Özel içerik:

Troya, Amerika Yolcusu!

Anadolu Ateşi’nin Genel Sanat Yönetmeni Mustafa Erdoğan imzasını taşıyan...

Batı’da İsrail’e karşı ‘Kelebek etkisi’

İsrail, Ortadoğu’da Filistin’e karşı başlattığı soykırıma varan saldırılarında cepheyi...

Dünyanın en iyisi olarak kabul edilen Finlandiya’da öğretmenlik…

Proje okullarında görev yapan öğretmenlerin “sürgün” edilmesine tepki gösteren...
Ana Sayfa Blog Sayfa 73

Geride Kalan Özgecanlar İçin Ne Yapılmalı? 

0

Hülya Okur, Mersin-Tarsus’ta meydana gelen Özgecan Aslan cinayetini, olayın psikolojik, sosyolojik ve hukuki boyutlarıyla uzmanlarla konuştu. İdam çözüm olabilir mi, kadına şiddet oranında artış var mı, bu olayda öncelikle suç mu, suçlu mu, ceza mı, mağdur mu konuşulmalı, şiddet yasasında değişiklik gerekiyor mu, sorunlu bireyler için neler yapılmalı gibi sorular için alınan yanıtlar ise şöyle:

Psikiyatrist Doç. Dr. Armağan Samancı

“TOPLUMUN %1’İ PROBLEMLİ BİREYLERDEN OLUŞUYOR”

Toplumun %1’i, diğerlerine zarar verme olasılığı yüksek, problemli bireylerden oluşuyor. Bu bireylerin; gerek yetiştirme tarzları, gerekse kişilik yapıları itibariyle hem vicdani hem de başkalarını düşünme anlamında çok zayıf, saldırgan, zarar verici yapıları var. Bu guruptan bazılarının da cinsel dürtüleri kontrol etmede problemliler. Hem agresif yapıları, hem cinsel dürtüleri bir araya gelince oldukça tehlikeli bireyler haline geliyorlar. Zaten bu bireylerin kanuna ya da polise yansısa da yansımasa da, çevrelerinde ciddi problemlere sebep olmuş, çatışmalara sebep olmuş bireyler olduğu görülebiliyor. Her zaman toplumda bu tarz bireyler bulunuyor fakat son yıllarda bireylerin birbirlerine saygı, anlayış duygusunda azalma var. Bu durumda vahşet dediğimiz uygulamalar daha kolay gerçekleşiyor, teşvik edilmiş oluyorlar. Zaten saygısız, saldırgan, acımasız yapıları var, toplumdaki şiddetin artması ve onları kontrol eden toplumsal bağların azalması ile beraber de bu şiddet katsayılarında artış oluyor.

Burada birinci sebep, kişi ya da kişilerden kaynaklanan problemlerdir. Fakat onu kolaylaştıran da toplumsal bağların zayıflamasıdır.

“TOPLUM KONTROLÜ ORTADAN KALKINCA PROBLEMLİ BİREYLER CESARETLENDİ”

Cinsel istismar olaylarında insanların ilgisizliğine Nevzat Tarhan “Kötü dünya sendromu” adını vermiş. 

Toplumda bir bencilleşme var. Herkesin kendini düşündüğünü, herkesin kendini düşünerek kendisi için en iyiyi yaptığını düşünme durumu var. Bu yaklaşım, diğerlerini kontrol etme durumdan çıkılmasına neden oluyor. Herşeyi kanunla kontrol edemezsin yaklaşımı vardı. Dünyada kanunlar ne kadar sıkılaştırılsa bile suç her zaman var olan bir şeydir. Toplumun kendi kendini kontrol eden bir mekanizması da vardır; komşuluk, mahalle gibi. Sokakta, mahallede, apartmanda  bir olay olduğu zaman kimse olaya karışmak, yardımcı olmak istemiyor. Bu yaklaşımla, toplumdaki sorunlu bireylerin kontrolleri azalıyor. Özgecan olayındaki bireyler daha önce mutlaka, arkadaşları arasında, çevresinde, okulunda problemlere sebep olmuşlardır. Bunlar diğer bireylere zarar verme davranışı göstermede ilk emarelerini verdiklerinde toplum damgalamaya başlar, onlar da toplumun tepkisinden dolayı bir takım suç unsurlarını geliştirme konusunda yavaşlarlardı veya kendi kendilerini kontrol ederlerdi, bu faktör ortadan kalktı. İkincisi, kimsenin karışmasının verdiği cesaret var artık.

“SORUNLU BİREYLERİN TAKİP EDİLDİĞİ BİR SİSTEM OLMALI”

“KANUNLAR İYİ BİREYLERİ DE KORUMALI”

Peki ne yapılması lazım, şu an toplumsal bir linç söz konusu, idam mevzubahis oldu…Toplumsal bilinci geri getirmek mümkün mü?

İnsanları en iyi kontrol eden şey kanunlardan daha çok toplumdur. Kanunların da, problemleri bireyleri daha iyi kontrol eden ve topluma bu gücü veren bir yapıda olması lazım. Herkes biribirinen korkmaya başladı, herkes kendini daha çok sevdiği için başkası için bir şey yapmama eğilimi gösteriyor. Özgecan’a bu insan elle bir tacizde bulunabilirdi, o an da kaç kişi bu adama müdahale ederdi, o da soru işareti. Bir çok insan karışmayabilirdi. Bireye araba çarpıp ölüyor, arabada, yanından geçenler de çekip gidiyor. Kanunların iyi bireylere daha cesaret veren, problemleri bireyleri de daha iyi tespit eden bir noktada olması lazım. Şahıs ufak bir şey yaptığında hemen damgalansın, toplum dışına itilsin demiyorum ama şu da bir gerçek ki, toplumun ve kanunların iyi bireyleri koruyan bir noktada olması lazım. Bazı insanların suç katsayıları önceden tahmin edilebilir, anti sosyal dediğimiz insanların suç işleme eğilimlerini okul çağından erişkin çağa doğru belli ölçülerde görmek ve tespit etme sistemleri mevcut, sadece kanuni olarak ceza almak değil, cezadan sonra bu insanların kontrol edilebilirliğinin de olması lazım. Bir şahıs hastaneye gider, kendisi kontrole gitmezse onu takip eden bir sistem yoktur, suç işleyeni mahkemede ceza alır denetimli serbestliğe tabi değilse sistemde kaybolur gider. Sorunlu bireylerin takip edildiği bir sistem mutlaka olmalı.

***

Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nükhet Sirman

“BEREN SAAT’İN TWEETİ ÜZERİNE KONUŞMAYA KARAR VERDİM”

Beren Saat’in tweetini okudum. Çok kızgınım. Twitter’da kendi başına gelenleri anlatmış. Kanalda, sette, her yerde erkek tacizine uğrama tehditi altında olduğunu anlatmış. Beren Saat’in paylaşması cesaret örneği. Her kadının başına bunun geldiğini anlatıyor; güçlü, güçsüz, zengin, fakir vs. Beren Saat bunun toplumda büyük problem olduğunu söylüyor. Genellikle kadınlar hele meşhur kadınlar bunu hiç ifade etmiyor.

“KOSKOCA SOSYOLOGUN ‘PEMBE OTOBÜS’ ÖNERMESİ BENİ ÇİLEDEN ÇIKARTTI”

Biz burada, kızım, bir arkadaşım ve ben üç kadınız. Üçümüzün de başına gelmiş olan şeyleri konuştuk. Kadınların bu ülkede ne kadar yaralı olduğunu konuştuk. Sokakta gezen sapıkların sürekli affedilmesi, anlaşılmaya gidilmesi, kadınların mini etek giydiği gerekçe gösterilerek suçlanması, bunların twitter’dan hiçbir şey yokmuş gibi söylenmesi, koskoca bir sosyologun ‘pembe otobüs’ önermesi, “ideolojikleştiriyorsunuz” demesi beni çileden çıkarttı. Bunun için konuşmak istedim. Bu insanlar böyle yapmaya devam ettikçe ne kadın cinayetleri bitecek, ne kadına yönelik şiddet bitecek…

“YÜZLEŞTİRME OLMASI LAZIM”

“İDAM CEZASI SAÇMA BİR FİKİR”

Bu olaylar için alınacak tedbirler konusunda ne diyeceksiniz? İdam…şiddet yasasının formülize edilerek iç güvenlik paketine alınması önerileri dile getiriliyor. Toplumsal olarak bu gidişe dur demenin yolu ne?

Bunun nedeninin, teşhisinin doğru konması. Yok ideolojikleştirmeyin diye halı altına süpürmeye çalışan bakış açılarının kendilerini gözden geçirmesi lazım. Bunu yapan kişinin sosyolog olması beni hala çok etkiliyor. Cezasızlığa son vermek lazım ama cezaların da illa ki hapis olması gerekmiyor. Yüzleştirme olması lazım. Mağduru ettiği, şiddet uyguladığı insanların başına gelenlerle, kendisine yapılan şeyle yüzleşmesi lazım. O insanın kendi kendisini sorgulayacak yöntemlerin getirilmesi ve kendi kendisinden utanmasını sağlayacak yöntemlerin geliştirilmesi lazım. Yoksa hapse atmak çözüm değil, bu adamlar daha beter kriminal olup çıkıyorlar oralardan. İdam cezası saçma sapan bir fikir. Böyle çözümlerin gelmesi yanlış teşhisten kaynaklanıyor. Halbuki sen kendinden güçsüze saldırabileceğini bildiğin bir ülkede yaşadığını ve bundan dolayı hiçbir ceza çekmeyeceğini ve sen kendin güçsüzken sana bir çok insanın saldırmış olduğunu, onun için başkalarına saldırdığını bilirsen bakalım bir daha saldıracak mısın? Mesele budur.

“KADINA YÖNELİK ŞİDDETİN ARTMA MESELESİ ÇOK SAÇMA”

“TEŞHİS DOĞRU YAPILMALI”

Kadına şiddet oranın artıyor olmasını neye bağlıyorsunuz, sosyolojik olarak bunun karşılığı nedir?

Kadına şiddetin artıp artmama meselesi çok büyük bir kavga konusu. %1400 artma meselesi çok saçma. Çünkü daha önceden istatistik tutuluyordu ve kadınlar kendi başlarına gelen şiddeti rapor etmeleri çok düşüktü, şimdi bunlar arttığı için kadına yönelik şiddet artmış gibi görünüyor. Feministler bundan dolayı bana kızabilirler, bunda ne kadar artış var ben bilmiyorum ama söylemde erkek acımasızlığı, şiddete bağımlı erkekliğin kışkırtılma söylemi Türkiye’nin her yanında var. Ve bunun nedenini iki şeye bağlıyorum, bir tanesi savaş, diğeri neoliberal kapitalizmin getirdiği artan yoksulluk, erkeklerin erkekliklerini yaşayamaması. Erkekliğin tanımı, evine bakacağı ve güçlü olup karısını çoluğunu, çocuğunu ailesini koruması şeklinde yapılıyor. Adam bu ikisini de yapamıyor. Bu ikisini de yapamadıkça kendinden bir şeylere saldırıyor, kendisi de zaten öyle bir saldırı altında büyümüş, bu kadar. Onun için diyorum: Bu teşhisin doğru yapılması lazım.

***

Kadın Hukuku Uzmanı Avukat Nazan Moroğlu

“BU GİDİŞATTAN TOPLUMSAL SORUN OLARAK ELE ALMAYANLAR SUÇLU”

“KARARLI BİR DEVLET POLİTİKASINA İHTİYAÇ VAR”

Yasalarda bir eksik yok ama zihniyet değişmedikçe, kadın birey olarak görülmedikçe, nasıl giyinecek, kaç yaşında evlenecek, kaç çocuk doğuracak, nasıl doğuracak, kadına sezeryan yasak, kahkaha yasak, çalışmak yasak diyen zihniyet devleti yönettikçe, kadın cinayetleri, kadına yönelik şiddet görmezden gelinecek, “Münferit olay bunlar” deyip geçiştirilecek. Bütün bu gidişattan toplumsal sorun olarak ele almayanlar suçlu…İdam cezasının yeniden getirilmesi doğru değil…Yapılacak olan anaokulundan başlayarak eğitimin her kademesinde; insan hakları, kadın hakları, demokrasi dersinin konulmasıdır. Şiddetle mücadele kanununda da bu görev MEB’e verilmiştir. Kararlı bir devlet politikasına ihtiyaç var.

Hülya Okur 15.02.2015

HABERX

Orçun Ünal, EdebiyatHaber’e Konuştu

0

“Dekadans ve Ölüm”, Raskol’un Baltası Yayınlarından çıkmış bir ilk kitap. Bir öykü kitabı. Yazarı Orçun Ünal ile günceli, fantastik olanı ve modern öyküyü konuştuk.

Yazmaya başladığınız zamanı hatırlıyor musunuz? İlk yazı denemeleriniz hangi türde olmuştu? Ve Orçun Ünal kim?

Öncelikle söyleşi için çok teşekkür ederim. Yazmaya on beş yaşımda şiirle başladım. Bu şiirler, ilk gençliğimin romantik tepkileriydi. Yine lise yıllarında iki tiyatro oyunu kaleme aldım. Biri derleme bir kitapta yayımlandı, diğeri kaldı öyle. İlk öykümü ise, yanlış hatırlamıyorsam, on sekiz yaşımda yazmıştım. O tarihten sonra şiire giderek ilgim azaldı, öykü yazmaya ağırlık verdim. Öykünün bana istediklerimi anlatmak için daha fazla imkân tanıdığını fark ettim sanırım. Öykülerimde de 2007 yılı gibi bir kırılma yaşadım. Daha öncesinde tam olarak ne anlatmak istediğimi bilmiyordum sanki. Sorunsalımı keşfedememiştim. 2007 yılından sonra kendiliğinden geldi bu sorunsal. İlk başlarda özellikle suç, günah, pişmanlık, af, affedilme, bağışlanma, arınma gibi problemler üzerine kafa yorarken son dönemlerde ölüm ve “gerçek”e kaydı düşüncelerim. Gerçek nedir, bilinebilir mi, bulunabilir mi, bulunursa nerede bulunur, bu dünyada mı ötesinde mi aranmalıdır, gibi sorulardan yola çıktım genellikle. Ölüm ile gerçek arasında bir bağlantı gördüm sanırım ve oradan kazmaya başladım, çıkanları da kâğıda döküyorum.

Bir yazar olarak Orçun Ünal hakkında iki şey söyleyebilirim: samimi ve arayış içinde. Samimi derken dil veya üsluptan bahsetmiyorum, daha mesafeli bir anlatımım var benim. Samimiyet, arayış içinde olanın samimiyeti. Biçim arayışlarım ve öyküde yeni biçimler kullanmam, farklı olma arzusundan değil, samimi bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Bunun böyle algılanması açıkçası beni sevindirir.

İnsanların, gençlerin, tırnak içindeki daha aklı başındaki işler uğruna didindiği bir dönemde öykücü olmak, nasıl bir yaşayışın, duyuşun sonunda karşınıza çıktı. Bu durum sizi korkutmuyor mu, ‘geleceğiniz’ için ne düşünüyorsunuz?

Öykücü olmak veya edebiyatla uğraşmak arada naif hissettiriyor kişiyi. Sanki çocukça bir uğraşa takılıp kalmış da diğerleri almış başını gitmiş gibi. Doktor olmuşlar, mühendis olmuşlar, bizim işimiz gücümüz kelimeler olmuş. Akademik veya edebî manada fark etmez, sonuçta hep kelimelerle uğraşıyorum. Bir de üstüne üstlük öykücülük romancılığa göre daha az değerli insanların gözünde, belki de bana öyle geliyor.

Ama yazmak samimi bir eylem olarak yapılıyorsa bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Duyumlarınızı, düşüncelerinizi aktarmanın en doğal yolu. Bu açıdan yazmak diğer sanat dallarının aksine lüks bir eylem değil. Hatta yazmak bütün sanatlar içinde en dolaysız, en yalın olanı. Tabii ki bu ihtiyaca nasıl bir yaşayışın veya duyuşun sonunda sahip olunduğu her yazara göre değişir. Benimki, entelektüel bir ihtiyaçtan çok şahsi ve spiritüel bir ihtiyaçtı. Aklımdan çok ruhumu yansıtmak, onu arındırmaktı niyetim. Yazmazsam olmayacaktı yani ve o yazdıklarım bana kalsa da, hiç kimseyle paylaşamasam da olurdu ilk başlarda. Ancak insan yazdıkça yavaş yavaş okunmak da istiyor. Bu kaçınılmaz sanki. Herkes Kafka değil.

Öykücü olmak beni korkutmuyor, geleceğim için de endişelenmiyorum. Ancak öykücü olmak veya Türkiye’de yazar olmak insanı yıldırıyor, cesaretini kırıyor. Yazmaktan ciddi olarak vazgeçmek istediğim bir dönem oldu mesela. Çünkü edebiyat dünyasında birçok şey “edebiyat”tan daha ön planda; edebiyat çoğu kez geri planda kalıyor. En az edebiyat dünyasında olmasını beklediğiniz şeyler en çok orada oluyor. Bu da sadece edebiyatla ilgilenen saf yazar için çok yıldırıcı olabiliyor. Bu konuyu “Odun Kesmek” adlı öykümde işledim esasında. Kimse yayımlamak istemedi o öyküyü, sonra Kurşun Kalem Dergisi kabul etti. Bu açıdan kendim için değil, Türkiye’deki edebiyat dünyasının vaziyeti ve gidişatı için endişeleniyorum daha çok.

Öykünün / hikâyenin kalıcılığı sizce nerde, hangi gizde aranmalı? Ya da bir giz aranmalı mı?

Bence mutlaka bir giz aranmalı. Aslında her şeyde bir giz aranmalı. Ya da bulunmalı diyelim. Çünkü modern düşünce her şeyin içindeki veya ardındaki gizi yok etti ya da öyle bir giz olmadığına inandırdı insanları. Öyküde “fantastik” öğeler kullanmak da benim için buna bir karşı duruş, bir direniş. İnsan, hiçbir zaman “gerçeği” tam olarak bilemeyecek. Postmodern çağ bunu bize çok net gösterdi. Fantastik öğeler kullanmak da gerçeğin olağanüstü zenginliğini ve göreceliğini anlatmak için çok iyi bir yol. Aslında ben burada masala yaklaştığımı hissediyorum ve peri masallarının anlatının “atom”u olduğuna inanıyorum. İyi bir masalı parçalamanız mümkün değildir, gerekli de değildir. Belki bu yüzden bazı öykülerimde masalsı olmayan bir dille masalın özünü yakalamaya çalıştım bilinçsizce de olsa.

Öykünün kısalığı ve bir bütün olarak tekrar anlatılabilirliği, kalıcılık şansı için en önemli özelliği. Aynı şekilde romanın uzunluğu da en zayıf noktası. Yüzyıllardır anlatılagelen halk hikâyeleri ve masalları, akılda tutularak tekrar anlatılabilecek herhangi bir anlatının doğal ölçüsünü ve boyutunu belirliyor aslında. Yine de hangi anlamda veya bağlamda olursa olsun, herhangi bir şeyin kalıcılığı konusunda ciddi şüphelerim var benim. Eserin kalıcılığından ziyade yaratma eyleminin veya sürecinin coşkusuna odaklanılmalı. O yüzden edebiyatçıya “iyi gözlemci” açısından yaklaşılmasını sevmiyorum pek. Yaratı, gözlemlemek ve aktarmak kadar önemlidir. Yaratıcılık güçlendiğinde anlatma gücünüz artar, anlatınız zenginleşir.   

Biraz da yazma ritüelleri üzerinden gidelim. Yazmanın size göre bir zamanı var mıdır? Günü hangi saatlerinde daha rahat yazabiliyorsunuz? Mekân fark ediyor mu? Elle mi yazarsınız, klavye ile mi? Yazarken ‘uyarıcı’lara (tütün, alkol, çay, su vb.) ihtiyaç duyar mısınız? Olmazsa olmazlarınız var mıdır?

2007 yılından önce böyle ritüellerim vardı. Genellikle geceleri evde el ayak çekildikten sonra biraz müzik açıp bilgisayar başında yazardım yazılarımı veya şiirlerimi. Şimdi düşüncesi bile komik geliyor. Ama klavyeden hiçbir zaman kopamadım. Hâlâ bilgisayar başında yazıyorum en çok. Kâğıda yazarken elim düşüncelerime yetişemiyor ya da istediğim gibi değişiklikler yapamıyorum. O yüzden pek hazzetmiyorum kâğıda yazmaktan. Ancak yoldayken aklıma bir fikir gelirse kâğıda not alıyorum, onu da artık daha çok cep telefonuyla hallediyorum. Anlayacağınız, pek kalem kâğıt insanı değilim yazmak konusunda.

Mekân ve zaman da fark etmiyor artık. Herhangi bir yerde veya zamanda ne zaman aklıma bir şey gelirse yazabilirim. Evimde yazmak niyetiyle bilgisayar başına oturursam kahve ve sigara iyi gidiyor tabii. Ama olmazsa olmaz gibi bir kuralım kalmadı yaşım ilerledikçe. Esnekleştim galiba. Ancak hiç değişmeyen bir ritüelim var; o da öykülerimi ilk olarak eşimin okuması. Öykülerimi okuyor, fikrini belirtiyor, eleştiriyor, bazen çok beğeniyor, bazen hiç beğenmiyor. Aslında eşim haricinde yakın çevremden hiç kimseye okutmuyorum öykülerimi, hiç kimsenin fikrini almıyorum.

Hayatınıza etki eden, uykularınızı kaçıran, yürüyüşünüzü değiştiren üç kitap ve üç film adı verebilir misiniz?

Uzun zamandır hiçbir kitap veya film üzerimde böyle bir etki yaratmıyor. Örselendim galiba biraz. Ancak daha gençken mümkündü bu benim için. 15 yaşlarında Stefan Zweig’ın Karışık Duygular novellasını okuduğumda çok etkilenmiştim. 18 yaşında Thomas Bernhard’ın Bitik Adam’ını ve Sadık Hidayet’in Kör Baykuş’unu okudum. Bu iki kitap da o zaman beni çok etkilemişti. Filmler söz konusu olduğunda ise yine aynı yıllarda American Beauty, Being John Malkovich ve Donnie Darko’dan bahsedebilirim. Üçü de beni çok etkilemişti.

Daha yakın dönemde ise kitap olarak J. M. Coetzee’nin Utanç’ı, Herta Müller’in Yürekteki Hayvan’ı ve Heiner Müller’in Hamlet Makinesi’nden, film olarak Wim Wenders’in Bis Ans Ende Der Welt filminden, Michael Haneke’nin Caché’sinden ve Adrien Brody’nin başrolde oynadığı Detachment’tan etkilendim.

Söyleşi: Olcay Özmen – edebiyathaber.net (17 Şubat 2015)

 

Orçun Ünal, EdebiyatHaber’e Konuştu

0

“Dekadans ve Ölüm”, Raskol’un Baltası Yayınlarından çıkmış bir ilk kitap. Bir öykü kitabı. Yazarı Orçun Ünal ile günceli, fantastik olanı ve modern öyküyü konuştuk.

Yazmaya başladığınız zamanı hatırlıyor musunuz? İlk yazı denemeleriniz hangi türde olmuştu? Ve Orçun Ünal kim?

Öncelikle söyleşi için çok teşekkür ederim. Yazmaya on beş yaşımda şiirle başladım. Bu şiirler, ilk gençliğimin romantik tepkileriydi. Yine lise yıllarında iki tiyatro oyunu kaleme aldım. Biri derleme bir kitapta yayımlandı, diğeri kaldı öyle. İlk öykümü ise, yanlış hatırlamıyorsam, on sekiz yaşımda yazmıştım. O tarihten sonra şiire giderek ilgim azaldı, öykü yazmaya ağırlık verdim. Öykünün bana istediklerimi anlatmak için daha fazla imkân tanıdığını fark ettim sanırım. Öykülerimde de 2007 yılı gibi bir kırılma yaşadım. Daha öncesinde tam olarak ne anlatmak istediğimi bilmiyordum sanki. Sorunsalımı keşfedememiştim. 2007 yılından sonra kendiliğinden geldi bu sorunsal. İlk başlarda özellikle suç, günah, pişmanlık, af, affedilme, bağışlanma, arınma gibi problemler üzerine kafa yorarken son dönemlerde ölüm ve “gerçek”e kaydı düşüncelerim. Gerçek nedir, bilinebilir mi, bulunabilir mi, bulunursa nerede bulunur, bu dünyada mı ötesinde mi aranmalıdır, gibi sorulardan yola çıktım genellikle. Ölüm ile gerçek arasında bir bağlantı gördüm sanırım ve oradan kazmaya başladım, çıkanları da kâğıda döküyorum.

Bir yazar olarak Orçun Ünal hakkında iki şey söyleyebilirim: samimi ve arayış içinde. Samimi derken dil veya üsluptan bahsetmiyorum, daha mesafeli bir anlatımım var benim. Samimiyet, arayış içinde olanın samimiyeti. Biçim arayışlarım ve öyküde yeni biçimler kullanmam, farklı olma arzusundan değil, samimi bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Bunun böyle algılanması açıkçası beni sevindirir.

İnsanların, gençlerin, tırnak içindeki daha aklı başındaki işler uğruna didindiği bir dönemde öykücü olmak, nasıl bir yaşayışın, duyuşun sonunda karşınıza çıktı. Bu durum sizi korkutmuyor mu, ‘geleceğiniz’ için ne düşünüyorsunuz?

Öykücü olmak veya edebiyatla uğraşmak arada naif hissettiriyor kişiyi. Sanki çocukça bir uğraşa takılıp kalmış da diğerleri almış başını gitmiş gibi. Doktor olmuşlar, mühendis olmuşlar, bizim işimiz gücümüz kelimeler olmuş. Akademik veya edebî manada fark etmez, sonuçta hep kelimelerle uğraşıyorum. Bir de üstüne üstlük öykücülük romancılığa göre daha az değerli insanların gözünde, belki de bana öyle geliyor.

Ama yazmak samimi bir eylem olarak yapılıyorsa bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Duyumlarınızı, düşüncelerinizi aktarmanın en doğal yolu. Bu açıdan yazmak diğer sanat dallarının aksine lüks bir eylem değil. Hatta yazmak bütün sanatlar içinde en dolaysız, en yalın olanı. Tabii ki bu ihtiyaca nasıl bir yaşayışın veya duyuşun sonunda sahip olunduğu her yazara göre değişir. Benimki, entelektüel bir ihtiyaçtan çok şahsi ve spiritüel bir ihtiyaçtı. Aklımdan çok ruhumu yansıtmak, onu arındırmaktı niyetim. Yazmazsam olmayacaktı yani ve o yazdıklarım bana kalsa da, hiç kimseyle paylaşamasam da olurdu ilk başlarda. Ancak insan yazdıkça yavaş yavaş okunmak da istiyor. Bu kaçınılmaz sanki. Herkes Kafka değil.

Öykücü olmak beni korkutmuyor, geleceğim için de endişelenmiyorum. Ancak öykücü olmak veya Türkiye’de yazar olmak insanı yıldırıyor, cesaretini kırıyor. Yazmaktan ciddi olarak vazgeçmek istediğim bir dönem oldu mesela. Çünkü edebiyat dünyasında birçok şey “edebiyat”tan daha ön planda; edebiyat çoğu kez geri planda kalıyor. En az edebiyat dünyasında olmasını beklediğiniz şeyler en çok orada oluyor. Bu da sadece edebiyatla ilgilenen saf yazar için çok yıldırıcı olabiliyor. Bu konuyu “Odun Kesmek” adlı öykümde işledim esasında. Kimse yayımlamak istemedi o öyküyü, sonra Kurşun Kalem Dergisi kabul etti. Bu açıdan kendim için değil, Türkiye’deki edebiyat dünyasının vaziyeti ve gidişatı için endişeleniyorum daha çok.

Öykünün / hikâyenin kalıcılığı sizce nerde, hangi gizde aranmalı? Ya da bir giz aranmalı mı?

Bence mutlaka bir giz aranmalı. Aslında her şeyde bir giz aranmalı. Ya da bulunmalı diyelim. Çünkü modern düşünce her şeyin içindeki veya ardındaki gizi yok etti ya da öyle bir giz olmadığına inandırdı insanları. Öyküde “fantastik” öğeler kullanmak da benim için buna bir karşı duruş, bir direniş. İnsan, hiçbir zaman “gerçeği” tam olarak bilemeyecek. Postmodern çağ bunu bize çok net gösterdi. Fantastik öğeler kullanmak da gerçeğin olağanüstü zenginliğini ve göreceliğini anlatmak için çok iyi bir yol. Aslında ben burada masala yaklaştığımı hissediyorum ve peri masallarının anlatının “atom”u olduğuna inanıyorum. İyi bir masalı parçalamanız mümkün değildir, gerekli de değildir. Belki bu yüzden bazı öykülerimde masalsı olmayan bir dille masalın özünü yakalamaya çalıştım bilinçsizce de olsa.

Öykünün kısalığı ve bir bütün olarak tekrar anlatılabilirliği, kalıcılık şansı için en önemli özelliği. Aynı şekilde romanın uzunluğu da en zayıf noktası. Yüzyıllardır anlatılagelen halk hikâyeleri ve masalları, akılda tutularak tekrar anlatılabilecek herhangi bir anlatının doğal ölçüsünü ve boyutunu belirliyor aslında. Yine de hangi anlamda veya bağlamda olursa olsun, herhangi bir şeyin kalıcılığı konusunda ciddi şüphelerim var benim. Eserin kalıcılığından ziyade yaratma eyleminin veya sürecinin coşkusuna odaklanılmalı. O yüzden edebiyatçıya “iyi gözlemci” açısından yaklaşılmasını sevmiyorum pek. Yaratı, gözlemlemek ve aktarmak kadar önemlidir. Yaratıcılık güçlendiğinde anlatma gücünüz artar, anlatınız zenginleşir.   

Biraz da yazma ritüelleri üzerinden gidelim. Yazmanın size göre bir zamanı var mıdır? Günü hangi saatlerinde daha rahat yazabiliyorsunuz? Mekân fark ediyor mu? Elle mi yazarsınız, klavye ile mi? Yazarken ‘uyarıcı’lara (tütün, alkol, çay, su vb.) ihtiyaç duyar mısınız? Olmazsa olmazlarınız var mıdır?

2007 yılından önce böyle ritüellerim vardı. Genellikle geceleri evde el ayak çekildikten sonra biraz müzik açıp bilgisayar başında yazardım yazılarımı veya şiirlerimi. Şimdi düşüncesi bile komik geliyor. Ama klavyeden hiçbir zaman kopamadım. Hâlâ bilgisayar başında yazıyorum en çok. Kâğıda yazarken elim düşüncelerime yetişemiyor ya da istediğim gibi değişiklikler yapamıyorum. O yüzden pek hazzetmiyorum kâğıda yazmaktan. Ancak yoldayken aklıma bir fikir gelirse kâğıda not alıyorum, onu da artık daha çok cep telefonuyla hallediyorum. Anlayacağınız, pek kalem kâğıt insanı değilim yazmak konusunda.

Mekân ve zaman da fark etmiyor artık. Herhangi bir yerde veya zamanda ne zaman aklıma bir şey gelirse yazabilirim. Evimde yazmak niyetiyle bilgisayar başına oturursam kahve ve sigara iyi gidiyor tabii. Ama olmazsa olmaz gibi bir kuralım kalmadı yaşım ilerledikçe. Esnekleştim galiba. Ancak hiç değişmeyen bir ritüelim var; o da öykülerimi ilk olarak eşimin okuması. Öykülerimi okuyor, fikrini belirtiyor, eleştiriyor, bazen çok beğeniyor, bazen hiç beğenmiyor. Aslında eşim haricinde yakın çevremden hiç kimseye okutmuyorum öykülerimi, hiç kimsenin fikrini almıyorum.

Hayatınıza etki eden, uykularınızı kaçıran, yürüyüşünüzü değiştiren üç kitap ve üç film adı verebilir misiniz?

Uzun zamandır hiçbir kitap veya film üzerimde böyle bir etki yaratmıyor. Örselendim galiba biraz. Ancak daha gençken mümkündü bu benim için. 15 yaşlarında Stefan Zweig’ın Karışık Duygular novellasını okuduğumda çok etkilenmiştim. 18 yaşında Thomas Bernhard’ın Bitik Adam’ını ve Sadık Hidayet’in Kör Baykuş’unu okudum. Bu iki kitap da o zaman beni çok etkilemişti. Filmler söz konusu olduğunda ise yine aynı yıllarda American Beauty, Being John Malkovich ve Donnie Darko’dan bahsedebilirim. Üçü de beni çok etkilemişti.

Daha yakın dönemde ise kitap olarak J. M. Coetzee’nin Utanç’ı, Herta Müller’in Yürekteki Hayvan’ı ve Heiner Müller’in Hamlet Makinesi’nden, film olarak Wim Wenders’in Bis Ans Ende Der Welt filminden, Michael Haneke’nin Caché’sinden ve Adrien Brody’nin başrolde oynadığı Detachment’tan etkilendim.

Söyleşi: Olcay Özmen – edebiyathaber.net (17 Şubat 2015)

 

Gazanfer Özcan İle Türk Tiyatrosu Üzerine

0

O benim çocukluk yıllarımın kahramanı, görmeden sesinden tanıdığım Alp Dedemdi. Meşhur Alp Dağlarının kızı Haidi’nin Alp Dedesi. Daha sonraları Hüsnü Kuruntu ailesinde hepimizin babası oldu. Şimdilerde ise “Avrupa Yakası” dizisinin tutucu aile reisi karakteri ile her kesin benimsediği yılların sanatçısı Gazanfer Özcan.

Aslında bu seyrettiğiniz benim hayatım, rol yapmıyor, kendimi oynuyorum” diyordu. Yüzünün hiç gülmediğine de bakmayın, öylesine duygulu, öylesine yumuşacık bir kalbi var ki onun.

O kadar başka şeylerle doluyum ki. Her insanın hayatından etkileniyor, vazifem değilken dert dinlerim, derde çare olmak isterim.

Gücüm yettiğince en ufak şeylerden, bakışlardan, davranışlardan mana çıkarırım, ama sonunda da hep haklı olduğumu kanıtlarım” demesi onun kişiliği hakkında bize pek çok ipucu veriyor.

Peki, bu durum sizde üzüntü yaratıyor mu? Diye sorduğumda

Yaratmaz mı diyor, tabiî ki yaratıyor, ama artık hayata karşı bağışıklık kazandım.

Hayatınızda keşke dediğiniz bir şey var mı diye sorduğum da bakın nasıl bir cevap veriyor.

Küçüklüğümden beri polis olmayı öyle çok istemişimdir ki.Tek idealimdi polis olmak, ama olamadım. Kader işte insan neler hayal ediyor, neler oluyor.

O, çok istediği halde polis olamadı ama bu gün milyonların kalbine taht kurmayı başardı.

O çevremizde görmeye alıştığımız her birimizden bir parça.

İnsanları güldürmek gibi bir iddiası yok ama nedense insanlar ona çok gülüyor.

OSMANCIK: Tiyatro hayatınız nasıl başladı?

ÖZCAN:1947 de Taksim Erkek Lisesinde yılsonu müsameresine çıktım. İlk virüsü böylece almış oldum. İlk defa sahneye çıktığımda başarılı olduğumu söylediler. Çok kısa bir süre sonrada İstanbul şehir tiyatrolarına girdim. Allah da bana çok yardım etti. Büyük tiyatrolarda küçük rollerde oynamaya başladım. Sonra bir gün rahmetli Reşit Gürzap’ın “Mahallenin Romanı”nda ki rolünü bana uygun gördüler. Çok ani oldu ve ben 1 saat içinde hazırlanıp sahneye çıktım. Yine Allah’ın yardımı ile çok başarılı bir performans sergiledim. O zaman İstanbul belediye başkanı Fahrettin Kerim Gökalp’ti ve ondan bir takdirname geldi bana.

OSMANCIK: Bundan sonra olaylar nasıl gelişti?

ÖZCAN: Hemen ertesi yıl Şehir tiyatrolarında kadroya alındım. 1962 ye kadar orada büyüklü küçüklü birtakım rollerde oynadım. Sonra 1962 de Gönül Ülküyle evliliğimiz gerçekleşti, kendi adımıza bir tiyatro yapmaya karar verdik. 1962 -63 yılında ilk “Gönül Ülkü, Gazanfer Özcan Tiyatrosu“nu kurduk. Önce Aksaray küçük tiyatroda sezon ortası aralıktan mayısa kadar çalıştık, daha sonra Beyazıt AZAK tiyatrosunda 7 yıl çalıştık. Daha sonra Zincirlikuyu da Hodri Meydan tiyatrosunda bir dostumuz burada tiyatro yapın dedi oraya geçtik

OSMANCIK: Şişliye sizinle birlikte renk geldi, neşe geldi. Buraya ne zaman taşındınız?

ÖZCAN: 1972 de Şişli tiyatrosuna geçtik, tam 21 yıl burada kaldık. Bu sebepten dolayı oranın bizim olduğunu zannetti çoğu kişi.

OSMANCIK: Zannedersem bir ara tiyatroyu bile kapatmayı düşündünüz?

ÖZCAN: Evet, daha sonra bu işin olmaması gerektiğine dair bir kanı uyandı bizde. Şu zamanda tiyatro yapmak çok zor, şartlar çok zor. Artık vazgeçelim bu işten diyoruz ama sonra pişmanlık duyuyoruz bu karardan. Sağ olsun Veysel Üstün Bey burasını çok asil bir şekilde bize sundu, bizde beğendik, sevdik ve genç bir kadroyla burada yeniden tiyatro yapmaya karar verdik. Allah mahcup etmez inşallah. Yani, bu iş öyle bir iş ki ara vermeye gelmez. Ömrümüzün sonuna kadar tiyatro yapacağız.

OSMANCIK: Tiyatronuzu kurmak için Şişliyi tercih etmenizin bir sebebi var mı acaba?

ÖZCAN: O zaman müsait bir salondu, teklif de geldi. Bizde uygun bulduk yerleştik. Bir de o zamanlar Şişli sinemalar ve tiyatrolar semtiydi. Yani kültür semtiydi. Sanattan anlayan çok kaliteli bir halk gelirdi buralara.

OSMANCIK: Tiyatronun giderek seyirci kaybetmesini neye bağlıyorsunuz?

ÖZCAN: Her kez gibi bizde televizyondan çok etkilendik. Çok sarsıntılar geçirdik. Zaman zaman böyle krizler, böyle sarsıntılar oluyor. Ama biz bu sıkıntıları çok sık yaşadığımız için bağışıklık kazandık artık. Biz bütün çalışmalarımızı tiyatroya kanalize ettik. Tiyatroyu ayakta tutabilmek için bütün gücümüz ile çalışıyoruz. Allaha çok şükür olsun ki oyunlarımızda hiç başarısızlığa uğramadık. Eğer bana hangi oyun diye sorsanız, hepsinin yeri ayrıdır, bir ayırım yapmam mümkün değil derim.

OSMANCIK: Tiyatroya devam ederken bir yandan da televizyon dizilerine başladınız. Bu nasıl oldu?

ÖZCAN: İlk televizyon maceram Kuruntu Ailesiyle başladı. Tabii ona da pek isteyerek başladım diyemem. Hatta teklif geldiğinde “Bilmediğim bir konu, yapmasam çok daha iyi olur “dedim. Fakat o kadar çok istek geldi ki o zaman rahmetli yazar Fazıl Hayati Çorbacıoğlu’nu bulun, o benim için bir şeyler yazarsa üslûbumuza uygun bir şey olursa oynarım dedim. Bulacaklarından da ümidim yoktu. 2 gün sonra Fazıl Beyi bizim yazlığa getirdiler. Artık bu işin kaçarı olmadığını gördüm ve mecburen bu işe soyundum. Önce bir 6 bölüm yapalım dedik. Bir 6 bölüm daha dediler. Bizimde hoşumuza gitti çünkü birazda tiyatro havası vardı dizide. Ailece o dizi de tiyatro özlemini giderdik. Bir de baktık ki 400 bölüm çekmişiz.
OSMANCIK: Kuruntu ailesi hepimizden bir parçaydı ve çok beğenerek ve de gülerek izlerdik. Bu dizinin Türk toplumuna vermek istediği bir mesaj var mıydı?

ÖZCAN: Kuruntu ailesinden maksat, Türk aile yapısını, geleneğini, göreneğini yakından seyirciye tanıtmaktı. Bunda çok da başarılı olduk. Her kes kendinden bir şeyler bulup bir aile mefhumu uyandı seyircinin içinde.

OSMANCIK: Avrupa yakasında da farklı bir aile yapısı var. Bu sizin tercihiniz mi?

ÖZCAN: Senaryo öyle yazılıyor. Gülse hanım bu işi çok iyi biliyor. Kişilerin tavrına, tarzına, üslubuna göre yazmasını bilen, çok iyi birikimi olan bir senarist. Bizim bir şey yapmamıza gerek kalmıyor zaten.

OSMANCIK: Oradaki baba rolünüzde Hüsnü Kuruntuyu anımsatıyor.

ÖZCAN: Tabii oradaki de, Hüsnü Kuruntu da aslında bana çok benzer. Gerçek hayatta da tam aynı değilsem de çok benzerim o tiplere. Aile görüşüm de öyledir benim. Biraz muhafazakâr bir ailede yetiştim çünkü. Farkında olmadan onu kendi ailemde devam ettiriyorum. İyimi yapıyorum kötümü yapıyorum onu da bilmiyorum ama.

OSMANCIK: Gönül hanımla ilişkileriniz de Avrupa Yakasındaki İfo ile olduğu gibimidir?

ÖZCAN: Aynı, birebir aynı, hiç fark yok. Orada ne görüyorsanız aynısını yaşıyoruz. Hatta zaman zaman şüphelenirim. Gülse hanım bizim eve gelip de bizimi gözetliyor acaba diye. Çok iyi bir gözlemci, çok iyi bir şekilde kişilerin dilini biliyor. Dizide kaç değişik karakter varsa bütün bu karakterlerin ağzına göre laf yazıyor. Yaptığı iş çok zor, her kesin karakteri neyse ona göre senaryo yazıyor.

OSMANCIK: Çok ilgi çeken bir dizi oldu ve Çarşamba günlerinin beklenen komedi dizisi oldu. Bu başarının sırrı nedir sizce?

ÖZCAN: Çok severek ve eğlenerek oynuyoruz tabi. Orada ikinci bir ailemiz oluştu. Hepimiz gerçek bir aile olduk. Ata, Gülse, Hümeyra hepimiz sanki bir ailenin gerçek fertleriyiz. İnanılmaz bir uyum var aramızda. Allah bozmasın ağzımızın tadını. Başarının sırrı uyum diyelim, tabi senaryo da çok başarılı.

OSMANCIK: Siz en çok neye gülüyorsunuz. Mesela kendinize güler misiniz?

ÖZCAN: Ben çok gülen bir insan değilimdir. İşte gördüğünüz gibi. Hatta diyebilirim ki hiç gülmem.

OSMANCIK: Ama çok güldürüyorsunuz.

ÖZCAN: Çok güldürme gibi bir iddiam da yok. Görevimi yapıyorum, öyle ağzımdan bal akan bir insanda değilim. Şimdi bizde bütün yeni dizileri seyrediyoruz. Ne yapmışlar bakalım değil mi? Mesela kendimizi seyretme imkânımız çok az oldu. Yaz boyunca tekrarlardan seyrettim kendimi.

OSMANCIK: Sinemayı sever misiniz, sinema oyunculuğunuz var mı?

ÖZCAN: Ben sinemayı başından beri hiç sevemedim. Belirli bir ölçüsü olmayan bir ilişki gibi geldi bana. Birazda insanların birbiri ile olan ilişkileri pek tutarlı gelmedi bana. En kötüsü de zaman mefhumu yok. Bir de benim çok yabancı olduğum bir teknik. Bana göre tiyatroyla eş değer de değil. Sevemedim işte. Ben onu sevmediğim için oda beni sevemedi. Tiyatroda seyirci ile göz göze gelirsiniz. Anında verirsiniz, anında verdiğinizi alma imkânınız vardır. Sinemada bu yok. Buna rağmen yine de 20- 25 film de oynadım.

OSMANCIK: Bulunduğunuz semtin zaman içinde büyük bir değişimi oldu. Bu değişim için ne diyorsunuz?

ÖZCAN: Şişli maalesef bütün gayretlere rağmen özelliklede tiyatroda biraz kalite kaybetti. Biz eskiden orada çalışırken daha bir asil havası vardı Şişlinin. Sarıgül çok sevdiğim bir Belediye Başkanıdır. Çok da çalışkandır fakat Şişli biraz ihmale uğradı galiba. Daha çok yoğunluk Topağacı, Teşvikiye, Nişantaşı’na kaydı. Oraları ele alındı, güzelleştirildi, rehabilitasyona gidildi. Şişli ise çok ihmal edildi.

OSMANCIK: Ama Teşvikiye, Nişantaşı dernekleşti. Semtlerini güzelleştirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Şişlide bunu anlayış maalesef yok.

ÖZCAN: Şişlililer niye böyle bir şeyler yapmıyorlar. Neden böyle duyarsız davranıyorlar anlamıyorum. Bir zamanlar burası bir kültür merkeziydi. Şişli, yeniden eskiden olduğu gibi bir sanat merkezi haline dönüştürülebilir, bir tiyatrolar sokağı oluşturulabilir. Bizim eski tiyatromuzun bir kültür merkezine dönüştürülmesi için belediyeye bir öneride bulunmuştum ben. Orası belediyenin ama dikkate bile alınmadı. Senelerce orada tiyatro yaptık. Bu çok önemli, orası bir kültür merkezi olarak yaşatılmalı bence.

OSMANCIK: Devletin tiyatroları kalkındırmak adına bir desteği var mı?

ÖZCAN: Vermesine veriyor da, biz de öyle çok zengin bir devlet değiliz ki, ama olacağız inşallah. İşte kendi imkânlarınca, verebildiğince yardım da bulunuyor. Ama verilen para iki haftalık tanıtım parasıdır, reklâm tanıtımı çok para tutuyor hele sezon başında dekora, tanıtıma muazzam paralar gidiyor. İşte sadece 2-3 hafta onu kullanabiliyoruz, ondan sonra çalış babam çalış.

OSMANCIK: Bundan önceki oyununuz Kiralık daire beklenen ilgiyi gördü mü?

ÖZCAN: Çok şükür gördü. O bir tekrardı, yinede beklenen ilgiyi gördü. Bütün şartların imkânsızlığına rağmen ilgi gördü.

OSMANCIK: Ramazan aylarında perde kapatıyor musunuz, eski ramazanlar ile şimdikiler arasında ki farkı anlatır mısınız?

ÖZCAN: Eskiden ramazanlarda bir eğlence vardı. O zaman ramazanlarda tiyatrolara çok seyirci gelirdi. Adeta Ramazanlar tiyatro ayı gibiydi. Şimdi ramazan bayramını tatil diye değerlendiriyor insanlar. İstanbul da insan kalmıyor ki bayramlarda. O yüzden geç başlamaya karar verdik. Ramazan sonrasını uygun gördük perde demek için.

OSMANCIK: Bizin talebeliğimizde tiyatro çok önemliydi. Hatta tiyatroya gitmek bir ayrıcalıktı.

ÖZCAN: Bizim talebeliğimizde de Salı günleri dram tiyatrosunun talebe günleriydi. Perşembe günü de komedi tiyatrosunun talebe günü olurdu. Böyle etkinlikler vardı, bütün talebeler için o günün bir önemi vardı. Hepimizin eli ayağı titrerdi, gayet anlayışlı, görgülü, kültürlü seyircilerimiz vardı, çok heyecanlanırdık onların karşısında. Şimdi çok kolaya alıştık, tembelleştik. O zamanki 10 seyirci yerine şimdi 3 seyirci zor geliyor.

OSMANCIK: Sebep gayet açık, ekonomik şartlar bütçede kültüre ve eğlenceye belli bir miktar ayıramıyor.

ÖZCAN: Tabii 5 kişilik bir aile gelse 100 milyon TL verecek, yani neredeyse bir haftalık mutfak masrafı ama biletleri aşağı çekmenin de imkânı yok. Biz bunların bilincindeyiz ama çok zor, masraflar çok fazla. Salon 150 kişilik. 20 kişilik bir kadro ile çalışıyoruz. Bunun geçimi, yemesi, içmesi, telefonu elektriği. Masraflar ile başa çıkamıyoruz. Ancak dışarıda kazandığımızı buraya yatırıyoruz. İşte maalesef bugün Türk Tiyatrosu bu duruma geldi.

İşte Gazanfer Özcan tiyatrosunda kendisi ile yaptığımız söyleşide kendi ağzından dinlediğimiz Türk Tiyatrosunun durumu. Düşünceleri, kaygıları, önerileri ve çözümleri ile Türk Tiyatrosunun unutulmaz ismi, büyük üstat GAZANFER ÖZCAN.

Güzin Osmancık

NETPANO

Gazanfer Özcan İle Türk Tiyatrosu Üzerine

0

O benim çocukluk yıllarımın kahramanı, görmeden sesinden tanıdığım Alp Dedemdi. Meşhur Alp Dağlarının kızı Haidi’nin Alp Dedesi. Daha sonraları Hüsnü Kuruntu ailesinde hepimizin babası oldu. Şimdilerde ise “Avrupa Yakası” dizisinin tutucu aile reisi karakteri ile her kesin benimsediği yılların sanatçısı Gazanfer Özcan.

Aslında bu seyrettiğiniz benim hayatım, rol yapmıyor, kendimi oynuyorum” diyordu. Yüzünün hiç gülmediğine de bakmayın, öylesine duygulu, öylesine yumuşacık bir kalbi var ki onun.

O kadar başka şeylerle doluyum ki. Her insanın hayatından etkileniyor, vazifem değilken dert dinlerim, derde çare olmak isterim.

Gücüm yettiğince en ufak şeylerden, bakışlardan, davranışlardan mana çıkarırım, ama sonunda da hep haklı olduğumu kanıtlarım” demesi onun kişiliği hakkında bize pek çok ipucu veriyor.

Peki, bu durum sizde üzüntü yaratıyor mu? Diye sorduğumda

Yaratmaz mı diyor, tabiî ki yaratıyor, ama artık hayata karşı bağışıklık kazandım.

Hayatınızda keşke dediğiniz bir şey var mı diye sorduğum da bakın nasıl bir cevap veriyor.

Küçüklüğümden beri polis olmayı öyle çok istemişimdir ki.Tek idealimdi polis olmak, ama olamadım. Kader işte insan neler hayal ediyor, neler oluyor.

O, çok istediği halde polis olamadı ama bu gün milyonların kalbine taht kurmayı başardı.

O çevremizde görmeye alıştığımız her birimizden bir parça.

İnsanları güldürmek gibi bir iddiası yok ama nedense insanlar ona çok gülüyor.

OSMANCIK: Tiyatro hayatınız nasıl başladı?

ÖZCAN:1947 de Taksim Erkek Lisesinde yılsonu müsameresine çıktım. İlk virüsü böylece almış oldum. İlk defa sahneye çıktığımda başarılı olduğumu söylediler. Çok kısa bir süre sonrada İstanbul şehir tiyatrolarına girdim. Allah da bana çok yardım etti. Büyük tiyatrolarda küçük rollerde oynamaya başladım. Sonra bir gün rahmetli Reşit Gürzap’ın “Mahallenin Romanı”nda ki rolünü bana uygun gördüler. Çok ani oldu ve ben 1 saat içinde hazırlanıp sahneye çıktım. Yine Allah’ın yardımı ile çok başarılı bir performans sergiledim. O zaman İstanbul belediye başkanı Fahrettin Kerim Gökalp’ti ve ondan bir takdirname geldi bana.

OSMANCIK: Bundan sonra olaylar nasıl gelişti?

ÖZCAN: Hemen ertesi yıl Şehir tiyatrolarında kadroya alındım. 1962 ye kadar orada büyüklü küçüklü birtakım rollerde oynadım. Sonra 1962 de Gönül Ülküyle evliliğimiz gerçekleşti, kendi adımıza bir tiyatro yapmaya karar verdik. 1962 -63 yılında ilk “Gönül Ülkü, Gazanfer Özcan Tiyatrosu“nu kurduk. Önce Aksaray küçük tiyatroda sezon ortası aralıktan mayısa kadar çalıştık, daha sonra Beyazıt AZAK tiyatrosunda 7 yıl çalıştık. Daha sonra Zincirlikuyu da Hodri Meydan tiyatrosunda bir dostumuz burada tiyatro yapın dedi oraya geçtik

OSMANCIK: Şişliye sizinle birlikte renk geldi, neşe geldi. Buraya ne zaman taşındınız?

ÖZCAN: 1972 de Şişli tiyatrosuna geçtik, tam 21 yıl burada kaldık. Bu sebepten dolayı oranın bizim olduğunu zannetti çoğu kişi.

OSMANCIK: Zannedersem bir ara tiyatroyu bile kapatmayı düşündünüz?

ÖZCAN: Evet, daha sonra bu işin olmaması gerektiğine dair bir kanı uyandı bizde. Şu zamanda tiyatro yapmak çok zor, şartlar çok zor. Artık vazgeçelim bu işten diyoruz ama sonra pişmanlık duyuyoruz bu karardan. Sağ olsun Veysel Üstün Bey burasını çok asil bir şekilde bize sundu, bizde beğendik, sevdik ve genç bir kadroyla burada yeniden tiyatro yapmaya karar verdik. Allah mahcup etmez inşallah. Yani, bu iş öyle bir iş ki ara vermeye gelmez. Ömrümüzün sonuna kadar tiyatro yapacağız.

OSMANCIK: Tiyatronuzu kurmak için Şişliyi tercih etmenizin bir sebebi var mı acaba?

ÖZCAN: O zaman müsait bir salondu, teklif de geldi. Bizde uygun bulduk yerleştik. Bir de o zamanlar Şişli sinemalar ve tiyatrolar semtiydi. Yani kültür semtiydi. Sanattan anlayan çok kaliteli bir halk gelirdi buralara.

OSMANCIK: Tiyatronun giderek seyirci kaybetmesini neye bağlıyorsunuz?

ÖZCAN: Her kez gibi bizde televizyondan çok etkilendik. Çok sarsıntılar geçirdik. Zaman zaman böyle krizler, böyle sarsıntılar oluyor. Ama biz bu sıkıntıları çok sık yaşadığımız için bağışıklık kazandık artık. Biz bütün çalışmalarımızı tiyatroya kanalize ettik. Tiyatroyu ayakta tutabilmek için bütün gücümüz ile çalışıyoruz. Allaha çok şükür olsun ki oyunlarımızda hiç başarısızlığa uğramadık. Eğer bana hangi oyun diye sorsanız, hepsinin yeri ayrıdır, bir ayırım yapmam mümkün değil derim.

OSMANCIK: Tiyatroya devam ederken bir yandan da televizyon dizilerine başladınız. Bu nasıl oldu?

ÖZCAN: İlk televizyon maceram Kuruntu Ailesiyle başladı. Tabii ona da pek isteyerek başladım diyemem. Hatta teklif geldiğinde “Bilmediğim bir konu, yapmasam çok daha iyi olur “dedim. Fakat o kadar çok istek geldi ki o zaman rahmetli yazar Fazıl Hayati Çorbacıoğlu’nu bulun, o benim için bir şeyler yazarsa üslûbumuza uygun bir şey olursa oynarım dedim. Bulacaklarından da ümidim yoktu. 2 gün sonra Fazıl Beyi bizim yazlığa getirdiler. Artık bu işin kaçarı olmadığını gördüm ve mecburen bu işe soyundum. Önce bir 6 bölüm yapalım dedik. Bir 6 bölüm daha dediler. Bizimde hoşumuza gitti çünkü birazda tiyatro havası vardı dizide. Ailece o dizi de tiyatro özlemini giderdik. Bir de baktık ki 400 bölüm çekmişiz.
OSMANCIK: Kuruntu ailesi hepimizden bir parçaydı ve çok beğenerek ve de gülerek izlerdik. Bu dizinin Türk toplumuna vermek istediği bir mesaj var mıydı?

ÖZCAN: Kuruntu ailesinden maksat, Türk aile yapısını, geleneğini, göreneğini yakından seyirciye tanıtmaktı. Bunda çok da başarılı olduk. Her kes kendinden bir şeyler bulup bir aile mefhumu uyandı seyircinin içinde.

OSMANCIK: Avrupa yakasında da farklı bir aile yapısı var. Bu sizin tercihiniz mi?

ÖZCAN: Senaryo öyle yazılıyor. Gülse hanım bu işi çok iyi biliyor. Kişilerin tavrına, tarzına, üslubuna göre yazmasını bilen, çok iyi birikimi olan bir senarist. Bizim bir şey yapmamıza gerek kalmıyor zaten.

OSMANCIK: Oradaki baba rolünüzde Hüsnü Kuruntuyu anımsatıyor.

ÖZCAN: Tabii oradaki de, Hüsnü Kuruntu da aslında bana çok benzer. Gerçek hayatta da tam aynı değilsem de çok benzerim o tiplere. Aile görüşüm de öyledir benim. Biraz muhafazakâr bir ailede yetiştim çünkü. Farkında olmadan onu kendi ailemde devam ettiriyorum. İyimi yapıyorum kötümü yapıyorum onu da bilmiyorum ama.

OSMANCIK: Gönül hanımla ilişkileriniz de Avrupa Yakasındaki İfo ile olduğu gibimidir?

ÖZCAN: Aynı, birebir aynı, hiç fark yok. Orada ne görüyorsanız aynısını yaşıyoruz. Hatta zaman zaman şüphelenirim. Gülse hanım bizim eve gelip de bizimi gözetliyor acaba diye. Çok iyi bir gözlemci, çok iyi bir şekilde kişilerin dilini biliyor. Dizide kaç değişik karakter varsa bütün bu karakterlerin ağzına göre laf yazıyor. Yaptığı iş çok zor, her kesin karakteri neyse ona göre senaryo yazıyor.

OSMANCIK: Çok ilgi çeken bir dizi oldu ve Çarşamba günlerinin beklenen komedi dizisi oldu. Bu başarının sırrı nedir sizce?

ÖZCAN: Çok severek ve eğlenerek oynuyoruz tabi. Orada ikinci bir ailemiz oluştu. Hepimiz gerçek bir aile olduk. Ata, Gülse, Hümeyra hepimiz sanki bir ailenin gerçek fertleriyiz. İnanılmaz bir uyum var aramızda. Allah bozmasın ağzımızın tadını. Başarının sırrı uyum diyelim, tabi senaryo da çok başarılı.

OSMANCIK: Siz en çok neye gülüyorsunuz. Mesela kendinize güler misiniz?

ÖZCAN: Ben çok gülen bir insan değilimdir. İşte gördüğünüz gibi. Hatta diyebilirim ki hiç gülmem.

OSMANCIK: Ama çok güldürüyorsunuz.

ÖZCAN: Çok güldürme gibi bir iddiam da yok. Görevimi yapıyorum, öyle ağzımdan bal akan bir insanda değilim. Şimdi bizde bütün yeni dizileri seyrediyoruz. Ne yapmışlar bakalım değil mi? Mesela kendimizi seyretme imkânımız çok az oldu. Yaz boyunca tekrarlardan seyrettim kendimi.

OSMANCIK: Sinemayı sever misiniz, sinema oyunculuğunuz var mı?

ÖZCAN: Ben sinemayı başından beri hiç sevemedim. Belirli bir ölçüsü olmayan bir ilişki gibi geldi bana. Birazda insanların birbiri ile olan ilişkileri pek tutarlı gelmedi bana. En kötüsü de zaman mefhumu yok. Bir de benim çok yabancı olduğum bir teknik. Bana göre tiyatroyla eş değer de değil. Sevemedim işte. Ben onu sevmediğim için oda beni sevemedi. Tiyatroda seyirci ile göz göze gelirsiniz. Anında verirsiniz, anında verdiğinizi alma imkânınız vardır. Sinemada bu yok. Buna rağmen yine de 20- 25 film de oynadım.

OSMANCIK: Bulunduğunuz semtin zaman içinde büyük bir değişimi oldu. Bu değişim için ne diyorsunuz?

ÖZCAN: Şişli maalesef bütün gayretlere rağmen özelliklede tiyatroda biraz kalite kaybetti. Biz eskiden orada çalışırken daha bir asil havası vardı Şişlinin. Sarıgül çok sevdiğim bir Belediye Başkanıdır. Çok da çalışkandır fakat Şişli biraz ihmale uğradı galiba. Daha çok yoğunluk Topağacı, Teşvikiye, Nişantaşı’na kaydı. Oraları ele alındı, güzelleştirildi, rehabilitasyona gidildi. Şişli ise çok ihmal edildi.

OSMANCIK: Ama Teşvikiye, Nişantaşı dernekleşti. Semtlerini güzelleştirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Şişlide bunu anlayış maalesef yok.

ÖZCAN: Şişlililer niye böyle bir şeyler yapmıyorlar. Neden böyle duyarsız davranıyorlar anlamıyorum. Bir zamanlar burası bir kültür merkeziydi. Şişli, yeniden eskiden olduğu gibi bir sanat merkezi haline dönüştürülebilir, bir tiyatrolar sokağı oluşturulabilir. Bizim eski tiyatromuzun bir kültür merkezine dönüştürülmesi için belediyeye bir öneride bulunmuştum ben. Orası belediyenin ama dikkate bile alınmadı. Senelerce orada tiyatro yaptık. Bu çok önemli, orası bir kültür merkezi olarak yaşatılmalı bence.

OSMANCIK: Devletin tiyatroları kalkındırmak adına bir desteği var mı?

ÖZCAN: Vermesine veriyor da, biz de öyle çok zengin bir devlet değiliz ki, ama olacağız inşallah. İşte kendi imkânlarınca, verebildiğince yardım da bulunuyor. Ama verilen para iki haftalık tanıtım parasıdır, reklâm tanıtımı çok para tutuyor hele sezon başında dekora, tanıtıma muazzam paralar gidiyor. İşte sadece 2-3 hafta onu kullanabiliyoruz, ondan sonra çalış babam çalış.

OSMANCIK: Bundan önceki oyununuz Kiralık daire beklenen ilgiyi gördü mü?

ÖZCAN: Çok şükür gördü. O bir tekrardı, yinede beklenen ilgiyi gördü. Bütün şartların imkânsızlığına rağmen ilgi gördü.

OSMANCIK: Ramazan aylarında perde kapatıyor musunuz, eski ramazanlar ile şimdikiler arasında ki farkı anlatır mısınız?

ÖZCAN: Eskiden ramazanlarda bir eğlence vardı. O zaman ramazanlarda tiyatrolara çok seyirci gelirdi. Adeta Ramazanlar tiyatro ayı gibiydi. Şimdi ramazan bayramını tatil diye değerlendiriyor insanlar. İstanbul da insan kalmıyor ki bayramlarda. O yüzden geç başlamaya karar verdik. Ramazan sonrasını uygun gördük perde demek için.

OSMANCIK: Bizin talebeliğimizde tiyatro çok önemliydi. Hatta tiyatroya gitmek bir ayrıcalıktı.

ÖZCAN: Bizim talebeliğimizde de Salı günleri dram tiyatrosunun talebe günleriydi. Perşembe günü de komedi tiyatrosunun talebe günü olurdu. Böyle etkinlikler vardı, bütün talebeler için o günün bir önemi vardı. Hepimizin eli ayağı titrerdi, gayet anlayışlı, görgülü, kültürlü seyircilerimiz vardı, çok heyecanlanırdık onların karşısında. Şimdi çok kolaya alıştık, tembelleştik. O zamanki 10 seyirci yerine şimdi 3 seyirci zor geliyor.

OSMANCIK: Sebep gayet açık, ekonomik şartlar bütçede kültüre ve eğlenceye belli bir miktar ayıramıyor.

ÖZCAN: Tabii 5 kişilik bir aile gelse 100 milyon TL verecek, yani neredeyse bir haftalık mutfak masrafı ama biletleri aşağı çekmenin de imkânı yok. Biz bunların bilincindeyiz ama çok zor, masraflar çok fazla. Salon 150 kişilik. 20 kişilik bir kadro ile çalışıyoruz. Bunun geçimi, yemesi, içmesi, telefonu elektriği. Masraflar ile başa çıkamıyoruz. Ancak dışarıda kazandığımızı buraya yatırıyoruz. İşte maalesef bugün Türk Tiyatrosu bu duruma geldi.

İşte Gazanfer Özcan tiyatrosunda kendisi ile yaptığımız söyleşide kendi ağzından dinlediğimiz Türk Tiyatrosunun durumu. Düşünceleri, kaygıları, önerileri ve çözümleri ile Türk Tiyatrosunun unutulmaz ismi, büyük üstat GAZANFER ÖZCAN.

Güzin Osmancık

NETPANO

Cüneyt Arkın: Artık Kahraman Çıkmıyor

0

Türk sinemasının gözü kara kahramanı ‘Kara Murat’ ile özdeşleşen Cüneyt Arkın: Artık kahraman yaratılamıyor, sadece Kenan İmirzalıoğlu o çizgiyi yakaladı. Rol aldığı son yapımlarda hep yoksulun, ezilenin yanında oldu. Kodu mu oturtuyor, verdiği sözü tutuyor.

Türk sinemasının efsanevi aktörlerinden Cüneyt Arkın, 100’üncü yılında atağa kalkan Türk sinemasının son durumunu GÜNAYDIN’a değerlendirdi…

Yeni ‘Kara Murat’ filmini nasıl buldunuz?
O tür filmlerde çekilen kahrı ben bilirim; şimdi daha iyi imkanlar var ama yine de çok zor. Bu tarz bir film çekerken, iş yapacak mı yapmayacak mı diye işkence çeker insan. Şimdi bir genç çıkıyor, afişlerde soyunup vücut gösteriyor. Bir kahraman imajı yaratacaksın ve seyirci kendisini o kahramanla özleştirecek. Çünkü bizim halk kahramanları sever; kahraman olmazsa kendisi yaratır.

AFİŞTE BİR AT OLMALIYDI
Sizden sonra ilk kez ‘Kara Murat’ çekildi. Sizce olmuş mu?
Evet, benimkiler seriydi; bu ikincisi… Türk halkı; topluma, insanına, hayvanına, yoksuluna, devletine yakın olanı, dost olanı hemen benimser. Çok uğraşmışlar, masraf etmişler. Ama filmin afişinde çıplak vücutlu bir erkek yerine, at üstünde Osmanlı kıyafetli birisinin olmasını isterdim. Afişte at olması önemliydi.

Kamera önünü özlüyor musunuz?
Hayır, setler beni ruhen yormuş. Yılgın atlar vardır; bütün yükü çeker çeker, bir gün gelir boş arabayı çekemez. O yılgınlıktır işte. Bende de öyle oldu. Sette o yılgınlığı hissediyorum.

‘Tutmaz’ denilen bir filminiz oldu mu?
‘Vatandaş Rıza’ diye bir film çektim. O güne kadar beni hep at üstünde görenler, ‘Bu film tutmaz’ dedi. Öyle bir tuttu ki, yıllarca Anadolu’da ‘Vatandaş Rıza’ diye çağrıldım. Oğlum Murat, o filmde 6 yaşındaydı. Bir sahnede Murat geldi, “Beni babamdan kimse ayıramaz” dedi. Herkes ağladı.

Sağlığınız nasıl bu aralar?
Her filmde darbe yedim ben. 2010 yılında ameliyat oldum, o da hırpaladı beni. 12 saat sürdü; ensemden kuyruk sokumuma kadar her omurganın arasına metal koyup arayı açtılar. Omurgamda kayma vardı çünkü.

Filmlerinizde dublör kullanmadığınıza pişman mısınız?
Severek yaptım bu işi ve başarmak zorundaydım. Aksi halde ‘Gitti artist oldu, başaramadı, doktorluğa döndü’ derlerdi. Karatede siyah kuşağa geldim. Sirkte bir yıl geceli gündüzlü çalıştım. Şimdi birisi çık sın; iki atın arasında dört nala gitsin, sonra atın biri devrilsin, öteki atla gitsin de görelim!

Sizin kuşak, sinemadan çok para kazandı mı?
Filmlerden çok büyük paralar almadık. Biz, para ve şöhretin anlamını bilemedik. Fikret Hakan da, Orhan Günşiray da hastalandıklarında devlet hastanesinde, iki-üç kişilik odalarda tedavi gördü. Böyle mi olacaktı?

Cüneyt Arkın’dan sonra bir yenisi geldi mi?
Hayır ama iyi oyuncular var. ‘Filinta’ dizisindeki gibi mesela. Fırsat verseler Kenan İmirzalıoğlu sıyrılır çıkar ama yine de benim fiziğimde kimse yok.

BAKMAYI BİLMİYORL AR

Neleri eksik görüyorsunuz yeni jenerasyonda?
Bakmayı ve görmeyi bilmiyorlar, okumuyorlar. Ben kamera önünde nasıl duracağımı Londra’da ders alarak öğrendim. Bakışın, duruşun çok önemli.

Son yıllarda hiç kahraman çıkmadı mı peki?
Kahraman yaratılamıyor; sadece Kenan İmirzalıoğlu o çizgiyi yakaladı. Son iki-üç dizisinde yoksulların tarafında olan karakterleri oynadı. Kodu mu oturtuyor, çok dürüst, söz verdi mi ölüm pahasına o sözü tutuyor. En önemlisi; ailesine, çevresine ve halka karşı iyi.

Oyunculuğu nasıl peki?
İyi oyuncu… Detayları çok iyi yakalıyor. Mesela çok sert baktığı bir anda, birden gözlerini kısıp tebessüm edebiliyor.

Kıvanç Tatlıtuğ’u nasıl buluyorsunuz?
Kıvanç’ın önceki dizileri iyiydi ama ‘Kurt Seyit’i götüremedi. Çocuk iyi oyuncu, pırıl pırıl bir genç ama o diziye oturmadı. Sesi de ince. ‘Kurt Seyit’ duvara tosladı. Senaryo hatalı, rejisör kötüydü.

YÖNETMENLİKTEN İYİ PARA KAZANDIM

Yönetmenliğe nasıl bakıyorsunuz peki?
Bugüne kadar 30 filmde yönetmenlik yaptım; aslında en iyi parayı da kendime çektiğim filmlerde kazandım. Ama yönetmenlik yaptığım filmlerdeki oyunculuğum iyi değildi. Nerede zoom yapılacak, nerede şaryo gelecek diye aklım dolu oluyordu. O iki dünyayı bir araya getiremedim. Mesela Türkan Şoray ile ‘Küskün Çiçek’ diye bir film çektik, epey de masraf yaptık. O filmde Türkan alıp götürdü oyunu. Çok büyük bir oyuncudur Türkan.

ÖZCAN’IN HALKLA İLİŞKİSİ İYİ

Özcan Deniz de son filminde oynamak yerine, senaristliği ve yönetmenliği tercih etti.
Çok doğru yapmış. Biz Özcan’la, TGRT’de çalıştığımız dönemde birkaç kez birlikte Anadolu’ya gittik. Orada halkla ilişkisini gördüm. Gayet güzel bir ilişki kuruyordu insanlarla. Onları yakalayabiliyordu. Hatta benim ekibimde üç-dört kız vardı, Özcan’ı çok beğeniyorlardı. Çok doğulu bir tipti o zamanlar; şimdi de öyle ama biraz daha modern olmaya başladı.

EŞİMDEN ÖNCE ÖLMEK İSTERİM

Yeniden dünyaya gelseniz ne olurdunuz?
Yine eşim Betül’ün sevgilisi, kocası olurdum. Oyunculuğu gördüm, yaşadım; gözüm hep doktorlukta kaldı. Doktor olarak hayatımı sürdürmeyi isterdim. Anadolu’da yıllarca doktorluk yaptım; yeniden dünyaya gelsem hayat boyu doktor olmayı denemek isterdim.

76 yaşındasınız, ölüm korkusu hissediyor musunuz?
Ölümden korkmuyorum. Sadece Betül’den evvel ölmek isterim. Allah göstermesin, yalnız kalmak istemem. Bir günlüğüne bir yere gittiğinde bile onu çok özlüyorum. Onsuz bir günü bile düşünemiyorum ya! Evlendirme programlarında ‘Aşık olmak istiyorum’ diyorlar ya, ben aşka acıyorum onları görünce. Aşk; bir bütünün iki parçası olmak, ilahi bütünlük demek. Öyle kutsal ve erişilmez bir şey.

Hüseyin Hatun 08.02.2015

SABAH

 

 

Cüneyt Arkın: Artık Kahraman Çıkmıyor

0

Türk sinemasının gözü kara kahramanı ‘Kara Murat’ ile özdeşleşen Cüneyt Arkın: Artık kahraman yaratılamıyor, sadece Kenan İmirzalıoğlu o çizgiyi yakaladı. Rol aldığı son yapımlarda hep yoksulun, ezilenin yanında oldu. Kodu mu oturtuyor, verdiği sözü tutuyor.

Türk sinemasının efsanevi aktörlerinden Cüneyt Arkın, 100’üncü yılında atağa kalkan Türk sinemasının son durumunu GÜNAYDIN’a değerlendirdi…

Yeni ‘Kara Murat’ filmini nasıl buldunuz?
O tür filmlerde çekilen kahrı ben bilirim; şimdi daha iyi imkanlar var ama yine de çok zor. Bu tarz bir film çekerken, iş yapacak mı yapmayacak mı diye işkence çeker insan. Şimdi bir genç çıkıyor, afişlerde soyunup vücut gösteriyor. Bir kahraman imajı yaratacaksın ve seyirci kendisini o kahramanla özleştirecek. Çünkü bizim halk kahramanları sever; kahraman olmazsa kendisi yaratır.

AFİŞTE BİR AT OLMALIYDI
Sizden sonra ilk kez ‘Kara Murat’ çekildi. Sizce olmuş mu?
Evet, benimkiler seriydi; bu ikincisi… Türk halkı; topluma, insanına, hayvanına, yoksuluna, devletine yakın olanı, dost olanı hemen benimser. Çok uğraşmışlar, masraf etmişler. Ama filmin afişinde çıplak vücutlu bir erkek yerine, at üstünde Osmanlı kıyafetli birisinin olmasını isterdim. Afişte at olması önemliydi.

Kamera önünü özlüyor musunuz?
Hayır, setler beni ruhen yormuş. Yılgın atlar vardır; bütün yükü çeker çeker, bir gün gelir boş arabayı çekemez. O yılgınlıktır işte. Bende de öyle oldu. Sette o yılgınlığı hissediyorum.

‘Tutmaz’ denilen bir filminiz oldu mu?
‘Vatandaş Rıza’ diye bir film çektim. O güne kadar beni hep at üstünde görenler, ‘Bu film tutmaz’ dedi. Öyle bir tuttu ki, yıllarca Anadolu’da ‘Vatandaş Rıza’ diye çağrıldım. Oğlum Murat, o filmde 6 yaşındaydı. Bir sahnede Murat geldi, “Beni babamdan kimse ayıramaz” dedi. Herkes ağladı.

Sağlığınız nasıl bu aralar?
Her filmde darbe yedim ben. 2010 yılında ameliyat oldum, o da hırpaladı beni. 12 saat sürdü; ensemden kuyruk sokumuma kadar her omurganın arasına metal koyup arayı açtılar. Omurgamda kayma vardı çünkü.

Filmlerinizde dublör kullanmadığınıza pişman mısınız?
Severek yaptım bu işi ve başarmak zorundaydım. Aksi halde ‘Gitti artist oldu, başaramadı, doktorluğa döndü’ derlerdi. Karatede siyah kuşağa geldim. Sirkte bir yıl geceli gündüzlü çalıştım. Şimdi birisi çık sın; iki atın arasında dört nala gitsin, sonra atın biri devrilsin, öteki atla gitsin de görelim!

Sizin kuşak, sinemadan çok para kazandı mı?
Filmlerden çok büyük paralar almadık. Biz, para ve şöhretin anlamını bilemedik. Fikret Hakan da, Orhan Günşiray da hastalandıklarında devlet hastanesinde, iki-üç kişilik odalarda tedavi gördü. Böyle mi olacaktı?

Cüneyt Arkın’dan sonra bir yenisi geldi mi?
Hayır ama iyi oyuncular var. ‘Filinta’ dizisindeki gibi mesela. Fırsat verseler Kenan İmirzalıoğlu sıyrılır çıkar ama yine de benim fiziğimde kimse yok.

BAKMAYI BİLMİYORL AR

Neleri eksik görüyorsunuz yeni jenerasyonda?
Bakmayı ve görmeyi bilmiyorlar, okumuyorlar. Ben kamera önünde nasıl duracağımı Londra’da ders alarak öğrendim. Bakışın, duruşun çok önemli.

Son yıllarda hiç kahraman çıkmadı mı peki?
Kahraman yaratılamıyor; sadece Kenan İmirzalıoğlu o çizgiyi yakaladı. Son iki-üç dizisinde yoksulların tarafında olan karakterleri oynadı. Kodu mu oturtuyor, çok dürüst, söz verdi mi ölüm pahasına o sözü tutuyor. En önemlisi; ailesine, çevresine ve halka karşı iyi.

Oyunculuğu nasıl peki?
İyi oyuncu… Detayları çok iyi yakalıyor. Mesela çok sert baktığı bir anda, birden gözlerini kısıp tebessüm edebiliyor.

Kıvanç Tatlıtuğ’u nasıl buluyorsunuz?
Kıvanç’ın önceki dizileri iyiydi ama ‘Kurt Seyit’i götüremedi. Çocuk iyi oyuncu, pırıl pırıl bir genç ama o diziye oturmadı. Sesi de ince. ‘Kurt Seyit’ duvara tosladı. Senaryo hatalı, rejisör kötüydü.

YÖNETMENLİKTEN İYİ PARA KAZANDIM

Yönetmenliğe nasıl bakıyorsunuz peki?
Bugüne kadar 30 filmde yönetmenlik yaptım; aslında en iyi parayı da kendime çektiğim filmlerde kazandım. Ama yönetmenlik yaptığım filmlerdeki oyunculuğum iyi değildi. Nerede zoom yapılacak, nerede şaryo gelecek diye aklım dolu oluyordu. O iki dünyayı bir araya getiremedim. Mesela Türkan Şoray ile ‘Küskün Çiçek’ diye bir film çektik, epey de masraf yaptık. O filmde Türkan alıp götürdü oyunu. Çok büyük bir oyuncudur Türkan.

ÖZCAN’IN HALKLA İLİŞKİSİ İYİ

Özcan Deniz de son filminde oynamak yerine, senaristliği ve yönetmenliği tercih etti.
Çok doğru yapmış. Biz Özcan’la, TGRT’de çalıştığımız dönemde birkaç kez birlikte Anadolu’ya gittik. Orada halkla ilişkisini gördüm. Gayet güzel bir ilişki kuruyordu insanlarla. Onları yakalayabiliyordu. Hatta benim ekibimde üç-dört kız vardı, Özcan’ı çok beğeniyorlardı. Çok doğulu bir tipti o zamanlar; şimdi de öyle ama biraz daha modern olmaya başladı.

EŞİMDEN ÖNCE ÖLMEK İSTERİM

Yeniden dünyaya gelseniz ne olurdunuz?
Yine eşim Betül’ün sevgilisi, kocası olurdum. Oyunculuğu gördüm, yaşadım; gözüm hep doktorlukta kaldı. Doktor olarak hayatımı sürdürmeyi isterdim. Anadolu’da yıllarca doktorluk yaptım; yeniden dünyaya gelsem hayat boyu doktor olmayı denemek isterdim.

76 yaşındasınız, ölüm korkusu hissediyor musunuz?
Ölümden korkmuyorum. Sadece Betül’den evvel ölmek isterim. Allah göstermesin, yalnız kalmak istemem. Bir günlüğüne bir yere gittiğinde bile onu çok özlüyorum. Onsuz bir günü bile düşünemiyorum ya! Evlendirme programlarında ‘Aşık olmak istiyorum’ diyorlar ya, ben aşka acıyorum onları görünce. Aşk; bir bütünün iki parçası olmak, ilahi bütünlük demek. Öyle kutsal ve erişilmez bir şey.

Hüseyin Hatun 08.02.2015

SABAH

 

 

Mehmet Aslan: Ben Türk’üm Dediğimde ‘Sen Faşistsin’ Diyemezsin

0

MHP saflarından siyasete atılan ünlü oyuncu Mehmet Aslan, politika macerasını Kübra Par’a anlattı.

NİYE KONUŞTUK?

Magazin dünyasından gazinocular kralı Fahrettin Aslan’ın oyuncu oğlu olarak tanıdığımız Mehmet Aslan MHP’den siyasete atıldı. Bir süre önce İstanbul İl Başkan Yardımcılığı görevini üstlenen Aslan’ın haziran ayında yapılacak genel seçimlerde milletvekili adayı olacağı düşünülüyor. Paris’te büyümüş, Sorbonne ve Boston’da okumuş, Türkiye’ye döndükten sonra oyuncu çevresine katılmış birinin siyasete atılırken neden MHP’yi seçtiğini merak ettim. Gezi Parkı karşısındaki ofisinde buluşup milliyetçiliği benimsemesinin altındaki nedenleri sordum.

BİLMEYENLER İÇİN MEHMET ASLAN

1983 doğumlu yani 32 yaşında. Gazinocular kralı ünlü işletmeci Fahrettin Aslan’ın en küçük oğlu. Fahrettin Aslan’ın oğlu olarak ayrıcalık görmesin, daha normal şartlarda yetişsin diye 10 yaşındayken annesi Paris’e götürmüş. Sorbonne Üniversitesi’nde psikoloji, Boston’da Uluslararası Ticaret okumuş. MHP ile ilişkisi Fransa’da Ülkü Ocakları’na gidip gelirken başlamış. Geçen yıldan beri MHP İstanbul İl Başkan Yardımcısı. Ekmeğini hem oyunculuktan hem de ticaretten kazanıyor. Doğal taş ithalat ihracatıyla uğraşıyor.‘Çılgın Dersane’, ‘Doktorlar’, ‘Belalı Baldız’ gibi popüler dizi ve filmlerde boy gösterdi. Koyu Galatasaraylı. Hayat felsefesi “Yukarıda Allah, sancakta bayrak, yürekte Galatasaray” Dindar. Cuma namazına yetişebilmesi için röportajı erken bitirdik.

“PARİS’TE BÜYÜDÜM AMA KENDİMİ HEP TÜRK HİSSETTİM”

Nasıl başladı siyaset merakı?

Bu bir merak değil aslında. Ömrümün yarısını yurtdışında geçirdim. 10 yaşında Paris’e, üniversitede Boston’a gittim. 3 ayrı dünya kültürünü bir arada yaşadım. Uzaklarda yalnız yaşamak bana olgunluk kazandırdı. Hayat bana farklı şanslar tanıdı. Varlıklı bir ailenin oğluydum. Dünya nereye gidiyor, ülkem nereye gidiyor, ne yanlış yapılıyor gözlemledim. Paris’te lisedeyken Kardak krizi patlamıştı. Haberleri dikkatle izlerdim. Babam rahmetli olduktan sonra kendi ayaklarım üzerinde durmak için çabaladım. Bazı şeyleri oturttuktan sonra içimden ülkem için, insanlar için bir şeyler yapmak geldi…

Paris, Boston, sonra Türkiye… “Oralarda yetişmiş genç bir oyuncu solcu-liberal olur diye geliyor akla.

Solculuğun kalesi sayılan Sorbonne’da okudum ama yurtdışında bir Türk olarak yaşadığın zaman azınlık oluyorsun… Değerlerine, inancına çok bağlı kalıyorsun.

Paris’e adaptasyon sorunu mu yaşadın?

Aslında adaptasyon sorunu yaşamayacak kadar ufaktım. 10 yaşında gittim, 24 yaşına kadar kaldım. Ailemi özlüyordum. Farklı bir dünyaya girmiştim. Burada Fahrettin Aslan’ın oğlu olarak yaşarken Fransa’da metroya, otobüse biniyordum, sıradan bir hayat yaşıyordum. Bu beni daha da olgunlaştırdı. Farklı bir ülkede size ait olmayan insanlarla beraber yaşayınca kendi değerlerinize daha çok sahip çıkıyorsunuz.

Aksine daha çabuk asimile olman, Parisli gibi hissetmen gerekmez miydi?

İçimde asimile olamayacak kadar çok vatan sevgisi vardı. Oranın eğitimini aldım, doğrusunu yanlışını gözlemledim ama kendimi her zaman Türk hissettim. Azınlık olarak yaşamak da bana bunu hissettirdi.

“ERMENİLERİN SALDIRILARINA UĞRADIM”

Paris’te lüks bir hayat yaşamıyor muydun?

Cebimde ne kadar para olursa olsun, başlangıçta dili bilmiyordum. Arkadaşım yoktu. Yalnız kalıyordum. Türklere önyargı ile bakıyorlardı. Büyük bir Ermeni diasporası vardı, dışlandım, hor görüldüm. Ermeniler tarafından saldırıya uğradım.

Ne saldırısı?

Paris’e yeni gitmiştik. Mahalledeki çocuklarla futbol maçı yapıyorduk. İsmimi sordular. ‘Mehmet’ deyince Arap olduğumu düşündüler. ‘Hayır, Türk’üm deyince Pierre adında bir çocuk nefretle üstüme saldırdı. Ermeni nedir bilmiyordum. Okul çıkışında diğer arkadaşlarıyla toplanıp tekrar saldırdılar. Büyük badire atlattım, az kalsın ölüyordum.

O saldırıdan sonra sende Ermenilere karşı bir nefret mi oluştu?

O yaşlarda ister istemez bir şaşkınlık oluyor. Pierre’in Ermeni olduğunu bilmiyordum, Fransız olmasına yorup Fransızlardan nefret ettim. Sonra Ermeni olduğunu öğrendim. Büyüyünce gerçekleri daha iyi anladım. Ermeni dostlarım da oldu.

Peki o saldırılar seni Türk milliyetçisi olmaya mı itti?

Aslında aileden gelen bir milliyetçilik var. Babam da annem de milliyetçi muhafazakârdı.

“ANNEM ÇOK TEDİRGİN”

Siyasete atılmana ailen nasıl bakıyor?

Annem çok tedirgin. İnandığım dava yüzünden başıma bir şey gelmesinden korkuyor ama sonuçta kararıma destek veriyor. İsmail abim ve ablam da destek veriyor.

Diğer abin Sacit Aslan eleştiriyormuş ama…

Ailemi sordun!…

Baban yaşasa siyasete girmene karşı çıkar mıydı?

Neden böyle bir şey istediğime bakardı. Yapabileceğimi görünce destek verirdi.

Onun oğlu olmak hayatını nasıl şekillendirdi?

Dünyaya bin kere gelsem yine onun oğlu olmak isterim. Sıfırdan başarmış, çok genç yaşta kral sıfatına ulaşmış, işinin bir numarası olmuş bir adamdı. Hem çok otoriter hem de çok yufka yürekliydi. Çok ileri görüşlüydü. ‘İnandığınız yoldan dönmeyin’ derdi. Mücadeleci yapımı ondan öğrendim.

“ADAYLIK TEKLİFİ DİZİ TEKLİFİ GİBİ GELMEZ”

Neden MHP’lisin?

Yetiştirilme tarzıma, yapıma, aklıma fikrime vicdanıma uygun tek parti MHP. Tarihiyle barışık, Atatürk’le barışık, TC değerlerine bağlı, muhafazakâr, İslamiyet’le hiçbir problemi yok… Beni Mehmet Aslan yapan bütün değerleri barındıran bir siyasi hareket.

Partiyle yollarınız nasıl kesişti?

Yeni kesişmedi. Milliyetçi olarak yetiştim. Fransa’daki konfederasyonlara giderdim, Ülkü Ocakları’yla ilişkim vardı. Babamın vefatından sonra kendi hayatımı kurmaya çalıştığım dönemde biraz uzak kaldım ama siyasi görüşüm hep belliydi. Kendi ayaklarımın üstünde durduktan sonra bir şeyler yapmam gerektiğini düşündüm. 1980 sonrası gençlerin siyaset konuşamadığını görünce ‘Biz bir şey yapamazsak işler daha da kötüye gidecek’ diye düşündüm. Projelerim vardı. Genel Başkanımız Devlet Bahçeli’yi ziyaret etmek istedim. Çevremdekilerde ‘Dinlemez, seni kale almaz’ diye önyargı vardı. Gittim, fikirlerimi arz ettim.

Ne konuştunuz?

Gençlik üzerine, ülkem üzerine projelerimi anlattım. Etrafta gördüğüm yanlışları, diğer ülkelerle bizim aramızdaki farkları, eksikliklerimizi anlattım. Dizi oyuncusu olarak gençliği çok iyi tanıyorum. Uyuşturucuyla mücadele konusunda bir proje sundum. Genel Başkanımızın sağduyusu insanların önyargılarından çok faklı. Dinledi, çok destek verdi.

MHP İl Başkan Yardımcısı olman için teklif nasıl geldi?

Genel başkanımızla 3 sene önce tanıştık. Sonraki süreçte Ankara’ya her gittiğimde kendisini ziyaret ettim. İstanbul İl Başkanlığı değişince bana da bu görev tebliğ edildi.

“DEVLET BEY BABAM GİBİ”

Devlet Bahçeli ile nasıl bir ilişkiniz var?

Babam yaşça benden çok büyüktü, ona karşı çok saygılıydım. Dolayısıyla o mertebedeki biriyle nasıl konuşulacağını çok iyi birim. Devlet Bey benim için bir baba figürü. Zaten fiziksel olarak da babama benzetiyorum!

Seçimlerde milletvekili adayı olacağın konuşuluyor. Teklif geldi mi?

Şu andaki resmi görevim İstanbul İl Başkan Yardımcılığı. Adaylık teklifi dizi teklifi gibi gelmez. Bana bir görev verirlerse elimden geldiğince yaparım.

“SANAT CAMİASINDA ÇOK ÜLKÜCÜ VAR”

MHP’ye katılman oyuncu çevresinde nasıl karşılandı?

Artık 1980 öncesi gibi keskin bir sağ-sol kavgası yok, ülkücülerin savaştığı komünizm tehdidi yok. Ülkeni ister sağdan sev ister soldan fark etmez. MHP birleştirici bir güç. Her kesimin ikinci partisi. Ortak değerlerimizi savunmak içinMHP’liyim. Bunu anlatınca arkadaşlarım artık solcusun-sağcısın diye tartışmıyor.

Oyuncular arasında senden sonra MHP’ye sempati duyan oldu mu?

Hem de bir sürü… Milliyetçilik Türkiye’de insanların kendini en çok ifade ettiği siyasi tanım. Aslında sanat camiasında çok ülkücü var ama şartlar gereği bunu pek ön plana koymamışlar.

“HER SARKIK BIYIK BIRAKAN ÜLKÜCÜ DEĞİLDİR”

MHP yüzde 15-18 bandını neden aşamıyor sizce?

MHP bir dava bir ideoloji partisi. Ege’ye gidince “Atatürkçüyüm”, Güneydoğu’ya gidince “Biji miji” diyemezsiniz. Edirne’den, Kars’a “Ne mutlu Türküm diyene” dersiniz.

MHP deyince akla bol takım elbiseli sert erkek figürü geliyor. 5 seçmenden 3’ü erkek. “Erkek partisi” eleştirisine ne diyorsun?

İnsanlarda böyle bir yanlış algı varsa bunu yıkabiliriz. Benim aday olmama da herkes şaşırmıştı. Demek ki olabiliyormuş!

Ya “Mafyatik, derin devletle ilişkili” eleştirileri?

Genel başkanımız 15 sene önce Ülkü Ocakları’nda büyük değişiklik yaptı. Çünkü Ülkü Ocakları’nın adı kullanılıyordu. Her sarkık bıyık bırakan ülkücü değildir. MHP devletin bir nevi sigortası gibi. Türkiye’de herkesin ikinci partisi MHP. Bu ülkenin harcı ama algıda problem var.

“BU ÜLKEDE KİMSENİN KİMLİK PROBLEMİ YOK, IRKÇILIK YOK”

Mehmet Aslan’a Kürt meselesine bakışını da sordum. MHP’nin bilindik tavrını tekrarladı…

90’lardan sonra milliyetçilik, Türklük vurgusundansa çok kimliklilik vurgusu daha önemli hale geldi. “Kürt Kürt olduğunu, Ermeni Ermeni olduğunu söyleyebilsin. Türklük baskın çıkmasın” talebine ne diyorsun?

Böyle bir talep yok. Bu da bir algı operasyonu.

Türkiye’de yaşayan her insan ben Türk’üm demek zorunda mı?

Hiç kimse hiçbir şey demek zorunda değil ama ‘Ben Türk’üm, bundan gurur duyuyorum. Bu ülkenin çoğunluğunu temsil ediyorum. Bu toprakları savaşarak kazandık, bin yıldır buradayım ve böyle yaşıyorum’ dediğim zaman ‘Sen faşistsin’ diyemezsin. Barış için insanları bölmeyi dayatmak büyük bir haksızlık. Bu ülkede kimsenin kimlik problemi yok. Türkiye’de ırkçılık yoktur.

Ama Kürtler ayrımcılığa uğradıklarını anlatıyorlar.

Bu ülkede herkes ayrıma uğradığını söylüyor, bu sadece bir etnik kökene yönelik yapılmamıştır. Kürt sorunu diye bir şey yok. Terörist bir grup ve baskıyla tutulan insanlar var. Birileri bu meseleyi kaşıyor. Bir etnik grubu yükselterek ülkeyi bölmeye çalışıyor.

Kübra Par 15.02.2015

HABERTÜRK

Mehmet Aslan: Ben Türk’üm Dediğimde ‘Sen Faşistsin’ Diyemezsin

0

MHP saflarından siyasete atılan ünlü oyuncu Mehmet Aslan, politika macerasını Kübra Par’a anlattı.

NİYE KONUŞTUK?

Magazin dünyasından gazinocular kralı Fahrettin Aslan’ın oyuncu oğlu olarak tanıdığımız Mehmet Aslan MHP’den siyasete atıldı. Bir süre önce İstanbul İl Başkan Yardımcılığı görevini üstlenen Aslan’ın haziran ayında yapılacak genel seçimlerde milletvekili adayı olacağı düşünülüyor. Paris’te büyümüş, Sorbonne ve Boston’da okumuş, Türkiye’ye döndükten sonra oyuncu çevresine katılmış birinin siyasete atılırken neden MHP’yi seçtiğini merak ettim. Gezi Parkı karşısındaki ofisinde buluşup milliyetçiliği benimsemesinin altındaki nedenleri sordum.

BİLMEYENLER İÇİN MEHMET ASLAN

1983 doğumlu yani 32 yaşında. Gazinocular kralı ünlü işletmeci Fahrettin Aslan’ın en küçük oğlu. Fahrettin Aslan’ın oğlu olarak ayrıcalık görmesin, daha normal şartlarda yetişsin diye 10 yaşındayken annesi Paris’e götürmüş. Sorbonne Üniversitesi’nde psikoloji, Boston’da Uluslararası Ticaret okumuş. MHP ile ilişkisi Fransa’da Ülkü Ocakları’na gidip gelirken başlamış. Geçen yıldan beri MHP İstanbul İl Başkan Yardımcısı. Ekmeğini hem oyunculuktan hem de ticaretten kazanıyor. Doğal taş ithalat ihracatıyla uğraşıyor.‘Çılgın Dersane’, ‘Doktorlar’, ‘Belalı Baldız’ gibi popüler dizi ve filmlerde boy gösterdi. Koyu Galatasaraylı. Hayat felsefesi “Yukarıda Allah, sancakta bayrak, yürekte Galatasaray” Dindar. Cuma namazına yetişebilmesi için röportajı erken bitirdik.

“PARİS’TE BÜYÜDÜM AMA KENDİMİ HEP TÜRK HİSSETTİM”

Nasıl başladı siyaset merakı?

Bu bir merak değil aslında. Ömrümün yarısını yurtdışında geçirdim. 10 yaşında Paris’e, üniversitede Boston’a gittim. 3 ayrı dünya kültürünü bir arada yaşadım. Uzaklarda yalnız yaşamak bana olgunluk kazandırdı. Hayat bana farklı şanslar tanıdı. Varlıklı bir ailenin oğluydum. Dünya nereye gidiyor, ülkem nereye gidiyor, ne yanlış yapılıyor gözlemledim. Paris’te lisedeyken Kardak krizi patlamıştı. Haberleri dikkatle izlerdim. Babam rahmetli olduktan sonra kendi ayaklarım üzerinde durmak için çabaladım. Bazı şeyleri oturttuktan sonra içimden ülkem için, insanlar için bir şeyler yapmak geldi…

Paris, Boston, sonra Türkiye… “Oralarda yetişmiş genç bir oyuncu solcu-liberal olur diye geliyor akla.

Solculuğun kalesi sayılan Sorbonne’da okudum ama yurtdışında bir Türk olarak yaşadığın zaman azınlık oluyorsun… Değerlerine, inancına çok bağlı kalıyorsun.

Paris’e adaptasyon sorunu mu yaşadın?

Aslında adaptasyon sorunu yaşamayacak kadar ufaktım. 10 yaşında gittim, 24 yaşına kadar kaldım. Ailemi özlüyordum. Farklı bir dünyaya girmiştim. Burada Fahrettin Aslan’ın oğlu olarak yaşarken Fransa’da metroya, otobüse biniyordum, sıradan bir hayat yaşıyordum. Bu beni daha da olgunlaştırdı. Farklı bir ülkede size ait olmayan insanlarla beraber yaşayınca kendi değerlerinize daha çok sahip çıkıyorsunuz.

Aksine daha çabuk asimile olman, Parisli gibi hissetmen gerekmez miydi?

İçimde asimile olamayacak kadar çok vatan sevgisi vardı. Oranın eğitimini aldım, doğrusunu yanlışını gözlemledim ama kendimi her zaman Türk hissettim. Azınlık olarak yaşamak da bana bunu hissettirdi.

“ERMENİLERİN SALDIRILARINA UĞRADIM”

Paris’te lüks bir hayat yaşamıyor muydun?

Cebimde ne kadar para olursa olsun, başlangıçta dili bilmiyordum. Arkadaşım yoktu. Yalnız kalıyordum. Türklere önyargı ile bakıyorlardı. Büyük bir Ermeni diasporası vardı, dışlandım, hor görüldüm. Ermeniler tarafından saldırıya uğradım.

Ne saldırısı?

Paris’e yeni gitmiştik. Mahalledeki çocuklarla futbol maçı yapıyorduk. İsmimi sordular. ‘Mehmet’ deyince Arap olduğumu düşündüler. ‘Hayır, Türk’üm deyince Pierre adında bir çocuk nefretle üstüme saldırdı. Ermeni nedir bilmiyordum. Okul çıkışında diğer arkadaşlarıyla toplanıp tekrar saldırdılar. Büyük badire atlattım, az kalsın ölüyordum.

O saldırıdan sonra sende Ermenilere karşı bir nefret mi oluştu?

O yaşlarda ister istemez bir şaşkınlık oluyor. Pierre’in Ermeni olduğunu bilmiyordum, Fransız olmasına yorup Fransızlardan nefret ettim. Sonra Ermeni olduğunu öğrendim. Büyüyünce gerçekleri daha iyi anladım. Ermeni dostlarım da oldu.

Peki o saldırılar seni Türk milliyetçisi olmaya mı itti?

Aslında aileden gelen bir milliyetçilik var. Babam da annem de milliyetçi muhafazakârdı.

“ANNEM ÇOK TEDİRGİN”

Siyasete atılmana ailen nasıl bakıyor?

Annem çok tedirgin. İnandığım dava yüzünden başıma bir şey gelmesinden korkuyor ama sonuçta kararıma destek veriyor. İsmail abim ve ablam da destek veriyor.

Diğer abin Sacit Aslan eleştiriyormuş ama…

Ailemi sordun!…

Baban yaşasa siyasete girmene karşı çıkar mıydı?

Neden böyle bir şey istediğime bakardı. Yapabileceğimi görünce destek verirdi.

Onun oğlu olmak hayatını nasıl şekillendirdi?

Dünyaya bin kere gelsem yine onun oğlu olmak isterim. Sıfırdan başarmış, çok genç yaşta kral sıfatına ulaşmış, işinin bir numarası olmuş bir adamdı. Hem çok otoriter hem de çok yufka yürekliydi. Çok ileri görüşlüydü. ‘İnandığınız yoldan dönmeyin’ derdi. Mücadeleci yapımı ondan öğrendim.

“ADAYLIK TEKLİFİ DİZİ TEKLİFİ GİBİ GELMEZ”

Neden MHP’lisin?

Yetiştirilme tarzıma, yapıma, aklıma fikrime vicdanıma uygun tek parti MHP. Tarihiyle barışık, Atatürk’le barışık, TC değerlerine bağlı, muhafazakâr, İslamiyet’le hiçbir problemi yok… Beni Mehmet Aslan yapan bütün değerleri barındıran bir siyasi hareket.

Partiyle yollarınız nasıl kesişti?

Yeni kesişmedi. Milliyetçi olarak yetiştim. Fransa’daki konfederasyonlara giderdim, Ülkü Ocakları’yla ilişkim vardı. Babamın vefatından sonra kendi hayatımı kurmaya çalıştığım dönemde biraz uzak kaldım ama siyasi görüşüm hep belliydi. Kendi ayaklarımın üstünde durduktan sonra bir şeyler yapmam gerektiğini düşündüm. 1980 sonrası gençlerin siyaset konuşamadığını görünce ‘Biz bir şey yapamazsak işler daha da kötüye gidecek’ diye düşündüm. Projelerim vardı. Genel Başkanımız Devlet Bahçeli’yi ziyaret etmek istedim. Çevremdekilerde ‘Dinlemez, seni kale almaz’ diye önyargı vardı. Gittim, fikirlerimi arz ettim.

Ne konuştunuz?

Gençlik üzerine, ülkem üzerine projelerimi anlattım. Etrafta gördüğüm yanlışları, diğer ülkelerle bizim aramızdaki farkları, eksikliklerimizi anlattım. Dizi oyuncusu olarak gençliği çok iyi tanıyorum. Uyuşturucuyla mücadele konusunda bir proje sundum. Genel Başkanımızın sağduyusu insanların önyargılarından çok faklı. Dinledi, çok destek verdi.

MHP İl Başkan Yardımcısı olman için teklif nasıl geldi?

Genel başkanımızla 3 sene önce tanıştık. Sonraki süreçte Ankara’ya her gittiğimde kendisini ziyaret ettim. İstanbul İl Başkanlığı değişince bana da bu görev tebliğ edildi.

“DEVLET BEY BABAM GİBİ”

Devlet Bahçeli ile nasıl bir ilişkiniz var?

Babam yaşça benden çok büyüktü, ona karşı çok saygılıydım. Dolayısıyla o mertebedeki biriyle nasıl konuşulacağını çok iyi birim. Devlet Bey benim için bir baba figürü. Zaten fiziksel olarak da babama benzetiyorum!

Seçimlerde milletvekili adayı olacağın konuşuluyor. Teklif geldi mi?

Şu andaki resmi görevim İstanbul İl Başkan Yardımcılığı. Adaylık teklifi dizi teklifi gibi gelmez. Bana bir görev verirlerse elimden geldiğince yaparım.

“SANAT CAMİASINDA ÇOK ÜLKÜCÜ VAR”

MHP’ye katılman oyuncu çevresinde nasıl karşılandı?

Artık 1980 öncesi gibi keskin bir sağ-sol kavgası yok, ülkücülerin savaştığı komünizm tehdidi yok. Ülkeni ister sağdan sev ister soldan fark etmez. MHP birleştirici bir güç. Her kesimin ikinci partisi. Ortak değerlerimizi savunmak içinMHP’liyim. Bunu anlatınca arkadaşlarım artık solcusun-sağcısın diye tartışmıyor.

Oyuncular arasında senden sonra MHP’ye sempati duyan oldu mu?

Hem de bir sürü… Milliyetçilik Türkiye’de insanların kendini en çok ifade ettiği siyasi tanım. Aslında sanat camiasında çok ülkücü var ama şartlar gereği bunu pek ön plana koymamışlar.

“HER SARKIK BIYIK BIRAKAN ÜLKÜCÜ DEĞİLDİR”

MHP yüzde 15-18 bandını neden aşamıyor sizce?

MHP bir dava bir ideoloji partisi. Ege’ye gidince “Atatürkçüyüm”, Güneydoğu’ya gidince “Biji miji” diyemezsiniz. Edirne’den, Kars’a “Ne mutlu Türküm diyene” dersiniz.

MHP deyince akla bol takım elbiseli sert erkek figürü geliyor. 5 seçmenden 3’ü erkek. “Erkek partisi” eleştirisine ne diyorsun?

İnsanlarda böyle bir yanlış algı varsa bunu yıkabiliriz. Benim aday olmama da herkes şaşırmıştı. Demek ki olabiliyormuş!

Ya “Mafyatik, derin devletle ilişkili” eleştirileri?

Genel başkanımız 15 sene önce Ülkü Ocakları’nda büyük değişiklik yaptı. Çünkü Ülkü Ocakları’nın adı kullanılıyordu. Her sarkık bıyık bırakan ülkücü değildir. MHP devletin bir nevi sigortası gibi. Türkiye’de herkesin ikinci partisi MHP. Bu ülkenin harcı ama algıda problem var.

“BU ÜLKEDE KİMSENİN KİMLİK PROBLEMİ YOK, IRKÇILIK YOK”

Mehmet Aslan’a Kürt meselesine bakışını da sordum. MHP’nin bilindik tavrını tekrarladı…

90’lardan sonra milliyetçilik, Türklük vurgusundansa çok kimliklilik vurgusu daha önemli hale geldi. “Kürt Kürt olduğunu, Ermeni Ermeni olduğunu söyleyebilsin. Türklük baskın çıkmasın” talebine ne diyorsun?

Böyle bir talep yok. Bu da bir algı operasyonu.

Türkiye’de yaşayan her insan ben Türk’üm demek zorunda mı?

Hiç kimse hiçbir şey demek zorunda değil ama ‘Ben Türk’üm, bundan gurur duyuyorum. Bu ülkenin çoğunluğunu temsil ediyorum. Bu toprakları savaşarak kazandık, bin yıldır buradayım ve böyle yaşıyorum’ dediğim zaman ‘Sen faşistsin’ diyemezsin. Barış için insanları bölmeyi dayatmak büyük bir haksızlık. Bu ülkede kimsenin kimlik problemi yok. Türkiye’de ırkçılık yoktur.

Ama Kürtler ayrımcılığa uğradıklarını anlatıyorlar.

Bu ülkede herkes ayrıma uğradığını söylüyor, bu sadece bir etnik kökene yönelik yapılmamıştır. Kürt sorunu diye bir şey yok. Terörist bir grup ve baskıyla tutulan insanlar var. Birileri bu meseleyi kaşıyor. Bir etnik grubu yükselterek ülkeyi bölmeye çalışıyor.

Kübra Par 15.02.2015

HABERTÜRK

Ahmet Ümit: Yazar Olmak İstiyorsanız İnatçı Olun

0

3.Uluslararası İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı’nda, polisiye türünde yazdığı romanlarla tanınan ünlü şair ve yazar Ahmet Ümit’le buluştuk. Kendisine iyi bir romanın taşıması gereken özellikleri, tarihî romanların edebiyat içindeki önemini, klasik dönem yazarların günümüzde okunma sebeplerini, romana ve şiire en uygun sanat akımını konuştuk. İletişim fakültesi mezunlarının iş bulma olanaklarını ve yazar olmak isteyen gençlere önerilerini sorduk.

 

Sizce iyi bir romanın taşıması gereken özellikler nelerdir?

İyi bir kurgu, hikâyenin gerektirdiği bir dil, sağlam anlatılmış karakterler… Ayrıca romanın arkasında çok sağlam bir sosyo-ekonomik, sosyo-psikolojik ve tarihsel derinlik olması lazım.

Tarihi romanların edebiyat içindeki önemi nedir?

Tarihî romanların özel bir ayrımı olduğunu zannetmiyorum. Yani önemli olan edebiyattır. İster tarihî roman yazın ister aşk, polisiye romanı yazın, hiç fark etmiyor. Önemli olan o romanın iyi olmasıdır. Tarihî roman geçmişte yaşanmış hikâyeleri anlatır. Temel özelliği budur. O nedenle diğerlerinden çok farklı değildir. Ben bir romanı ayırırken “tarihî roman-polisiye roman”dan öte, “iyi roman-kötü roman” diye ayırırım.

Tür olarak değil, içerik olarak…

Fark etmez.

Kısaca açıklamak gerekirse, özellikle Tanzimat ve Servet-i Fünun romanlarının günümüz romanlarına ne gibi etkileri olmuştur sizce?

Açıkçası çok fazla etkileri olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bir kopuş söz konusudur. Cumhuriyet’le beraber yepyeni bir dönem, yepyeni bir süreç başladı. Bu romanların tek özelliğini şöyle belirtebiliriz: Biliyorsunuz, roman Batı’da doğdu. Türkiye’de ilk romanlar aşağı yukarı o dönemlerde yazılmaya başlandı. Böyle bir geleneksel bağ olabilir.

Rus edebiyatına ilgi duyan bir yazar olarak, Tolstoy, Dostoyevski, Gogol gibi klasik dönem yazarların günümüzde okunma sebepleri nelerdir size göre?

İnsana dair hakikatleri ve insan gerçeğini anlatmalarıdır. Bu yazarların eserlerinde anlatılan hikâyeler, bugün yaşayan çağdaş insanın sorunlarını da içeriyorlar. O nedenle güncelliklerini koruyorlar. Ben, bugün 21. yüzyılda yaşayan bir okur olarak hâlâ Tolstoy’un, Dostoyevski’nin romanlarından etkileniyorum ve kendimle onlar arasında bir bağlantı kurabiliyorum.

Roman ve şiire en uygun sanat sizce hangisidir ve neden?

Sinema… Çünkü görsellikle anlatıyor ve kurgusal açıdan romana çok yakın. Şiir de çağrışımlar açısından çok uygun. Günümüzde roman ve şiire en yakın sanat türünün sinema olduğunu söyleyebiliriz.

Sanatçı belli bir akıma bağlı olmalı mı?

Bu, sanatçının kendi tercihine bağlı; şart değil. Mesela ben hiçbir akıma bağlı değilim. Ama bir sanatçı, “Ben kendimi filan akıma bağlı hissediyorum.” deyip o “büyülü gerçekliği” hissedebilir ya da kendisini hiçbir akıma bağlı hissetmeyebilir yahut yepyeni bir akım yaratabilir. Tümüyle sanatçıların seçimine kalmış bir şey bu. Ben sanatçının mutlaka bir akıma bağlı olması gerektiğini düşünmüyorum.

İletişim fakültesi mezunlarının iş bulma olanakları hakkında ne düşünüyorsunuz?

İletişim fakültesi mezunlarının, üniversite mezunlarının ve Türkiye’de pek çok genç arkadaşımın iş bulma ihtimali giderek azalıyor. Bu sistem, insan üzerine değil para üzerine kurulu bir sistem. Dolayısıyla üniversitede okuyan çocukların gelecekleriyle ilgilenmek yerine, zenginlerin kârlarını arttırmalarıyla ilgileniyor. O nedenle eğer sesinizi çıkarmazsanız, karşı çıkmazsanız, boyun eğerseniz, iş bulamazsınız. İş bulabilmeniz için aynı zamanda bu sistemi değiştirmeniz lazım.

O da mümkün değil gibi gözüküyor…

Mümkün olabilir. Herkes “Değiştirelim.” derse…

Peki, onlarla hiç çalıştınız mı?

Çalışmadım; ancak mezun olunca gazeteci olanların çoğuyla görüşüyoruz, karşılaşıyoruz.

Son olarak, yazar olmak isteyenlere tavsiyeleriniz nelerdir?

Tavsiyem, inatçı olmalarıdır. Çünkü yazar olana “Yazar olma; mühendis, tıp doktoru, astronot ol.” diyecekler. Ama seviyorsa yazar olmayı, inat ederek yazar olsun. Tabii okuyacak, tabii felsefe ve diğer sanat alanlarını bilecek. Bunları bilmeden iyi bir yazar olunamaz.

Alparslan Çakır 17.02.2015

AJANS ÜNİVERSİTE