O, ruhu dalgalı bir adam… Maceracı, serseri, hep genç, hep yeniden başlamaya hazır… Öykülerin ve müziğin peşinden giden biri… Ve zeki… Ben seviyorum Tuna Kiremitçi’yi… Donanımlı, iyi eğitimli, bilen ve her daim öğrenmeye çalışan, bu yüzden de savrulan biri. Her röportajda cesur şeyler anlatır, bu röportajda da öyle yaptı. “Uçan Halıların Ayrodinamik Sorunları”, April Yayınları’ndan çıktı. Elinize aldığınızda bir daha zor bırakacağınız kitaplardan… Yolu açık olsun, Tuna’nın da romanın da
Yeni romanın, “Uçan Halıların Ayrodinamik Sorunları” su gibi akıyor, bir çırpıda okunuyor. Ben çok eğlenerek okudum. Yazması da böyle eğlenceli miydi?
Hem de nasıl! Sonuçta gönlünün sultanına ulaşmak için diyar diyar dolaşan bir insanın öyküsünü anlattım. Bu uğurda, dünyayı fethedecek bir kitap yazmaya kalkışan Abidin’in öyküsü. Mizah, romans ve polisiyenin deli bir karışımı oldu. Hele işin içine Natalie Portman da girince iyice çığırından çıktı!
Aklına nasıl geldi?
Batılıların hoşuna gidecek bir roman yazmaya çalışan Doğulu kahraman fikri, yıllar önce aklıma düştü. Bir yazar arkadaşım, yurtdışında bir festivale katılıyor. Orada onu takdim ederken, “Bakalım Türkiye’den gelen romancı, bize uçan halısında neler getirmiş? Sihirli lambasından neler çıkacak?” diyorlar. Haliyle arkadaşım çok bozuluyor. Çünkü yazdıklarının uçan halıyla, lambayla falan alakası yok.
Yani sence mesele n’aparsak yapalım Batılıların gözünde Doğulu olarak kalmamız mı?
Mesele; gönlümüzü, klişelerin içine hapsetmeleri ve bizim buna razı olmamız. Hem hayatta hem de sanatta. Batılı olmayan bütün yazarlar aynı kaderi paylaşıyor.
Nedir o?
Eğer romancıysan, Batı icadı bir sanatı icra ediyorsun. Onların sahasında oynuyorsun. Mütemadiyen deplasmandasın. Onların seni görmek istediği gibi, yani az gelişmiş, depresif ve turistik olmak zorundasın! Heyecan yaratmaya hakkın yok. Bu hiç “cool” değil!
Bu, seni neden rahatsız ediyor?
Onların gözündeki adam değilim çünkü! Benim bambaşka dertlerim var. Burada hem Descartes hem de İbni Arabi ile uğraşıyorum. Yazarken hem türkülerden hem Iron Maiden’dan feyz alıyorum. Manyak gibi heyecanlıyım. Ama izin vermezlerse, gücüm bunu dünyaya anlatmaya yetmiyor.
Romanda sık sık adları geçiyor. Elif Şafak ve Orhan Pamuk’la ne alıp veremediğin var?
Allah için, hiçbir alıp veremediğim yok! Kitaplarını severek okumuşumdur. Romanımdaki mesele, Orhan Pamuk’tan şu an odasında ilk romanını yazan gence kadar, Batılı olmayan her yazarın başının belası… Dünyaya seslenmek istiyorsan, Batı’nın kuralıyla oynayacaksın! Felsefe yapmaya kalkmayacak ve folklorik şeyler anlatacaksın.
Batı’nın kurallarıyla oynamanın nesi suç?
Samimiyetsiz olmaya zorlanıyorsun. “Ne uçan halısı kardeşim, siz Bağdat’ı yakıp yıktınız çoktan!” diyemiyorsun. Mesela Russell Crowe’un “Son Umut” filmini sevdim. Namuslu bir hikâye anlattığı için. Ama o bile gitmiş ‘uçan halı klişesi’ne hapsolmuş. Akıl alır gibi değil!
Yani “Elif Şafak ve Orhan Pamuk, basit bir formül kullanıyorlar, hiçbir derinlikleri yok” mu demek istiyorsun… Bu formülü uygulayan herkes Batılılar tarafından çok okunan yazar olabilir mi?
Yok canım, bir sürü başarısız örnek de var! Zaten sorun da en yetenekli sanatçıların dünyaya açılmak için bu yolu seçmek zorunda kalması.
Yoksa yoksa… Sen onların uluslararası ününü kıskanıyor musun?
Kıskansam herhalde disiplinlerini ve çalışkanlıklarını kıskanırım! Ben hiçbir zaman o kadar disiplinli olamadım.
Genel olarak romancılar birbirlerini kıskanır mı?
Yazarlar illaki birbirlerinin bir şeylerini kıskanır. Bu her meslekte böyle değil mi? “Benim Adım Kırmızı”daki minyatürcüler gibi. Ama Batı tarafından kabul görmek bizde aşırı önemsenen bir şey ya, o yüzden voltaj artıyor herhalde.
Kahramanın “aşk romanlarının unutulmaz yazarı Berkay” namı diğer Abidin, dünya çapında bir roman yazmak istiyor. “Elif Şafak ve Orhan Pamuk yaptıysa, ben de yaparım!” deyip oryantalist bir konu bulmak için Anadolu yolculuğuna çıkıyor. Sence böyle bir formül var mı gerçekten?
Batı’nın, Doğulu sanatçıları onaylama konusunda bazı formülleri var. Evet, bu bilinen bir şey. Buna uyana vizesini veriyorlar. Bu da giderek duygu dünyamızın daralmasına yol açıyor. Batı’da takdir gören sanatçılara hayranlık duyuyor ve onlar gibi olmak istiyoruz çünkü.
Bunları gerçekleştiren herkes uluslararası bestseller’lar yazabilir mi? İşi Nobel’e kadar uzatabilir mi?
Orasını bilmem ama kuralına göre oynayanlar garbın afakını daha kolay aşıyor, o kesin!
Elif Şafak’ın Mevlana’sı, Orhan Pamuk’un Kars’ı bir tesadüf değil mi yani?
“İlk dize Tanrı’dan gelir, geri kalanı matematiktir” der Eluard. Ama o ilk dize yok mu, bütün iş orada! Pamuk, Şafak ya da dünyaca başarılı olmuş diğer yazarların dehaları kıymetlidir. Gönül isterdi ki Batı’nın ilgisine mazhar olmak için ne yazmaları gerektiğini düşünmek zorunda kalmasınlar. Batılı bir yazar böyle şeyler düşünmüyor çünkü.
Peki sen, bunu eleştiriyor musun?
“En azından tartışalım bari” diyorum!
BİR ÜLKE ANCAK BÖYLE YOK OLUR
Memlekette tartışmalar hiçbir zemine oturmuyor. Fikirler boşa gidiyor. Çünkü maalesef, Türkiye’nin bir bağlamı kalmadı. Yani ortak bir paydası, ruhu, zemini… Bu yüzden herkes, birbirinin kaşıyla-gözüyle, nasıl yaşadığıyla, giyim-kuşamıyla uğraşıyor. Bir ülke, ancak böyle yok olur. Bu yüzden yazarlara düşen, elle tutulur bağlamlar yaratmak olmalı. Hangi mahalleden ve dünya görüşünden olurlarsa olsunlar!
En büyük felaket özgüven sorunu yaşayan erkek
Romanının kahramanı, Natalie Portman’dan gizli mesajlar aldığına inanıyor. Sırf bu yüzden uluslararası ün kazanan bir roman yazmak istiyor ki onunla tanışabilsin…
Evet, Natalie ile Abidin arasındaki ilişki, hikâyenin gizemini oluşturuyor.
Sen de hayran mısın Natalie’ye?
Natalie Portman’ı seçme sebebim hayranlık değil. Onun Ortadoğulu ve entelektüel olması. Hem de Ortadoğu sorunu üzerine akademik çalışma yapacak kadar! Tabii çocukluğundan beri hayatımıza eşlik etmesi de mühim.
Erkek romancılar, esas olarak kadınları etkilemek için mi yazar?
İnan bana, kadınları etkilemek için yapılacak çok daha iyi işler var. İşadamlığı, rock yıldızlığı, sporculuk gibi. Üstelik hepsi de bu topraklarda, yazarlıktan daha az belalı.
Edebiyatçılar, uluslararası nam salınca bütün kadınları tavlayabiliyor mu?
Özgüvenli erkek her zaman çekicidir. Fiziksel görünüşü nasıl olursa olsun. Başarı da beraberinde özgüven getiriyor sanırım.
Bir partide Orhan Pamuk, Natalie Portman’la bir araya gelip, onunla flört edebilir mi sence?
Orhan Pamuk herhalde flört etmeden de onun başını döndürür. Sonuçta karizmatik bir sima. Ama Natalie Portman’ı da hafife alma bence!
Pamuk’un karizması diğer yazarlarımızı huylandırıyor mudur acaba?
Kıskançlık özgüven eksikliğiyle ilgili, malum. Gerçek özgüvense alkış ya da başarıyla gelmez, içten gelir. Kişinin içsel gücüyle. Ama doğada özgüven sorunu yaşayan bir erkek kadar çekilmez bir varlık da yoktur!
Türk erkeklerinin en büyük sorunu özgüven eksikliği mi sence?
Hani, “Kadın güçlü erkek sever” diye bir laf var ya, aslında o gücü veren para-pul değil. Erkeğin hayatla özgüvenli bir şekilde baş edebilmesi. Baskı altındayken bile müşfik olabilmesi. Bunları yapsın da isterse parası az olsun! Bunu anlayamıyoruz maalesef. Sonuçta para gelse de özgüven gelmiyor. Olan kadına oluyor.
Sendeki şeytan tüyü nedir?
Galiba köyün delisi oluşum!
Kadınlar seni yakışıklı ve çekici buluyor, bu hoşuna gidiyor mu?
Ne kadar naziksin, yaşlanmakta olan bir babayı mutlu ediyorsun!
Sihrin, hiç büyümeyen bir çocuk olman mı? Yoksa güzel hikâyeler anlatabiliyor olman mı?
Güzel hikâye anlatanı kim sevmez? Tanrı bile kutsal kitaplarda bize hikâyeler anlatıyor. Niye? Sözleri kalbimize yerleşsin diye. Kitaplarının okunma oranlarına bakarsak da gayet başarılı!
İSTİKLAL CADDESİ MEZUNUYUM
Kendisinden çok şey beklenen ama karşılığını veremeyen bir yazar olduğun duygusuna kapıldın mı hiç?
Geride, bazısı 12 dile çevrilmiş dokuz roman var. Üstelik hepsi Batı dilleri de değil. Eh, bir şeyler yapmışız işte…
Kendini acımasızca suçladığın, “loser” olarak gördüğün olmuyor yani…
Yeni Türkiye’ye göre pek “winner” sayılmayacağım aşikâr! Ama kimsenin adamı olmadan, fikirlerimi saklamadan bu günlere geldim. Arkamda bir iktidar, tarikat ya da holding de yok. Sadece yazdıklarımdan ve okurlardan aldığım güç var. Bu da bir nevi başarıdır belki.
Bir sürü şeyi aynı anda yapabilen bir adam, aslında hiçbir şeyi tam yapamıyor mudur?
Odaklanmak önemli tabii… Ama 21’inci yüzyıl yazarının disiplinler arası olması da gerekiyor. Yani artık “İşim edebiyat, gerisi beni bağlamaz!” deme lüksü yok. Resimden, müzikten, sinemadan, tiyatrodan, modadan, mimariden anlayacağız. İstiklal Caddesi mezunuyum ben. Beyoğlu’nda büyüdüm. 90’ların İstiklal Caddesi bir kültür merkeziydi. YKY’de Enis Batur dergi çıkarır, Kaktüs’te İlhan Berk şiir yazar, Ses Tiyatrosu’nda Ferhan Şensoy olay yaratır, Kemancı’da gencecik Teoman şarkı söyler, Emek’te müthiş filmler oynardı. Bu bizi, bütün sanatlarla iç içe olmaya götürdü.
İyi de müzik yapıyorsun, film çekiyorsun, roman yazıyorsun, senaryo yazıyorsun, bin türlü iş yapıyorsun… Neyin kafası bu?
Oğlum da geçenlerde aynı şeyi sordu. “Baban ne iş yapıyor diye soranlara ben ne diyeyim baba?” dedi. Ona, “Babam romancı ve şarkı yazarıdır!” diyebilirsin dedim. Hayatımın ekseni edebiyat ve müzik. İlk- gençliğimden beri. Ama sinema okulunda çok şey öğrendim. Sinemacılar sayesinde romancı oldum.
Biraz Murat Menteş oyunları ve hınzırlığı sezdim. Nedir, Afili Filintalar olduğunuz için birbirinizden mi etkileniyorsunuz?
Yazma ateşimi tazeleyen April’de yarattığımız ortam oldu. Alper Canıgüz, Murat Menteş, Algan Sezgintüredi, Sinem Sal, Melida Tüzünoğlu, Sezgin Kaymaz, Bahadır Cüneyt Yalçın, Nihat Genç… Harika müzisyenler, sinemacılar ve tasarımcılar da var. Beyinleri alev alev… Tabii etkileşim halindeyiz.
Biraz da mizahi bir kitap, neden mizaha kaydın?
İnanır mısın, 10 yıl önce yazdığım ‘Yolda Üç Kişi’ hakkında Le Monde’un kitap ekinde “Mizah ve ironiyle yüklü bir roman” deniyordu. Ama nedense bunun kendi köyümde fark edilmesi yıllar aldı. İşte ironi diye buna denir! Şaka bir yana, o kadar delirmiş bir dünyada yaşıyoruz ki mizah tek çıkış yolu gibi. Bu roman da Aziz Nesin ile Kurt Vonnegut arası bir muhabbet.
HAYAT HEPİMİZDEN DAHA İYİ BİR EDEBİYATÇI
Can’a öğretmek istediğin en önemli şey?
O zaten her şeyi bilerek doğdu, bütün çocuklar gibi. Ben sadece unutmamasını sağlamaya çalışabilirim. Son nefesime kadar bunu yapacağım.
Kadınlardan öğrendiğin en önemli şey?
Gamze, bir gün ilk eşimin benimle evlenirken kaç yaşında olduğunu sordu. Sonra ikinci eşimin benimle evlenirken kaç yaşında olduğunu sordu. İkisi de aynı yaşlarında benimle evlenmişlerdi. İşin ilginci, Gamze de evlendiğimizde o yaştaydı. Sonra da “Peki annen seni yatılı okula bıraktığında kaç yaşındaydı?” diye sordu. Ve evet, annem beni tam da o yaştayken bırakmıştı… Meğer yıllarca beni anamın bıraktığı yerden büyütecek birini aramışım! Şu öyküdeki karamizaha bak. Hayat hepimizden daha iyi bir edebiyatçı!
KIÇINI KALDIR HAYATINA SAHİP ÇIK
Daha önce neden bıçak sırtındaydın da şimdi öyle değilsin, kendini güvende mi hissediyorsun?
Çünkü şunu öğrendim: Güven duygusunun dışarıdan gelmesini beklersen, er-geç şapa oturuyorsun. Güven dediğin, alkışla, ödülle falan gelmiyor. Kıçını kaldırıp hayatına sahip çıkmanla geliyor. Kendin ve sevdiklerin için savaşmanla
HIRSLI VE KİBİRLİ BİR HERİFTİM
Bitmez tükenmez aşk hikâyelerin var… Çapkın mısın nesin?
Aşkla yanmış ilk insan olduğumu sanmıyorum. Sonuncu da değilimdir herhalde. Haliyle, istisnai sayılmam.
Bir kere daha evlenmişsin! Tebrikler. Biz seni Bulgar edebiyatçı sevgili Ludmilla’da bırakmıştık. Hayırdır, sınır soruları mı çıktı?
2009’da ata toprağı Bulgaristan’a, deyim yerindeyse sığındım. Yoksa sonum iyi görünmüyordu. Hakkımda çılgınca haberler çıkıyordu. Ülke, çalkantı içindeydi ve her kamp, beni karşı tarafın adamı sanıyordu. Baktım ayak altında kalıyorum, yazmayı bırakıp Sofya’ya gittim. Üç yıla yakın oralardaydım. Hayırlı bir içe dönüş oldu. Bulgaristan’da tanıdığım insanlara minnettarım.
Yeni eşin Gamze GS’li… Daha önce arkadaşın olan birine nasıl âşık oldun?
Sofya’dan döndüğümde ne yapacağımı bilmiyordum. Aşk defterini de kapatmıştım. Bir yerlerde Gamze’yle karşılaştık, sonra eski arkadaşlarım arayıp grup projesini söylediler. Kendimizi, Ömerli’deki bir evin garajında demo kaydederken bulduk. Gamze de ben de müzik âşığıyız. Aynı eski rock şarkılarını hiç sıkılmadan saatlerce dinleyebiliyoruz. Bir sürü ortak özelliğimiz var…
42’nin bu kadar güzel olacağını bilseydim 10 yıl önce girerdim!
Eşin Gamze pilates hocası… Sana da pilates öğretiyor mu?
Evet hem pilates öğretiyor hem de Atlas’a destek veriyor. Kendisi, Radyo ODTÜ’nün efsane DJ’lerinden. Onun yaptığı radyo programı Ankara’da hâlâ hatırlanır.
Zayıflamış ve güzelleşmişsin, sebebi aşk mı?
Daha iyi bir savaşçı olmamdır belki. 42 yaşındayım ve çok memnunum. 42 yaşın böyle olduğunu bilsem, 10 yıl önce girerdim!
Nasıl yani? Ne değişti sende yani?
Kendimi anladım, daha ne olsun?
Eskiden yaptığın hıyarlıkların hangilerini yapmıyorsun da bu yaş iyi geliyor sana?
Bencil herifin tekiydim! Yeteneğim var diye bencil olmaya hakkım var sanıyordum.
Can’ın annesi Yasemin’le de aran iyi. Bunu nasıl başardın?
Yasemin’in olgunluğu sayesinde. Bunlar erkeklerin başarabileceği şeyler değil.
İclal dışında herkes seni affetti anladığım kadarıyla… Ona haksızlık ettiğini düşündüğün oluyor mu?
O yıllarda beni dövmek isteyenler, onu da hırpaladı maalesef. Aramızda helalleşmemiz yıllar aldı. İnternet çağında, yazar yasaklamanın tek yolu, onu bağlamından koparıp yaftalamak. Kitapları artık yok edemezsin çünkü. Ama özel yaşamına falan saldırarak fikirleri gölgeleyebilirsin.
Peki senin hiç mi hatan yoktu o dönem yaşananlarda… Her şey, sadece seni itibarsızlaştırmak için miydi? Bütün suç düşmanlarında mıydı yani?
Hırslı ve kibirli bir heriftim! Öyle olmasam, üzerime gelen dalgayı fark eder ve efendice kenara çekilirdim. Bunu yapmadığım için kemiklerim kırıldı. O toz-duman içinde sevdiklerime de sahip çıkamadım. Bahaneye gerek yok. Ahmed Amiş Efendi’nin ağır bir sözü var: “Olan olmuştur, olacak olan da olmuştur.”
Ayşe Arman