eğitim verildiğinde bu çocuklar üretebiliyorlar. Böylece ürettiklerini satıp hem kendilerine hem ailelerine ufak bir katkı olup bu hayatta var olduklarını gösterebilirler. 

ED: Peki gerekli eğitimler verildiğinde bu kardeşlerimizin ne kadarı topluma kazandırılmakta başarılı oluyor? Oranını yapabilir misiniz? 

DA: En başta da söylediğimiz gibi bu engellerin hafif, orta ve ağır dereceleri var. Hafif derecede engele sahip olanlar gerçekten doğru eğitim verildiği takdirde iyi yerlere gelebilecek düzeydeler. Orta ve ağır derecelerde ise hepsinin farklı farklı yetenekleri var. 10 çocuktan takriben 7’si hayata tutunabilir, hayatını idame ettirebilir. Ufak kılavuzlarla. 

ED: 7 çocuktan ne kadarı bu durumu uzun vadelerde devam ettirebiliyor peki sizce? 

DA: Şöyle zaten ne olursa olsun hepsinin göz altında olması koruyup kollanması gerekiyor belli kurumlar tarafından. Biz sağlıklılar bile ne kadar uzun süre aynı düzeyde sağlığımızı koruyoruz ki? 

‘’ZİHİNSEL ENGELLİ OKULLARINI ZİYARET EDİN’’ 

ED: Peki sizce siz sonuçta onların anneleri, babalarısınız ve konuya çok hakimsiniz. Biz hakim olmayan insanlar sizce nasıl yaklaşmalıyız yani onlar bizi görünce nasıl çekinmemeleri gerekiyor? 

DA: Onlar sizi görünce çekinmezler gerçekten çok samimi ve çok saf duygularla sizlere yaklaşacaktır. Onlar nasıl yaklaşım… Tabi ki hayat zor. Hepimizin hayatı zor. Hepimizi amaçları, işleri, ilkeleri var. Ama ayda bir kere bir zihinsel engelli okulunu veya özel bir okulu özel gereksinimi olan çocukların okulunu ziyaret etmek bence hiç kimsenin peşinden engel olacağını sanmıyorum. Bu şekilde onların neler yapabileceğini onlarla nasıl kaynaşma sağlayabileceğini toplumda görebileceğimizi düşünüyorum. 

‘’10 ARALIK’TA ÇOCUKLARIMIZIN KONSERİ VAR” 

ED: Anladım. Peki kurum olarak, dernek olarak sizin projeniz neler. Onları dinleyebilir miyiz? Şu an aklınızda neler var. Hem engelli arkadaşlarımız için bizi onlara yaklaştırmak için? 

DA: Şimdi şöyle Beykoz da 2 tane özel okulumuz var. Bunlar devlete bağlı okullar. Özel okul denince hep şey özel statüde giden bir okul diye düşünülüyor. Hayır devlete bağlı olan okullar. 1 tanesi hafif ve orta derecede Gümüşsuyu’nda, 1 tanesi de orta ve ağır derece de Anadolu Fenerinde. Anadolu Fenerinde ki okulumuz ikiye bölünmüştü orada. Birinci kademesi Poyraz köye taşındı. Biz bunlar için dernek kurduğumuzda sadece okul odaklı değildi. Beykoz geneli, İstanbul geneli, Türkiye geneli çok ufağız, çok yeniyiz. Çok güçlü değiliz evet ama sonuç olarak biz bunları yaşıyoruz, yaşayan anneleriz. Dediğim gibi içimizde de gerçekten bizlerle devamlı yaşayan arkadaşlarımızı da alarak ne yapabiliriz diye düşündüğümüz de ilk aşamada bir buçuk ay içerisinde çıkardığımız tiratta gerçekten son derece başarılıydı. Şimdi önümüz bir üç aralığımız var. 10 Aralık’ta Allah kısmet ederse çocuklarımızı bir konser. Onlar söyleyecekler. 2 perdeden oluşturarak 1. Perde bizim Anadolu Fenerinde ki özel çocuklarımız 2. Perde eş okulundaki özel çocuklarımız. Perde arasında da darbuka çalan çok güzel ritim tutan bir öğrencimiz var, otistik bir öğrencimiz. Aynı zamanda piyano çalan bir öğrencimiz var. Perde aralarında bu öğrencilerimiz çıkacak. 10 Aralık’ta Allah kısmet ederse bunu sergilemek. Mayıs ayında engelliler haftasında tiyatromuzu bir buçuk ayda çıkardık dedik. Şubatın 20’sinde kurulduk. Martın 20’sinde tiyatro oynatalım diye bir karar almıştık ve bir buçuk ayda çıkardığımız tiyatroyu fazla duyuramadık. Tekrar tiyatroyu mayıs ayında oynatmak istiyoruz. 

ED: Anladım. Peki Beykoz çevresinde olan bir durum bu. Peki Beykoz Belediyesi size yardımcı oluyor mu? Yani herhangi bir yardım, destek gördünüz mü? 

DA: Tiyatro dönemimizde sahnede provalarımızı yapabilmemiz için Belediyeden destek aldık. Sunumda da yine aynı şekilde pankartlarımızı bastılar. Ama dediğim gibi hem bizim acemiliğimiz belki belediyenin de acemiliğinden denk gelerek fazla duyuramadık. Destek oluyor mu, kapılarına gittiğimiz sürece içerisinde zorda olsa alıyoruz. 

ED: Peki şu an derneğin gelir kaynağı veya ekipman durumu, öğretmen durumu yani sonuçta siz profesyonel sayılmazsınız yani bu işleri nasıl idare ettiriyorsunuz. Herhangi bir bağış herhangi bir destek görüyor musunuz başka birilerinden? 

DA: Şöyle bir şey söyleyeceğim. Anadolu Fenerinde hem muhasebemizi hem idari işlerimizi yapan bir Arzu Ablamız var. Oda bize oldukça destek oluyor. Ablamız bir sözü vardı “Bizim çocuklarımız çok şanslı” diye. Gerçekten çocuklarımız şanslı galiba. Hani sabit gelen bir sponsorumuz yok. Sabit bir paramız gelmiyor. Dediğim gibi çok yeniyiz. Ama ufak ufak damlaya damlaya göl olur misali ufak ufak paralarımızla tiyatromuzu hiç paramız yokken kendi cebimizden harcayarak tiyatromuzu, kostümlerimizi kendimiz yaparak, dekorunu kendimiz yaparak evlerimizde çalışarak bunu ortaya çıkardık. Gerçekten biz bu işe gönül verdik. Bu gönülle devam ettiğimiz süre içerisinde gerçekten güzel destekçiler, sponsorlar bulabileceğimize inanıyoruz. Öğretmenlerimize gelince de çocuklarımız hala okullarda eğitim gördüğü için sağ olsun öğretmen arkadaşlarımız da bize bu konuda kılavuz oluyorlar destek oluyorlar. 

“ABD Türkiye’den 14 kişiyi daha istiyor”

İYİ Parti, siyasal hayatımızın çiçeği burnunda olan, yeni partisi. Ancak, yeni olduğu kadar, kuruluşundan bugüne birçok badireler de atlatan partinin Genel Başkan Yardımcısı Sayın Aytun Çıray, konuğumuz oldu. İYİ Parti’nin sakin gücü Çıray, sizler için Rahip Brunson olayından, ekonomik krize kadar gündemdeki olayları değerlendirdi. Çıray, Röportajlık’a Brunson ve ABD-Türkiye ilişkileri hakkında çok önemli açıklamalarda da bulundu.

Röportaj: Uğur TEMEL- Enis DERDİMENTOĞLU 

UĞUR TEMEL (UT): Rahip Brunson olayı çok sıcak. Sizce yargımız bu olayda baskı altında kaldı mı? Otuz beş yıl ceza istemi ile yargılanan rahibin, özellikle tutuklu kaldığı süre ile eşitlenecek oranda ceza alması zevahiri kurtarmak mıdır? 

AYTUN ÇIRAY (AÇ): Her şey Dünya’nın ve Türk milletinin gözü önünde oldu. Brunson; yirmi beş yıldır Türkiye’de bulunan ancak bu yirmi beş yıl içerisinde casus olduğu anlaşılamamış, fakat son dönemde casus olduğu iddiası ortaya atılmış ve hakkında otuz beş yıl hapis istenmiş bir rahip. Sayın Erdoğan, Brunson için; “Bu fakir burada olduğu müddetçe, bu rahibi kimse alamaz” dedi. Bana sorarsanız, iç siyasete yönelik bu söz yargı bağımsızlığı adına söylenmemesi gereken bir sözdü. Sonuçta; bu sözlerden cesaret alan Trump’ın ağır itham ve tehditleri sonrası rahip serbest bırakıldı. Tahliyesine karar verilen celsede yaşananlarda çok ilginç. Daha önce gizli tanıklık yapan iki şahıs bütün ifadelerini değiştirdiler. Düşünebiliyor musunuz, Brunson iki gizli tanık ifadesiyle yargılanmış! Casuslukla suçlanan birine dair başka delil yok muydu? Bu durum, sizce yargı bağımsızlığı olan bir ülkede olabilir mi? Bundan sonra yapılanlar, ne yazık ki Türkiye’yi küçük düşürecek işlerdi. Brunson’ın uçağı, yargılamadan bir gün önce hazırmış yani yargı sonucu önceden biliniyormuş. Brunson popüler oldu ama daha başka hukuka müdahaleler var; Sayın Merkel konuştu başka tutuklu serbest kaldı. Fransa Cumhurbaşkanı konuştu, başka bir tutuklu serbest bırakıldı. Vatikan’da Papa konuştu, bir başka tutuklu serbest bırakıldı. Yani mesele sadece Brunson değil ki… Üstelik iş bitmiş de değil. Amerika bastırmaya devam ediyor; diyor ki “On dört kişi daha var, onları da istiyorum.” Bakın bu, Türkiye’nin egemenlik haklarına müdahaledir. Türkiye’nin bütün bunları kabullenmesi ise, egemenlik haklarının devridir. 

UT: Amerika istediği on dört isim karşısında bize bir şey verecek mi ? 

AÇ: Devletler her şeyi pazarlık edemez. Devletler egemenliklerini ve bağımsızlıklarını pazarlık edemezler. Amerika’nın bir şey verip vermeyeceği umurumuzda değil. Çünkü, bağımsızlığın maliyeti yok, karşılığı yok. Üstelik Trump, “Türkiye’ye bir şey vermeyi taahhüt etmediğini” açıkça söyledi. 

UT: Yani; “ Rahip gitti, kriz bitti” diyebilir miyiz? 

AÇ: Hükümetin iddiası; Brunson sebebiyle Türk ekonomisinin sabote edildiği yönündeydi. Bütün bu iddialar boş ve anlamsızdır. Doğru değil. Bakınız S-400 füzeleri krizi devam ediyor. Halk Bankası krizi devam ediyor. Brunson meselesi; eski Cumhurbaşkanı Sezer’in (Ahmet Necdet Sezer) Anayasa kitapçığını masanın üzerine atması gibi, ekonomik krizin ortaya çıkmasında hiçbir önemi olmayan bir olaydır. 2001 senesinde kriz, Anayasa kitapçığı atıldığı için çıkmadı. Kriz zaten çıkacaktı o olay vesile oldu. 2001’de ekonomi çökmüştü. Yapısal reformlar yapılmamıştı… Kitapçık atıldı diye kriz çıkmadı yani! Bugün de Brunson yüzünden kriz çıkmadı. Bu kriz, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kötü yönetiminden doğan bir krizdir. 

TÜRKİYE, 16 NİSAN ANAYASASI İLE SABOTE EDİLMİŞTİR. 

UT: Bu krizin önüne geçilebilinir mi? 

AÇ: Yapısal reformlarla bu krizin önüne geçilir. Öncelikle borçlarınızı ödeyebilir hale geleceksiniz. Ama en önemli yapısal reform; Türkiye’nin yeniden çok partili, parlâmenter sisteme geçmesidir. İkinci olarak, hukukun üstünlüğü sağlanmalıdır. Bu ikisi sağlanmadıkça Türkiye’de hangi ekonomik tedbiri alırsanız alın, güven ortamı sağlanmadığı için bu ekonomi düzelmeyecektir. Şimdi siz, dövizi tutabilmek için faizleri yüzde 6,25 arttırıyorsunuz. Bunu yaparak, dövizin yükselmesini engellemek, güven vermek istiyoruz. Ama ertesi gün kalkıp, Cumhuriyet Halk Partisi’nin(CHP), İş Bankası hisselerine el koyacağınızı söylüyorsunuz. Yani; “miras hukukunu, tapuyu tanımam.” diyorsunuz. Bu durumda sorun Cumhuriyet Halk Partisi’nin sorunu olmaktan çıkıyor, tüm Türkiye’nin sorunu oluyor. Neden biliyor musunuz? Yarın sabah, cebinizdeki paraya kim gelip el koyacağını bilemezsiniz. Miras, özel hukuktur. Medeni hukuktur. “Hisselere el koyacağım” derseniz, sizin aldığınız tüm tedbirler boşa gitmiş demektir. Çünkü güven veremezsiniz. Bu şekilde davrandıkça, Türkiye’den sermaye ve beyin göçünü engelleyemezsiniz. Hangi tedbir? Ekonomik tedbirler işin detay kısmıdır. Önce siz; rejimle ilgili, demokrasiyle ilgili, hukukun üstünlüğü ile ilgili, yargı bağımsızlığı ile ilgili kesin bir duruş sergileyeceksiniz. Güven mi istiyorsunuz? O halde tekrar bağımsız Cumhurbaşkanı’nın, güçlendirilmiş bir parlâmentonun olduğu ve çağdaş normlarda bir anayasa ile buna ulaşabilirsiniz. Türkiye, 16 Nisan Anayasası ile sabote edilmiştir. 16 Nisan Anayasa’sına “evet” oyu verenler, bu pişmanlığı yaşayacaklardır. 

ZAVALLI MEDYA DÜZENİ 

UT: Söylediklerinizden, ekonomik krizin, siyasi kriz yüzünden olduğu anlamını çıkarabilir miyiz? 

AÇ: Bakınız, siyaset ile ekonomi ayrılmaz iki parçadır. İşin siyasi boyutunu halletmeden alacağınız her ekonomik tedbir, kör kuyuya atılmış bir taş gibi olacaktır. Kaybolup gider, buharlaşır. Ne oldu faizler? Döviz yüzde kaç? Hala 5.85- 6 civarında dolaşıyor. Bu hedef, 2020’li yıllara koydukları hedef biliyor musunuz? Bu hedefe, ne yazık ki şimdiden ulaştılar. Böyle bir Türkiye olabilir mi? Ondan sonra yeni medya düzeni kuruldu. Ben bu medya düzenine; “zavallı medya düzeni” diyorum. Yandaş falan değil, onun ötesinde zavallı bir medya oluşturuldu. Bir sabah; “Eyyy Brunson”, ertesi sabah; “Trump’ı nasıl kazıkladık, Brunson’ı onlara verdik” yazan bir anlayış. Bu anlayış, aklın iflas ettiği yerdir. Böyle bir ortamda siz, yabancı sermayenin gelebileceğini, Türkiye’de konkordato ( alacaklıların, alacaklarını belli plana göre almaları konusunda yapılan anlaşma, iflas anlaşması) ve iflas etmiş iş adamlarının yeniden yatırım yapabileceğine inanır mısınız? Yarın sabah, çoluğunuzun çocuğunuzun garantisi olan mirasınıza başkaları tarafından el konulmayacağını nereden bilebilirsiniz? Sonuç itibariyle; bir insan öldükten sonra, değiştirilemeyecek bir şekilde, mirasını kime bırakacağına karar veremiyorsa, bu ülkeye kim yatırım yapar? Mesele budur, yapısal reformlar. Nedir bunlar: Birincisi; güçlendirilmiş, çağın gereklerine uygun bir parlâmenter sistem ve bağımsız Cumhurbaşkanı sistemine geri dönmek. İkincisi; hukukun üstünlüğünü ve tartışmasız yargı bağımsızlığını sağlamak. Benim hükümete içten ve samimiyetle tavsiyem; derhal bu tedbirleri almalarıdır. 

İYİ PARTİ, MERKEZ PARTİDİR 

UT: İYİ Parti kurulduğundan beri özellikle kurucular arasında gelen istifa haberlerini gördük. Birçok kez ülkücü- ülkücü olmayan tartışmalarına bağlandı bu istifalar. Ülkücü kökenliler; partideki kurucu irade, “ülkücüler” derken, Ruhat Mengi gibi isimler; İYİ Partinin, “merkez parti” olmak üzere kurulduğunu ama ülkücü jargona kaydığını belirterek istifa ettiler. Bu tartışmaları siz nasıl değerlendiriyorsunuz? İYİ Parti, Milliyetçi Hareket Partisi’ne (MHP) alternatif olmak için kurulan ülkücü bir parti mi yoksa merkez parti mi? 

AÇ: İYİ Parti, bütün Türkiye seçmenine seslenen bir demokratik merkez partidir. İYİ Parti’nin temel ideali Türkiye’de herkes için demokrasiyi yeniden inşa etmektir. Yurttaşlarının; “ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım” dediği zaman, gururlanacağı Türkiye’yi inşa etmektir. Bu kolay bir iş değil. Herkesin kendi sebepleri olabilir, prensipleri konuşalım ancak ben bireysel sebepleri tartışmaya değer bulmuyorum. 

UT: Peki, partide bir denge problemi var mı? Yani; partiyi “ülkücü” olarak görenlerle, “merkez” olarak görenler arasında bir denge problemi var mı? 

AÇ: Bu sorunun cevabı kişinin bakış açısına göre değişir. Ben, “İYİ Parti’lilik” var diye düşünüyorum. Geçmişte çalıştığınız, gönül bağladığınız yerler olabilir ama şimdi İYİ Partilisiniz, geri kalan tartışmalar zaman kaybıdır. Ancak biz yönetim olarak her itirazı dikkate alıp değerlendirmeliyiz. 

MHP İLE AYNI JARGONU MU KULLANIYORUZ? 

UT: Milliyetçi Hareket Partisi’nde (MHP) Bahçeli’ye muhalif olanlar istifa etti, ihraç edildi ve bu isimler İYİ Partiyi kurdular. Son Genel Seçimler öncesi MHP’nin oy oranın düşeceği ve hatta baraj altında kalacağı iddia edildi. Bölünmesine rağmen MHP özellikle daha önce çok az oy aldığı yerlerde, Van, Muş, Diyarbakır, Mardin, Şırnak, Hakkâri, Siirt gibi doğu ve güneydoğuda tarihinin en yüksek oyuna ulaştı. Bunu sadece Cumhur ittifakına bağlamak doğru mudur? 

AÇ: Bu, bilim insanlarının ve anketçilerin incelemesi gereken bir konu. Bu kadar söylemek istiyorum. 

UT: Ama az önce saydığım illerde aynı başarıyı, Milliyetçi Hareket Partisi ile aynı kanattan gelen ve aynı jargonu kullanan İYİ Parti yakalayamadı. 

AÇ: Herkes kendi işini yapsın. Bunu da biz araştıralım. Kaldı ki biz; Milliyetçi Hareket Partisi ile aynı jargonu mu kullanıyoruz? 

SON SEÇİM; KANUNEN MEŞRU, SİYASETEN GAYRİ MEŞRUDUR 

ENİS DERDİMENTOĞLU (ED): İYİ Parti son seçimlerde yüzde 10 gibi bir oy oranı yakalayarak barajı sınırda geçti. Seçmen neden İYİ Parti’yi tercih etmedi? Yeni kurulduğu için mi? Yoksa tam olarak anlayamadığı için mi? 

AÇ: Türkiye’de kanunen meşru, siyaseten gayri meşru bir seçim yapıldı. Milletin haber alma özgürlüğü yok, bizim fikirlerimizi duyurma imkânımız yok. İYİ Parti’nin seçime girmemesi için her türlü çaba gösterildi, her türlü engel önüne konuldu. İYİ Parti’nin yükselişini engellemek için, ortaya çıkacak ekonomik krizin acılarını seçim sonrasına bırakmak için süper baskın seçim yapıldı. Parasız pulsuz, imkânsız, medyasız, medyanın üstünde oto-sansür olan bir ülkede biz seçime girdik. Yedi aylık bir partinin bu şartlarda seçime girip yüzde 10 seçim barajını aşmış olması büyük başarıdır. Bu anlamda ben; Türk milletine teşekkür ediyorum. Helal olsun. Bütün olan bitene, atılan iftiralara, bunlara cevap verme hakkı verilmeyen bir ortamımızın olmasına rağmen bize Beş milyon oy verildi. Bu bir başlangıçtır. Bu köprünün bir ucunu tutmaktır. Bunda sonra başarı olmak ya da olmamak görevi bize aittir. Millet gereğini yaptı kardeşim. 

SİYASETTE HEDEFİNİ YÜKSEK TUTACAKSIN 

ED: İYİ Parti’nin önümüzdeki seçimlerde nasıl bir performans sergileyeceğini düşünüyorsunuz? Oylar yükselir, halk size biraz daha alışmış, ısınmış olur mu? Yoksa yüzde on- on iki bandında mı kalırsınız? 

AÇ: Siyasette hedefinizi yüksek tutacaksınız. Bizde siyasette hedefimizi iktidar olmak üzerine kurduk. Bu kolay bir iş değildir. Ben gençlik yıllarımda Doğru Yol Partisi’nin (DYP) kuruluşunu da hatırlarım. İYİ Parti, DYP’nin ya da Demokrat Parti’nin (DP) kurulduğu şartlardan daha ağır şartlarda kurulan bir parti. Çünkü DP ve DYP’nin kurulduğu dönemdeki yöneticilerinin siyasi iradesi, çok partili siyasi hayata geçme yönündeydi. Bu dönemdeki irade bir tek adam siyasetine geçme yönünde. Bu kolay bir iş değil, onun için engellerimiz çok. Birçok önemli beyanlarda bulunuyoruz, çözümler arıyoruz. Sizin gibi internet medyası ve yerel medya olmasa kimsenin haberi olmayacak. Bugün saysanız bir elin parmaklarını geçmiyor, konvansiyonel medyada iyi kötü her şeyi yazabilecek. Son olarak Doğan Medyası ki, o da son dönemlerde beklendiği gibi özgürce yazamıyordu, oto-sansür uyguluyordu ama el değiştirmesi ile birkaç nokta kaldı nefes alacak. ‘’Efendim muhalefet şunu yapmıyor, bunu yapmıyor’’ algısı yaptıklarımızın yazılmamasından, gösterilmemesindendir. Siyasetçiyiz biz aktivist değiliz ki! Birbirimizi sekizinci kattan aşağı atacak halimiz yok ya. Siyasetçi konuşur, fikirlerini söyler, medya yazar, sistem işler. Bu yok. Zaman zaman bana Twitter’dan yazıyorlar, ‘’Aytun Bey sadece Twitter siyaseti yapıyorsunuz.’’. Hayır efendim, her yerde siyaset yapıyoruz. Mesela seçimden sonra elli beş vilayete gittiğimizi kim biliyor? Kimse bilmiyor. Neden? Çünkü gösterilmiyor yazılmıyor, ambargo uygulanıyor. Böyle bir ülkede yapılacak seçimlerin siyasi meşrutiyetinden söz edilebilir mi? Edilemez. 

GENEL SEÇİMİN İKİ SEBEBİ VARDI 

UT: Aytun Bey, genel seçimler için az önce ‘süper baskın’ seçim ifadesini kullandınız. Bu İYİ Parti’yi saf dışı etmek için miydi? 

: Evet 

UT: Tek sebebi bu muydu? 

AÇ: Hayır iki sebebi vardı. Birincisi İYİ Parti yükselmeden önünü kesmek ve İYİ Parti’nin yükselişini engellemek. Çünkü zaman İYİ Parti’nin lehine çalışmaya başlamıştı. İkincisi ise ekonomik krizin çıkacağını biliyorlardı. Ekonomik krizin çıkışını seçim sonrasına bırakabilmek için bir an önce seçim yapmaları gerekiyordu. Şimdi bakınız milletimiz ekonomik krizin etkilerini yeni yeni hissetmeye başladı. Bu haliyle seçime gitselerdi kazanmaları imkânsızdı. Bu iki nedenle erken seçime gittiler. 

“CHP HİÇ BİR GÖRÜŞMEMİZ OLMADI” 

UT: Millet İttifakı kurdunuz genel seçimde. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile aynı blokta yer aldınız. Önümüzde yerel seçimler var, CHP ile yine bir ittifak olabilir mi? Görüşmeleriniz oldu mu? 

AÇ: Hiçbir görüşmemiz olmadı. 

UT: Rahmetli Süleyman Demirel’in meşhur bir sözü vardı, ‘’Siyasette 24 saat çok uzun süre’’ diye. Mart ayına kadar önümüzde çok uzun zaman var. 

AÇ: Evet önümüzde çok uzun bir zaman var bu birincisi. İkincisi ittifak geçen defa kanunla düzenlenmiş bir işti. Bu defa kanunla düzenlenmiş bir ittifak yazısı falan yok. İsteseniz de ittifak kuramazsınız. Bu tabanın kendiliğinden yapacağı birtakım anlaşmalar ile olur. Bunun dışında da belli başlı büyük merkezlerde de konuşulabilir ama şu ana kadar en ufak bir şey konuşulmadı. 

UT: Sayın Devlet Bahçeli, 23 Ekim tarihli grup toplantısında, Milliyetçi Hareket Partisi’nin, Adalet ve Kalkınma Partisi ile yerel seçimlerde ittifak içinde olmayacağını açıkladı. Bu çıkışı nasıl okumak lazım? 

AÇ: Henüz samimiyeti konusunda emin değilim. İzlemeliyiz. 

KORAY AYDIN, OBJEKTİF DAVRANIYOR 

ED: Seçim sonrası Meral Akşener istifa etti ve sonra ‘’Geri dönmeyeceğim’’ dediği halde ikna edildi ve geri döndü. Siyasete yeni bir soluk ve kalite getirme iddiası ile kurulan bir partide, Genel Başkanın ilk seçimde böyle bir davranışta bulunması parti içinde sıkıntı yaratmaz mı? Sizin ve partinin temel görüşleri ile çelişmez mi? 

AÇ: Geçmiş ile olayları gündeme getirmenin faydası olduğuna inanmıyorum. Onlar oldubitti artık. Önümüzde bir mahalli seçim var ve Türkiye’de her seçim siyasi iktidar seçmenin haricinde, bir rejim seçimi haline dönüştü. Dolayısı ile bütün enerjimi oraya yönlendirmemiz lazım. 

UT: Milletvekili Genel Seçimi’nin ardından Sayın Akşener’in bu açıklamalarından sonra teşkilatlarda görevden alınmalar ve yeniden yapılanmalar oldu. Siz teşkilatlardan sorumlu Genel Başkan Yardımcısı değilsiniz, ancak yine de sormak istiyorum. Bunu, partiyi tek elden, demir yumruk ile yönetmek diyebilir miyiz? 

AÇ: Hayır. Seçim esnasında çok fazla istifa oldu ve aday oldu bu arkadaşlar. Dolayısı ile burada yeniden yapılanma ihtiyacı doğdu ve bu arkadaşların tek tek istifasını istemek kamuoyunda onları küçük düşürebilir, yanlış anlaşılabilirdi. Toptan örgütün istifası istendi göreceksiniz ve görüyorsunuz, başarılı olan eski il başkanlarının çoğu geri atanıyor. Orada partiye hâkimiyet kurmak gibi bir niyet yok, bundan emin olabilirsiniz. Zaten genel başkanların böyle bir ihtiyacı olmaz. Bu konuda da Sayın Koray Aydın’ın gayet objektif davrandığını düşünüyorum. 

ŞEHİR HASTANELERİ MODELİNİ DÜNYA TERK ETTİ 

ED: Sağlık Bakanlığı Müsteşarlığı yaptınız ve tıp doktorusunuz. Ekonomik kriz gerekçe gösterilerek; Devlet, Üniversite ve hatta Özel Hastanelerin zorunlu ameliyatlar dışında ameliyat yapmamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? 

AÇ: Adalet ve Kalkınma Partisi’nin sağlıkta dönüşüm projesi iflas etti. İflas etmesi de kaçınılmazdı sistem itibarıyla. Şehir Hastaneleri Projesi sebebiyle bütün kaynaklar oraya iletildi ve genel ekonomi bozuldu. Şehir Hastaneleri modelleri o kadar yanlış bir model. Dünyanın terk ettiği bir model. Şehrin bir tarafına iki bin- üç bin yataklı hastaneler yapılıyor. Birincisi bu hastaneler ulaşılabilir değil. İnsanlar şehrin bir yerinden öteki yerine, ambulanslarla götürülürken yolda hayatlarını kaybedecekler zaman nedeniyle. İkincisi bu kadar büyük hastanelerde kaliteli hizmet verilemez, yönetilemez. Hastanın birisi için konsültasyon istense başka bir doktorun oraya gelebilmesi kaç gün sürer siz düşünün. O doktorun iş programını düşündüğünüzde. Üçüncüsü bu hastanelere inanılmaz biçimde hasta garantisi verilmiş. 

NE GÜZEL TİCARET BU! 

Yani yatsanız da para ödeyeceksiniz, yatmasanız da para ödeyeceksiniz. Bu senenin bütçesine bu işler için altı milyar lira para konmuş. Devletin cebinden, sizin, benim adıma yatmasak da bu hastanelere para ödeyecek. Ne güzel bir ticaret bu iflas etmesi imkânsız bir iş, otoyollarda olduğu gibi. Ödemeler, Dolardan Türk parasına çevirirken hastaneler ve otoyollara verilen garantiler halen dolar bazında. Şimdi biz bütün bunları, televizyonlarda daha geniş kitlelere anlatabilsek hatta Adalet ve Kalkınma Partisi’nden (AKP) milletvekilleri, yöneticiler karşımıza geçse, onlar savunsa biz eleştirsek, millet kararını objektif verse sizce bu iktidar ayakta kalabilir mi? Kalamaz. Her şey gelip milletin haber alma özgürlüğünün olmamasına dayanıyor. Ve tek taraflı beyin yıkamaya… Siz basın mensubusunuz aynı anda on gazetenin aynı başlığı atması için tek bir merkezden yazılması lazım. Bu aynı zamanda utanç verici, zavallı medya dediğim işte budur. 

SAĞLIKTA YENİ TEHLİKE 

Başka bir riskten söz etmek de istiyorum sağlık konusunu açmışken. Sağlık hizmetlerinde vatandaşın cebinden çıkan para yüzde yüz arttı, doksan dolar civarından yüz seksen dolar civarına yaklaştı. Bunun sebebi de çeşit çeşit katkı paylarının konulması. İkinci olarak sağlık hizmet sunumu kalitesi düştü. Çok para kazanabilmek için hastanelerde ameliyat sayısı patladı, sezaryen sayıları patladı. Kaliteli sağlık hizmeti, lüks odalarda yatmak değildir. Gerçekten ameliyat olmanız gerekiyor mu gerekmiyor mu, iyi ameliyat oluyor musunuz olmuyor musunuz, enfeksiyon kapıyor musunuz kapmıyor musunuz? Bunları tartışamıyoruz. Şimdi Türkiye’de yeni bir tehlike var. Sığınmacı sorunu nedeniyle bizim yok ettiğimiz suçiçeği, tüberküloz gibi hastalıklarda patlama olması bekleniyor. Türkiye, bir yolgeçen hanına döndü. İstanbul’a gidin, Orta Doğu şehri gibi. Bütün Arap Dünyası’ndan her çeşit insanın bulunduğu bir yer. Bir de o ülkelerden çeşitli nedenlerle kaçan, tercihleri yüzünden kaçan insanlar var ve bu insanlar oralarda sağlık hizmeti iyi olmadığı için Türkiye’ye AIDS tehlikesini getirmeye başladılar. Bunların sorunları karşılaştığımızda çok üzüleceğiz. Türkiye’nin üstünden çekirge sürüsü geçiyor, çekirge sürüsü! 

 

“Fotoğraf için akıl hastanesine yattım, ama Chaplin’i çekmedim”

İstanbul fotoğraflarıyla hafızalara kazınan, dünyaca ünlü birçok kişiyi fotoğraflayan efsanevi foto-muhabiri Ara Güler, 90 yaşında yaşama veda etti.

Dünyaca ünlü isimlerin fotoğraflarında imzası bulunan sanatçı, Charlie Chaplin’i felçli halde çekme fırsatı olduğu halde neden çekmedi? Fotoğrafını çektiği en güzel kadın kimdi? Sanatçının, 86 yaşındayken Hürriyet’ten İzzet Çapa’ya 2014 yılında anlattığı,Atatürk ile ‘tanışmasından’, 6-7 Eylül’e; Adnan Menderes’ten, PabloPicasso’nun evine kadar anılarını içeren röportajını sizlere sunuyoruz.
 

Ara Abi sen kim bilir şimdi neler anlatacaksın da, ben nereden başlayacağımı bilemiyorum…
– O zaman ne demeye gelip karşıma oturdun ulan!

Dakika 1 gol 1! Ne soracağımı da unuttum. Bari gazetecilik ezberinden gidelim; çocukluğunuzdan başlarsak efendim…
– Bir yaz günüymüş, 16 Ağustos Perşembe… Anamın sancıları tutmuş ve altıyı çeyrek geçe de ben doğmuşum. O günden bugüne kadar da yaşıyoruz işte.

Allah daha çok ömür versin. Anne babandan bahsedelim mi biraz?
– Babam aslen Şebinkarahisarlı, annemse İstanbullu. İkisi de Ermeni. Dedemin yalnız Kadıköy’de altı tane evi vardı, o yüzden annemlerin İstanbul’da tam nerede oturduğunu bilmiyorum.

Annen zengin bir ailenin kızı yani…
– Evet öyleydiler.

Peki ya baba tarafı?
– Baba tarafında kimse yoktu ki! 1915 Ermeni Tehciri sırasında sürüldükten sonra bir daha ailesinden haber alamamış. Kalmış mı adam yetim! Bizimkini yatılı Ermeni mektebine yollamışlar da o yüzden ölmemiş. O mektebe gitmese, bunu da öldüreceklerdi. Büyük facialar vardır bu memlekette! Allah’ın belası bir memleketti, ne zaman ne olacağı da belli değildi.

Neyse biz ülkeyi bırakıp babana geri dönelim…
– Eczane sahibi zengin bir herifti. Bakma o zamanlar zaten 4, bilemedin 5 eczane vardı İstanbul’da. Ayrıca öyle şimdiki gibi bakkaldan alışveriş eder misali, “Bana bilmem ne ilacını ver” falan yoktu. İlaçlar dükkanın arkasında yapılırdı. Büyük kimyacıydı benimki. Eczacıbaşı’nın kurucusu Süleyman Ferit Bey de sınıf arkadaşıydı.

Eczacıbaşı sonradan aldı yürüdü ama…
– Babamın yanında çoluk çocuk gibi kalıyordu aslında. Fakat 1956’da Adnan Menderes, kalkınma fonundan Türk sanayici ve eczacılarına büyük yardımlar etti. İşte ondan sonra Eczacıbaşı da Eczacıbaşı oldu.

Nasıl bir ortam vardı evde?
– O zamanlar buradaki Ermeniler, Fransız aileleri gibi yaşardı. Entelektüel bir yapımız vardı. Her birimiz en az 2-3 lisan konuşurduk. Beni de en iyi mekteplerde okuttular hep.

Sen kaç lisan biliyorsun peki?
– Türkçe, Fransızca, İngilizce, Ermenice biliyorum. Gerisini saymayayım, s*ktir et.

“Sınıfta kalmayan herif adam olmaz”

 

Seni sınıfta oturmuş öğretmeni dinleyen bir çocuk olarak hayal bile edemiyorum Ara Abi. Hakikaten nasıl bir öğrenciydin?
– Nasıl olacağım, haylazın tekiydim. 3 kere sınıfta kaldım. Zaten bana sorarsan, sınıfta kalmayan herif, adam olamaz. Hep bir korku vardır dersleri iyi olan öğrencilerde, o korkudan dolayı da sürekli çalışırlar.

Evdekiler ne diyordu senin bu adam olma “stratejine”?
– Sokaklarda serserilik yapmayayım diye babam ortaokulun sonunda İpek Film’de işe koydu. Sinema şirketlerinin patronu, İsmail Cem’in babası İhsan Bey eczaneden arkadaşıydı.

Ne iş yapıyordun film şirketinde?
– Ne yapacağım ulan? Verdikleri her işe koşuyordum.

Çekirdekten sinemacısın yani…
– Benden başka orada çalışan herkes sinemacı oldu, ama benim macera yarım kaldı.

O niye?
– Yeni bir filmin fragmanını göstermek için onlarca insanı şirkete davet etmişlerdi. Gösterim sırasında odanın kapısını bir açtım, baktım her taraf yanıyor. Ama öyle böyle değil, çok büyük bir yangın çıkmıştı binada. İtfaiyenin damdan en son kurtardığı adam bendim. Anam üzüntüden şeker hastası oldu o gün. Babam da bir daha izin vermedi sinema yapmama.

Sen de, “sinema olmazsa tiyatro yaparım” mı dedin?
– Muhsin Ertuğrul babamın arkadaşıydı zaten. Oyunlar için gerekli bütün makyaj malzemeleri bizim eczanede yapılırdı. Tiyatroyla hep ayrı bir bağım vardı. Her akşam piyesleri sahne arkasından izlerdim. Tahsilim de tiyatro üzerinedir zaten.

Oyun da yazmışsın duyduğum kadarıyla…
– Dokuz tane bir boka yaramaz piyes yazdım. Her şiir yazan kendini şair zanneder ya… Çocukça bir hevesti benimkisi, öyle çıkıp da oyun yazarıyım diyemem. Hikayeler falan da yazıyordum ayrıca. Hatta Ali İhsan Aygün takma adıyla, Yeni İstanbul gazetesinin öykü yarışmasına katılmışlığım bile var.

Neden takma isim kullandın Ara Abi?
– Ermeni olduğumdan işin içine kamış koymasınlar diye, neden olacak? Ama kazandıktan sonra gittim dedim ki benim adım Ara Güler’dir.

 

“Atatürk geldiğinde biz de bütün veletler toplanırdık”

 

Küçükken Atatürk’le tanıştığın doğru mu?
Florya Köşkü’nün yanındaki halk plajının üstünde evimiz vardı. Atatürk de zaman zaman oraya gelir denize girerdi. Atatürk’ü görmüşümdür. Çünkü hep orada otururdu, çizgili mayosuyla. Öyle barikat falan da yoktu. O geldiğinde biz de bütün veletler toplanırdık. Daha küçüğüz tabii, Atatürk’ün kim olduğunu bilmezdik bile.

Sonra tanıştın mı bari?
Ulan ne tanışması? Küçüğüz diyorum, kafan mı basmıyor? Arkası kesik bir sandalı vardı. İşte ben o sandalın arkasına takılıp yüzen veletlerden biriydim. Olay bundan ibaret.

Gelelim o zaman muhabirlik “virüsünü” kapmana!
Sinema şirketi yanınca, babam beni hikaye yazıyorum diye Yeni İstanbul Gazetesi’nde işe soktu. 1950’de muhabir oldum. Ondan sonra da b*ku yedim; işte bugüne kadar geldim.

6-7 Eylül olayları sırasında muhabirdin öyleyse?

Tabii, o günleri çok iyi hatırlıyorum. Yıl 1955. “Halk Oyunlarını Yayma ve Yaşatma Kurumu” vardı. Açıkhava Tiyatrosu’nda bir gösteri olacaktı. Benim vazifem de gidip fotoğraf çekmekti. Neyse ben çıktım yola, İstiklal Caddesi’nde yürüyorum. Bir de ne göreyim? Camı çerçeveyi indiriyorlar her yerde.

Ne yaptın peki?

Taksim Sineması’nın karşısında balkonu olan bir kahvehane vardı. Hemen oraya sığındım. Dışarıda o ona bağırıyor, camlar kırılıyor, tüm dükkanlar yağmalanıyor; anlayacağın tam bir kaos. Millet dükkanların vitrinlerinden içeri dalıp yeni elbiselerle çıkıyordu. Kocaman herifler 3 paltoyu birden üstlerine giyiyorlardı. Soygun oldu, resmen soygun!

Tam bir rezillik…

– Mehmet Cemal’in anasının Gilda diye bir dükkanı var, süs eşyaları satılıyordu. Gittiğimizde, “Cemal Paşa’nın dükkanıdır burası” diye engel olmaya çalışıyorlardı. “Gilda Türk değildir. Gilda ne demek?” diye başladılar yıkmaya. O zihniyet bugün olsa bütün Türkiye yıkılır, bir tane dükkan kalmaz çünkü gavur isminden geçilmiyor.

Aklın sizin eczanede kalmıştır…

– 6 Eylül öğleden sonra başlayıp 7 Eylül sabahına kadar süren olaylarda 73 kilise, 7 ayazma, 2 manastır, bir fabrika ile 5538 gayrimenkul tahrip edildi, ama bu olayda Beyoğlu’nda tek dokunulmayan dükkan babamın dükkanıdır.

Şanslı adammış baban…
– Ne şanslısı ulan? Bizim eczaneyi ilk yardım kliniğine çevirmişlerdi de ondan yıkmamışlar. Yaralananların hepsi oradaymış. Bu da işlerine geldiği için dokunmamışlar. Yoksa etraftaki tüm dükkanları talan etmişler. İptidai bir memleketti burası, iptidai!

Dönemin başbakanı Adnan Menderes’le çok vakit geçirmişsin…

– Sorma, Adnan Menderes benim canıma okumuştur o dönem.

Hayrola niye?

– İstimlaklar yapılırken devamlı yanında olmamı isterdi de ondan.

Sen pek istemediğin yerde duracak bir adama benzemiyorsun halbuki…

– O zamanlar Hayat Dergisi’nde çalışıyordum. Mecmua ilk çıkacağı zaman, 100 bin satar diye hesap etmiştik. Ona göre kağıt stoğu yaptık, fakat 400 bin satınca boku yedik. Düşün bir, kağıt da Macaristan’dan geliyor.

Yeni kağıt siparişi verseydiniz siz de…

– Ulan sen hangi dönemden bahsettiğimin farkında mısın? Matbaada baskı yapılacak kağıdın dağıtımı hükümete bağlıydı. İstedikleri haberleri basmayanlara kağıt mağıt vermiyorlardı. Biz de mecbur kalıyorduk bu p*zevenkin suyuna gitmeye. Beni sevdiği için Adnan Menderes’e yağ çekme görevi de bana verilmişti. O yüzden her gittiği yerde peşindeydim.

 

“Sen istediğin kadar ihtilal yap, ben o resimleri göndermezsem dünyanın hiç bir şeyden haberi olmaz”

 

O çalkantılı dönemde meslektaşların çoğu ya gözaltına alındı ya da hapse girdi. Senin var mı böyle bir tecrüben?

– Bu memleketin çalkantısız dönemi mi var? 27 Mayıs İhtilali olduğunda gittim çektim, tankları falan… O sırada Time Life, Stem ve Paris Match’ın buradaki temsilcisiydim.

Hemen içeri aldılar tabii..
– Sorduğun suale cevap mı vereyim, yoksa sen mi anlatırsın?

Tamam sustum dinliyorum?
– Neyse ihtilal oldu, fotoğrafları çektim, filmleri yıkamadan beş rulo hazırladım; yurt dışına göndermek için üzerine etiketlerini yapıştırmıştım. Filmleri gören gümrükçü, “Abi her gün buradasın. Seni tanıyoruz. Ama bu tank resimlerini nasıl göndeririz? Bizim ağzımıza s*çarlar” dedi.

Sen ne yaptın peki?
– Ne yapacağım? Resimleri tasdik ettirmek için Radyoevi’ne gittim. Sonuçta her şey orada bitiyor. Kenan diye bir albay resimlere bakıp, “Bunlar ne?” diye sordu. UIan sanki p*ezevenk bu memlekette yaşamıyor. Başladı beğenmediklerini atmaya. Aklı sıra bana sansür uyguluyor. “Hepsini atıyorsun, ben Time muhabiriyim. Adamlara kartpostal mı göndereyim? Sen istediğin kadar ihtilal yap, ben o resimleri göndermezsem dünyanın hiç bir şeyden haberi olmaz” dedim. O da yanındakilere “Çok konuşuyor, alın şu i*bneyi” diye bağırdı.

Nereye götürdüler seni?
– Daha bir gün önce makineli tüfekle o radyoevini basan herifler, tutup kolumdan beni genel müdürün boş odasına götürdü. Kapının önüne de kaçmayayım diye bir er koydular. Arada gidip çocuğa, “Bana sigara ver ulan!” falan diyordum. Sabaha karşı aşağıdaki beni çağırdı, resimleri verdi, “S*ktir git” dedi.

Sonuçta yurtdışına yollayabildin fotoğrafları..
– Yolladım yollamasına da, bu olay yüzünden Türkiye’deki ihtilal dünyada 24 saat “rötarlı” çıktı.

“Sophia Loren beni arkadaşı sanıp poz verdi”

Biraz havayı yumuşatalım… Fotoğrafını çektiğin en güzel kadın kimdi?

– Kesinlikle Antonella Rinaldi! Müthiş bir İtalyan hatundu.

Sophia Loren’den de mi güzeldi?
– Yahu bırak onu bunu, Antonella muazzamdı.

Sophia’yı da çektin ama değil mi?
– Hem de ne çekmek! 11 kere gittim Cannes Film Festivali’ne. Bir keresinde Sophia, kocası Carlo Ponti’yle gelecekmiş. Otelin önünde müthiş bir kalabalık, her taraf fotoğrafçı kaynıyor. Hiç ipimde değil, ben milyon kere çekmişim Sophia Loren’i… Ben o fotoğrafçıların arasına girmiyorum, lüks muhabirim randevuyla çalışıyorum anladın mı? Neyse “Kim bekler bunları?” deyip asansöre doğru yürüdüm. Arkamdan kim geldi dersin?

Albay Kenan mı?
– Zevzeklik etme. Bir baktım Sophia ve Carlo da asansöre doğru yürüyor. Hop, ben de otel müşterisi gibi bindim arkalarından. Suratımı tanıyorlar, ama kim olduğumu bilmiyorlar. Gazeteci olduğumu bilseler anında atarlar. Dokuzuncu katta indiler. Takibe devam ettim. Hep birlikte yürüyoruz, zannedersin aynı ailedeniz. Neyse süitlerine geldik, “Oh be patırtıdan kurtulduk” dediler. Makinemi bir kenara bıraktım, bunlarla sohbet etmeye başladım.

Sen, Carlo ve Sophia mı var sadece odada?
– Birkaç kişi daha vardı canım. Ben de aralarında kaynayıverdim işte. Baktım Sophia yatak odasına geçti. Ayakkabılarını çıkarttı rahat etmek için, yatağın üzerine oturdu. Hemen, “Böyle birkaç kare resmini çekeyim mi senin?” dedim; o da, “Çeeek” dedi. Beni hâlâ arkadaşlarından biri zannediyor (gülüyor).

Ara istedi bir göz, Sophia verdi badem göz…
– Fotoğrafları çektim, İstanbul’a yolladım. Rezalete bakar mısın, gazete, “Muhabirimiz Sophia Loren’in yatak odasında” diye manşet yapmış. Karıyı düzmüş gibi olduk iyi mi?

 

“Resim çekmek uğruna akıl hastanesine yattım”

 

Her ünlü kolay kolay ‘çeek’ dememiştir herhalde?

– Ne kolayı, resim çekmek uğruna akıl hastanesine yattım

Neden yaşadıkların yüzünden sinirin mi bozuldu?

– Yok ulan o kadar da değil Ürdün Kralı Talal akıl hastanesinde yatıyordu. Adamın öyle bir karısı vardi ki, kafayı üşütmemesi işten bile değildi. Tüm dünya basını devrik kralın bir kare fotoğrafını çekmek için yarış halindeydi, ama başaran yoktu. Neyse ben bunun resmini çekmek için hastaneye gittim. Tabii, almıyorlar içeri. Başladım garip garip hareketler yapmaya, ‘hastayım’ falan demeye. Maksat hastaneye deli olarak girip fotoğraf çekebilmek!

Çekebilsin mi bari?
– Gittiğimin ilk günü bana bir iğne yapmazlar mı feleğim şaştı. Fotoğraf çekmeye teşebbüs edince Talal’ın korumaları, “Bir daha seni görürsek vururuz” dediler. O gece hastaneden kaçtım.

İçende ukte kalmış fotoğrafını çekemediğin başka kimler var?

– Bir tane çok zorlamama rağmen çekemediğim, bir de fırsat olmasına rağmen bile bile çekmediğim var.

 

“Charlie Chaplin’i felçli halde çekmek bana yakışmazdı”

 

Senin gibi adam fırsatını bulup deklanşöre basmaz mı?

– Pire gibi dolanarak dünyanın en cevval tipini yaratmış Charlie Chaplin’i felçli halde çekmek bana yakışmazdı da ondan. Chaplin benim dünyamı kuran, bana vizyonu veren, hayata bakmayı öğreten adam… O zamanlar İsviçre’de bir satoda yaşıyordu.. Karısı da Amerikalı ünlü yazar Eugene O’Neill’in kızı Oona’ydı. Bunların şatosunun önünde 3 gün kar kıyamet demedim bekledim. Sonunda Oona donmamdan korkup, “Konuşursan konuş, ama resim çekme” dedi.

E yine çaktırmadan çekseydin, son fotoğrafı olurdu…
– Adam yürüyen iskemlede, felçli resimlerini çektirip akıllarda böyle bir imaj bırakmak istemiyordu. Çünkü o da benim gibi elimdeki fotoğraf makinesinin acımasız olduğunu biliyordu.

Objektifinden kaçan isim kimdi?

– Jean Paul Sartre! Tam ayağının altına alıp dövmelik, şımarık, Fransız Rosif diye bir sekreteri vardı herifin. Gece sokakta görsem de karanlıktra benzetsem şu p*zevengi diye içimden çok geçirdim, ama yapamadım. Aslında kazığı şuradan yiyorsun; Türk olduğun için… Türk gazeteci olduğunu duyduklarında yarı yarıya kaybediyorsun. Bir de o it araya kamış koydu. Sonunda birkaç resmini çektim Sartre’nin, ama kendisiyle konuşma fırsatım olmadı.

Sağlık olsun sen de gidip koskoca Picasso çektin!

– Ulan çektim, ama çekene kadar neler çektim, sen gel onu bana sor. Herkes adamı tanımak istiyor, fakat bir o kadar da çekiniyor. Oğlu benim arkadaşımdı. Bir gün yemeğe davet etti, gittim. Masada muhabbet ederken, “Babamla seni bir araya getirmemi istiyorsun, ama o beni hiç sevmez” dedi.

Neden sevmezmiş?

– Yahu Picasso kaç çocuğu olduğunu bile bilmezdi. Mahallede atlamış durmuş işte. Antika bir herif…

 

“Çağın en büyük ressamı Picasso beni çizecekti”

 

Sonunda nasıl kesişti peki yollarınız?

– Fotoğrafçılığını yaptığım Skira Yayınevi, Picasso’nun kitabını basacaktı. Patron da arkadaşım. “Beni yanında götürmezsen senin için ne bir fotoğraf çekerim ne de bir daha seninle konuşurum” dedim. Ev atmosferindeki fotoğrafları çekme görevini yaptım.

Tehditle ulaştın Picasso’ya yani…

– Gittim, üç gün evinde kaldım. Bir ara bana dönüp, “Sen benim bu kadar fotoğrafımı çekiyorsun, ben de senin remini çizeyim” demez mi! Düşünsene çağın en büyük ressamı Picasso beni çizecekti, ama herif 90 küsur yaşında ulan. Verdiği sözü beş dakika sonra unutur diye, başladım etrafında boş kağıt aramaya. Her yere baktım, bir temiz sayfa bulamadım. En sonunda çektim kütüphanesinden bir kitap, açtım kapağını, uzattım Picasso’ya. İçimden de, “Nasıl olsa sayfayı yırtıp alırım” diye geçiriyorum.

Sözünü unutmadan çizdi mi resmini?
– Çizdi tabii. İmzasını da attı. Türkiye’de bir tane orjinal Picasso vardır, o da benim evimde.

Kitabını geri verseydin adamın?

– Ulan sonra baktım, kitap da antika. Sayfasını yırtmam imkansız. Onu da öylece alıp, yanımda getirdim.

“Dali 10 dakikalık poz için 25 bin dolar istedi”

Ressamlarla devam edelim… Salvador Dali desem…
– Herif Dali değil, bildiğin deli. O da az uğraştırmadı beni. İlk tanışmamız Paris Meurice Otel’de kaldığı süitte oldu. Kapısını çaldım, içeri girdim. Burun burunayız herifle. Öfkeli gözlerle bana baktı, “Niye fotoğrafımı çekmek istiyorsun?” diye sordu. Benden “Ünlü bir kişisiniz de ondan” cevabını aldıktan sonra şöyle bir baktı, “Peki. 10 dakika poz veririm ve 25 bin dolar isterim” dedi.

Pamuk eller cebe…
– “Yanımda nakit yok gidip alayım” diye ayrıldım otelden. Parayı bırak, istediğim gibi çekim yapmam için en az bir saat lazım. Neyse biz hem vakit hem de nakit konusunda pazarlığımızı yaptık. Tekrar gittim bunun yanına. Fakat herif yerinde durmuyor, zannedersin makineyle eskrim yapıyor.

Neymiş derdi?
– Dali günlük yaşamında da gerçeküstü öğelerin peşinde bir adamdı. Öyle bir hava yaratıyordu işte. Bir ay boyunca böyle uğraştırdı beni, sonunda, “Ya dosdoğru çekeriz fotoğrafları ya da çeker giderim” dedim.

Dali’ye resti çektikten sonra ne oldu?
– Ertesi gün için söz verdi. Bir gittim, bu sefer odada üç Fransız gazeteci var. “Bunların gözü önünde çalışamam” dedim. Onları göndereceğine söz verdi.

Fotoğraf değil rest çekiyorsun adama…
– Bu aldı gazetecileri karşısına, “Katranın kimyasal formülünü bilir misiniz?” diye sordu. Ulan nereden bilsin adamlar? Neyse baktı hiçbirinden ses yok, Dali kendisi verdi formülü. Sonra da “Ben bastonumu bir kazan katranın içine soksam, o baston 25 bin dolar eder. Siz aynısını yapsanız, hepinize aptal derler. Anladınız mı?” dedi. Gazeteciler başlarını sallayınca da, “İyi o zaman gidip yazın ne anladıysanız” diye adamları gönderdi. İşte ben de o gün Salvador Dali’nin fotoğraflarını çektim. Resimlerden birini de imzalattım. Herif ne kullandıysa 24 saat kurumadı attığı imza. Ee haydi artık keselim, yoruldum ulan!

Tamam tamam son bir soru… Genelde huysuz ve aksi bir izlenimin var. 
– Enayiliğe kızıyorum da ondan. Herif enayi bir şey soruyor, azarlıyorum. O zaman da aksi olmuş oluyorum. Anladın mı? Bitti mi şimdi?

‘’Günümüz şarkılarının ruhu yok’’

Otuzlu yaşlarına merdiven dayamış nesil onu ‘’Çokemel’’ ismiyle tanıyor. Erkek egemen medya dünyasında radyonun en yoğun saatlerinde yıllarca program yapan, erkeklerin içinde çabalayan ve ayakta kalan Emel Yalçın ile kurduğu PR ajansını, albümünün hikayesini, radyoya olan aşkını ve ülkemizde radyonun durumunu konuştuk. Bize açık sözlülükle her şeyi anlattı. Bu erkeklerin arasında, hayalinden vazgeçmeyen bir kadının hikayesi.

ENİS DERDİMENTOGLU (ED): 20 yıldır radyoculuk yapıyorsunuz. Türkiye’de radyoculuk şu anda ne durumda ve siz başladığınızda ne durumdaydı?

EMEL YALÇIN (EY): Kötü durumda, şu an çok iç açıcı bir durumda olduğu söylenemez radyoculuğun. Bizim başladığımız dönemlerle bu dönem bir değil. O zamanlarda müziği insanlara biz iletiyorduk dolayısıyla sanatçıları biz tanıtıyorduk. Şimdi artık dijital platformlar ile insanların müziğe daha kolay ulaşabilmesi ile beraber dinlenilme oranları düştü. Üniversitelerde yaptığımız panellerde de bunu görüyoruz, ‘’Radyo dinleyen kimler?’’ diye sorduğumuzda 10 kişi falan el kaldırıyor. Radyo artık daha çok bir müzik kutusu görülüyor. İlk başladığım dönemlerden, 5-6 sene öncesine kadar radyo sadece bir müzik kutusu değil bir yol arkadaşıydı. Öğrenciler yurtta, ders çalışırken, taksiciler yolda, ev hanımları yemek yaparken mutfakta dinlerdi. Onlara yol arkadaşlığı yapıyorduk. Özel radyoların sayısının artmasıyla, radyo yöneticilerinin değişmesi ile beraber maddi çıkarlar ön plana çıktı, böylelikle radyo git gide müzik kutusu halini almaya başladı. Konuşan radyo sayısı çok az artık bu beni çok rahatsız ediyor çünkü benim için radyo basit bir müzik kutusundan ziyade az önce de söylediğim gibi insanların yol arkadaşıdır. Bizim başladığımız yıllar çok keyifliydi ben 15 yaşında başladım. Sevgili abim, kuzenim Uğur Temel’in radyocu olması ile beraber, böyle bir rol model olunca onun yanına gide gele bende yapmak istiyorum dedim. Kendisi benim yolumu açtı sağ olsun. Sonra o erken bırakmak zorunda kaldı, erken emekliye ayrıldı, ben hala devam diyorum.

‘’MEDYA PATRONLARI KONUŞAN RADYOCU İSTEMİYOR’’

ED: Evinde fiziki olarak radyo olan insan sayısı git gide azalıyor, telefonlarımızda radyo var evet ama şu an asıl hiç vazgeçilmeyen şey arabada radyo dinlemek. Radyo bu kadar kan kaybederken bu alışkanlığımız nasıl gerilemedi?

EY: Bundan insanlar gerçekten vazgeçmedi. Yapılan araştırmalara göre de insanlar en çok arabada Drive Time(sürüş zamanı: 18.00-20.00) saat dilimlerinde radyo dinliyor. Bende zaten uzun yıllar Drive Time programcısıydım. Kadın-Erkek ilişkileri üzerine program yapıyordum. Aslında biraz psikolojik bir programdı, çok çözdüğümüz ilişki, boşanmadan döndürdüğümüz evlilik oldu. Keşke bunları bu dönemde de yapabilsek ama yapamıyoruz çünkü radyo patronları konuşan radyocu istemiyor artık.

ED: Bir yıl önce Youtube kanalı açmışsınız ve aslında hiç de az izlenmemişsiniz. Yine kadın erkek ilişkilerine dair videolar olmuş. Youtube’u neden bıraktınız? Devam etmeyi düşünüyor musunuz?

EY: O sponsorlu bir programdı aslında, maliyetlerimizi karşılıyordu. Krizin gelmesi ile bizden elini çekti, biz de maliyetleri karşılamak istemedik.

ED: Peki müzikle yıllardır bu kadar iç içe olan biri olarak en sevdiğiniz müzik türü nedir? Ne dinliyorsunuz?

EY: Ben bir radyocu olarak ayrım yapmıyorum iyi olan her şeyi dinliyorum. Yabancı müzik de dinliyorum, türkü de dinliyorum, sanat müziği de. Ama sanırım pop müziği sevmiyorum. Çok sıkıldım bu pop müzikten, popüler, yazlık, bakkal şarkılar dediğimiz şarkılardan çok sıkıldım, birazcık eski kafalıyım bu konuda. Daha çok Bülent Ortaçgil’ler, Sezen Aksu’lar, Fikret Kızılok’lar dinliyorum. Onlar, benim kaçış planım gibi genelde.

‘’GÜNÜMÜZ ŞARKILARININ RUHU YOK’’

ED: Peki günümüz pop şarkılarının da sözleri gayet iyi olduğu halde çabuk unutuluyor. Biz hala 90’ların şarkılarını dinlemeye devam ediyoruz bunun sebebi nedir? 90’lı yılları özel kılan ne?

EY: Günümüz şarkılarının ruhu yok… Ne sözlerinde ne bestesinde, hepsi bir matematik üzerine kuruluyor. Nakaratta patlatırız, şöyle yaparız denildiği için ruh yok. 90’larda Uzay Heparı’lar, Onur Tunç’lar vardı. Onlar gerçek müzik adamıydı, müzikle yatıp müzikle kalkarlardı. Şimdiki müzisyenler bu işi şöhret olmak için yapıyorlar. Üretmek, kalıcı olmak için değil daha çabuk para kazanmak, sokakta tanınmak için bunu yapıyorlar.

ED: Bir albüm bir de single çıkardınız. Hikayesini dinleyebilir miyiz? Çok fazla örnek yok diye biliyorum böyle albüm çıkartan.

EY: Çok fazla örnek var aslında sana söyleyince şok olacaksın. Meltem Cumbul var mesela eski radyocudur o Power FM’de çalışıyordu. Mustafa Sandal var o da Power FM’de çalışıyordu. Serdar Ortaç var, Gökhan Özen var hatta Gökhan Özen’le aynı radyoda çalışıyorduk. Yok değil yani aslında ama kısa süreli yaptıkları için çok bilinmiyorlar. Benim hikayem aslında beni teşvik etmeleri ile başladı. Zaten çocukluğumdan beri şarkı söylemeyi seviyorum ama şarkıcı olacağım gibi bir hedefim asla olmadı. Israrlara dayanamadım bir de arkamda bir müzik şirketi vardı 12 şarkılık bir albüm planı yaptılar ben hiçbir şey yapmadım sadece şarkılarımı seçtim, stüdyoya girip okudum. İmkan oldu yaptım fakat sonra iş büyüdü sahne teklifleri gelmeye başladı ve ben yaklaşık 700 tane falan sahne yaptım canlı olarak. Sonra devam etmek istemedim çünkü gece hayatı bana göre bir şey değildi. Ben daha SSK’lı, düzenli maaşlı hayatı sevdiğim için devam etmek istemedim.

ED: Peki şu anda müzik yapıyor musunuz? Söz yazma, beste yapma gibi olaylarınız var mı? Gelecek planları neler?

EY: Müzik evde yapıyorum kendi kendime, öyle tekrar başlama gibi bir planım yok. Bitmek bilmeyen bir kitap hazırlığı içerisindeyim, fırsat bulursam onu tamamlamayı düşünüyorum. 2019 sonu gibi çıkartmayı planlıyorum. Yine kadın erkek ilişkileri üzerine bir kitap olacak, eğlenceli ama eğitici olacak. Kendi anılarımı, yayında başıma gelenleri, kendi ilişkilerimi, başarısız ilişkilerimi anlatacağım. Duygusal şeyler yazamıyorum ben söz anlamında. Beste hiç yapamıyorum. Eğer ki yaparsam zaten arak olur muhtemelen. Çünkü o kadar çok şarkı sözü ve melodisi var ki piyasada illaki birisine çarpar, birinden almış olurum onun için hiç bulaşmıyorum.

ED: PR ajansınız var, Erdem Kınay, Merve Özbey, Yaşar, Sinan Akçıl, Yonca Evcimik gibi isimlerle çalışıyorsunuz. Ajansı nasıl kurdunuz? Kurmaya nasıl karar verdiniz?

EY: Ben artık radyodan para kazanamayacağımı hissettiğim zaman Pal FM’den ayrıldıktan sonra başka bir şey yapmak istedim ama müziğe geri dönmek istemedim. Bu işin tam ortasındaydım, çok yapabileceğim bir işti, sanatçı olarak, albüm çıkarmış biri olarak neyin nasıl yapılacağını biliyordum. Ayrıca 20 yıl radyocu olarak bir çok basın danışmanı ve menajer ile muhattap olduğum için yine netin yapılıp neyin yapılmamasını çok iyi biliyorum. Zaten sanatçı arkadaşlarıma bu iş için yol gösteriyordum, artık bundan para kazanayım, profesyonel olarak yapayım dedim. İşlerin bu kadar büyüyeceğini tahmin etmemiştim. Aslında Youtube projesi ile beraber başlayan bir fikirdi bu. İki işi bir arada yapabileceğimi düşünmüştüm. Hem çekimlerimi yaparım hem de birkaç sanatçı ile çalışırım diyordum. Saydığın isimler arka arkaya ajansıma gelip projelerini emanet ettiğinde ve bu projelerin altından başarıyla kalktığımızı görünce, iş aldı başını yürüdü ve bir şirket oldu. Artık başka bir şey yapamıyorum.

ED: Şu anda radyo programına devam ediyorsunuz. Asıl işiniz hangisi? Pr ajansı mı radyo mu?

EY: Şu anda ajans asıl işim ama radyo gerçek aşkım ve mesleğim çünkü ben gözümü açtım bu işten para kazanmaya başladım ve emekli olmak için buradayım, uzak kalamıyorum. PR ajansı dolayısı ile birçok radyo ile iletişim halindeyim ama bir yere ait olmak istiyorum. Burası benim eski kurumum zaten Saran Holding bünyesinde ünlü konuklarımı ağırlamaya devam ediyorum.

RADYO’DA ERKEK EGEMEN BİR ORTAM VAR

ED: Pal FM’de uzun yıllar radyoculuk yaptınız. Yayın saatiniz Drive Time’dı ‘’Çokemel’’ rumuzunu kullandınız. Bildiğim ve okuduğum kadarıyla o saatler içinde program yapan tek kadınsınız. Radyoda erkek egemen bir durum var mıydı? Hala var mı?

EY: Vardı, hala var. Şunu kabul etmek istemiyorlar, kadınlar şov programı yapamaz gibi geliyor onlara. Hatta bununla ilgili yaşadığım bir örneği anlatayım çok açıklayıcı olacaktır. Radyoculara ödül verilen bir ödül töreni vardı. Orada yılın şovmeni kategorisi adı altında 24’e yakın erkek radyocu vardı. Ben, ‘’Bize ait neden bir kategori yok? Biz kadınlar ne yapıyoruz?’’ diye. Benden başka kimse olmadığı için beni o 24 tane bıyıklı adamın içine koydular ve parantez içinde ‘’Showgirl’’ yazdılar. Tabii ki ben o ödülü alamadım ama onların içinde olmak bile çok güzeldi. Kadınların onları güldüremeyeceğini düşünüyorlar.

ED: Bunu radyo haricinde genel olarak da Talkshow’a da bağlayabilir miyiz? Youtube olsun, TV olsun talkshow yapan kadın sayısı yok denecek kadar az.

EY: Bunu sosyal duruma bağlayabiliriz, kadınlar kahkaha atmaz, kadınlar güldüremez düşüncesi hakim.

ED: Sizin gibi bir örnek varken neden bu kafa aşılamıyor?

EY: Biz neredeyiz şu anda? Bunu yapabileceğimiz bir mecra yok. Kapının dışındayız. Erkek egemen bir medya var. Benim bile aklıma medya dediğimiz zaman dişi bir şey gelmiyor.

ED: Peki radyo yayınlarınızda başınıza gelen ilginç bir anıyı anlatır mısınız?

EY: O kadar çok var ki? Kadın erkek ilişkilerine yönelik olaylarda ilginç şeyler oluyordu. Bazen adam karısını aldattığını anlatıyordu pişkin pişkin bende sinirlerime hakim olamayıp kavga ediyordum yayında. Bir tanesi yayında anlatırken karısına yakalandı. Farklı bir isim kullanmıştı ama bir sonraki telefon bağlantısı adamın karısıydı.

ED: Talkshow yapmak isteyen kadınlara ne tavsiyelerde bulunursunuz?

EY: Pes etmesinler. Elbet kendilerine bir mecra bulacaklardır. Biz insanları güldürebiliriz. Biz gülersek ülke güler.

ED: Eklemek istedikleriniz var mı son olarak?

EY: Radyoculuktan korkmasınlar. Eskiden buraya radyoda staj yapmak isteyen pek çok öğrenci gelirdi. Şimdi üniversite panellerinde soruyorum kimse radyocu olmak istemiyor. Yeni nesil bunu yaşatsın.

ED: Son olarak televizyonun bile gerilediği günümüzde radyo kurtulabilir mi?

EY: Medya patronlarının cesaretli olması lazım bunun için. Reklam verenlerin, radyoları görmezden gelmemeleri lazım.